Aşık-ı Sadık Fethullah Gülen Hocaefendi-51



“Allah’tan başka kimseden af dilemem”

“O an tekrar uyanamama da var işin içinde diye aklımdan geçti. Kendisine son bir nefes armağan edilen bir insan ne demeliyse onu düşündüm…”  

İkinci Ciddi Kalp Krizi (2002)
Nuh Mete Yüksel’in açtığı dava, Fethullah Gülen Hocaefendi için en büyük üzüntü kaynaklarından biriydi. Hocaefendi’nin 31 Mart 2002 günü kalp krizi geçirmesinde yaşadığı bütün bu sıkıntıların etkisi vardı. Artık merdivenleri de doğru dürüst çıkamıyor, çoğu günler hasta düşüyordu:
“Öteden beri kalp atışlarımda bir düzensizlik hissediyordum. Ama bu son yaşadığım farklı bir şey. Son günlerde çok sıkılmıştım. Birkaç mesele oldu ki âdeta belimi büktü…’
Hocaefendi, 31 Mart 2002 Pazar günü, ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Sailorsburg kasabasında ikamet ettiği üç katlı evin salonunda sabah namazını kıldıktan hemen sonra odasına geçti. Normalde sabah namazının ardından uzun namaz tesbihatını yapıp yanındakilerle birlikte yarım saat kadar kitap okuyordu. 
Hocaefendi, o sabah kimseye bir şey söylemeden odasına geçti. O günlerde kendisinin misafirleri arasında iki doktor vardı ve ikisi de kardiyologdu. Bir de 30 yıldır Hocaefendi’nin yanında olan doktoru Kudret Ünal vardı.
Hocaefendi, saat 07.00 gibi odasında fenalaştı. Doktorlar tarafından tansiyonu ölçülen Hocaefendi, konuşamayacak durumda olduğundan göz işaretiyle durumunu anlatmaya çalışıyordu. Yatağına konulan Hocaefendi ter içindeydi. Tansiyonu sıfıra doğru geliyordu. Doktor Kudret Ünal, ambulans için hemen 911’i arattı. Bu kalp krizi Hocaefendi’nin hayatında yaşadığı en ciddi ikinci krizdi. Birincisini İstanbul Altunizade’de 1999 yılında geçirmişti.  
Ambulans Hocaefendi’nin kalmakta olduğu eve ulaşana kadar yaklaşık on dakika bir zaman geçmişti. Hocaefendi, 20 dakika içinde Pocono Hospital adını taşıyan hastaneye getirildiğinde yarı baygın bir haldeydi ve kalbi durmuş gibiydi. Kalp ritmi çok bozulmuştu. Hastanenin acil servisinde iğneyle ilaç verilen Hocaefendi, ardından yoğun bakıma alındı.
Kalp ritminin düzelmesi için Hocaefendi’ye elektroşok uygulanması lazımdı ve bunun için uyutulmalıydı.
Pazar günüydü ve hastanenin kardiyoloğu görevde değildi. Hemen en yakın kalp hastanesine haber verildi. Hocaefendi’ye müdahale etmek üzere gelen kalp doktoru, Şili asıllı bir Amerikalı olan David Doran’dı.
Uyutulup hemen elektroşok uygulanan Hocaefendi’nin kalbi ilk iki şokta düzelmedi. Hocaefendi ile birlikte hastaneye gelen insanlar ağlıyordu. Dua etmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Durum ciddiydi. Hocaefendi, uyku halindeyken etrafında ağlayan arkadaşlarının ve öğrencilerinin seslerini duyuyordu. Üçüncü şokun uygulanmasından sonra Hocaefendi’nin kalbi tekrar çalışmaya başladı. Hocaefendi o gün tam anlamıyla ölümden döndü.
Hocaefendi uyanır uyanmaz, saatin kaç olduğunu sordu ve “Namazlarım ne oldu?” dedi. Hâlâ yoğun bakım odasındaydı. O şartlar altında suyla abdest alıp namaz kılması mümkün değildi. Elbisesinde ve üzerindeki örtüde kan izleri, üzerinde onlarca kablo ve ilaç veren hortumlar vardı. Hocaefendi, doktorların ve kendisine refakat edenlerin bu şartlar altında abdest alıp namaz kılmasının mümkün olmadığı uyarısına rağmen, dışarıdan getirilen topraklı bir taşla abdest yerine geçen “teyemmüm” işlemi yaparak namazlarını yatar vaziyette ima ile kıldı.  
Şokla birlikte Hocaefendi’nin kalp ritmi düzelme seyrine girmiş, dakikada 140’a kadar çıkmış olan kalp atışları 89’a kadar inmişti. Ancak bu sefer nabzı düşmüştü. Bunun üzerine boğazından açılan delikle kalbine geçici kalp pili takıldı. Yoğun bakıma alınırken, şok uygulanırken ve kalbine pil takılırken üç defa imzayla rızası alınan Hocaefendi, o gün yaşadıklarını şu cümleyle anlattı: “Bugün ölmek için üç defa imza verdim.”  
Bir süre sonra kalbindeki ritim düzeldiği için geçici kalp pili çıkarılan Hocaefendi, hastanede fazla kalmak istemiyordu. O günün gecesi taburcu edildi. Çok halsiz bir durumda olan Hocaefendi, eve geldiğinde odasına sandalyede çıkarıldı. Eve gelir gelmez yaptığı ilk iş, hastanede zor şartlar altında yatarak kıldığı namazlarını yeniden kılmak oldu. Bu kalp rahatsızlığına ilave olarak Hocaefendi, hastanede ameliyat masasında çok üşümüş ve soğuk algınlığına yakalamıştı. Hocaefendi eve gelince, kalbine şok uygulanması öncesinde uyutulduğu anı şöyle anlattı: “O an tekrar uyanamama da var işin içinde diye aklımdan geçti. Kendisine son bir nefes armağan edilen bir insan ne demeliyse onu düşündüm…”  
Hocaefendi, geçirdiği bu kalp krizinden bir hafta kadar sonra, kalbine anjiyo uygulanması için Ohio eyaletindeki Cleveland Clinic’e götürüldü. Burada Türk Doktor Murat Tuzcu çalışıyordu ve Hocaefendi’ye 1997’de aynı hastanede anjiyo yapmıştı. Bu anjiyo öncesinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Doktor Tuzcu’yu arayarak Hocaefendi ile yakından ilgilenmesini istemişti. 
Doktor Tuzcu, 8 Nisan 2002’de Hocaefendi’ye anjiyo uyguladı.  Tuzcu, alanında bir otoriteydi. Örneğin Hocaefendi’nin Clevland’e gelmesinden birkaç gün önce ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’ye anjiyo yapmıştı.
Doktor Tuzcu’nun elinde Hocaefendi’nin daha önceki tedavi sonuçları vardı. Hocaefendi ilk kez 1995’te İstanbul’da anjiyo olmuştu. 1997’deki ikinci anjiyoyu zaten Tuzcu’nun kendisi yapmıştı. Tuzcu, bu son sonuçlar ile beş yıl önceki anjiyo sonuçlarını karşılaştırdı. Hocaefendi’nin kalp damarlarında beş sene önceki tıkanma oranı ne ise, durum aynıydı. Hocaefendi şeker hastası olmasına rağmen, doktorları şaşırtan şekilde beş sene boyunca kalp damarlarında hiçbir daralma olmamıştı. 
Çünkü zaten çok az yemek yiyen Hocaefendi, yürüyüşlerine de çok dikkat etmişti. Bunun üzerine beş yıl önce Hocaefendi’ye “Ameliyat olmanız gerekir” diyen Doktor Tuzcu, “İyi ki baypas ameliyatı yapmamışız. Artık ameliyata gerek yok. Bu kadar dikkat ediyorsunuz, kalbinize stent takılması sizi kurtarır” dedi.  
Hocaefendi, 9 Nisan 2002’de hastaneden taburcu oldu.
Doktorların yeni kararı Hocaefendi’nin kalp damarlarına stent takılmasıydı. Ama Hocaefendi’nin kalbine normal stent değil, ilaçlı stent takılacaktı. Çünkü Hocaefendi aynı zamanda şeker hastasıydı ve bu hastalıktan kaynaklanan problemler sebebiyle normal stentlerin tekrar tıkanması riski yüksekti. Doktor Tuzcu da “İlaçlı stentleri bekleyelim” diyordu. Zaten Hocaefendi de kalp damarına normal stent takılmasını istemiyordu. O yıllarda Amerika’da hastalara takılan stentlerin yüzde kırkında sonradan tıkanmalar oluyordu. Gerçi, 2000 yılında ABD’de “Johnson and Johnson” firması ilaçlı stentler üretmeye başlamıştı, ama bu stentler henüz hastalara uygulanma onayı almamıştı ve 2002 itibariyle Hocaefendi’ye de uygulanması mümkün değildi. O halde, şeker hastalarında kalp damarının tıkanması riskini azaltan bu stentlerin kullanıma girmesi beklenecekti.
Savcı Yüksel’i Kimler Tuzağa Düşürdü?
Bu arada, Hocaefendi’nin davası sürerken 2002 yılında İstanbul’da çok ilginç bir olay meydana geldi. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısının isteği üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi ekipleri, 3 Haziran 2002 günü bir dernekte arama yaptı. Bu arama sırasında derneğin kasasında Hocaefendi davasının savcısı Nuh Mete Yüksel’in bir kadınla ilişkisini gösteren bir videokaset bulundu. 
Adalet Bakanlığı’nın açtığı soruşturma üzerine 4 dakika 52 saniyelik bu kaset polis laboratuvarında ve Adli Tıp’ta incelemeye alındı. Her iki kurum da kasetteki kişinin Nuh Mete Yüksel olduğunu bildirdi. Adli Tıp, kasetteki kişi ile Nuh Mete Yüksel’in kemik yapısını bile karşılaştırdı. Sonuç aynıydı. Adalet Bakanlığı müfettişleri soruşturma sonucunda hazırladıkları raporda savcılık onuruna aykırı hareket etmekle suçladıkları Yüksel için iki defa yer değiştirme cezası istediler. Bunun anlamı şuydu: Müfettişler Yüksel’in meslekten ihracını talep ediyordu. Çünkü Hâkimler ve Savcılar Kanunu’na göre, bu şekilde bir cezalandırma iki defa istendiğinde, bir üst ceza uygulanması gerekiyordu. Bu da Yüksel’in savcılık mesleğinden çıkarılmasıydı. Kararı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) verecekti.
21 Ekim 2002 günü, HSYK heyeti Nuh Mete Yüksel olayını görüşmek üzere toplandı. HSYK üyeleri toplantı sonucunda, oybirliğiyle Yüksel’e kınama cezası verdi ve Yüksel’i DGM’den alarak Ankara Adliyesi’ne savcı olarak tayin etti. 
Bu kaset olayındaki en can alıcı soru şuydu: Nuh Mete Yüksel’i videoya alanlar kimlerdi? Odaya yerleştirilen gizli kamerayla çekilmiş 4 dakika 52 saniyelik görüntü kasedinde Yüksel’le birlikte yer alan kadın, DGM’de görevli bir zabıt kâtibesinin ablası P.A.’ydı.
Hocaefendi’nin avukatları mahkemedeki duruşmalarda, Savcı Yüksel’e bu kasetle baskı yapılmış olabileceği sorusunu ortaya attılar. Avukatlara göre, Hocaefendi’nin konuşma kasetlerini üretip 1999 Haziran’ında televizyona verenler ile Nuh Mete Yüksel’i kadın arkadaşıyla kayda alanların aynı güçler olması çok kuvvetli bir ihtimaldi.
Birileri, Hizmet hareketini bitirmek için kimi zaman insanları satın aldılar kimi zaman da bu şekilde tuzağa düşürerek kullandılar. Ama bilmedikleri bir şey vardı ki, bu davanın sahibi Allah’tı ve O’nun (cc) bitirmediğini kimse bitiremeyecekti. 
Nuh Mete Yüksel, mazbut hayatı olan bir savcıydı. Özel hayatı düzgündü. Cuma namazlarına giden bir savcıydı. Hatta dostları arasında, Hocaefendi’nin görüşlerine değer veren insanlar da vardı. O güne kadarki hayatında bu profili sergileyen Yüksel’in birdenbire bu şekilde aile değerleriyle bağdaşmayan bir çemberin içine girmesi biraz şaşırtıcıydı. Ne yazık ki dava boyunca Yüksel’in kimler tarafından nasıl videoya alındığı, kasetin Hocaefendi karşıtı faaliyetleriyle tanınan ve davaya katılmak için mahkemeye talepte bulunan bu derneğin eline nasıl geçtiği açıklığa kavuşmadı. 
Nuh Mete Yüksel şikâyetçi olmadığı için kendisini videoya çekenler hakkında soruşturma açılmadı. Sadece yargı çevrelerinden gazetecilerin kulağına şöyle bir bilgi ulaştı: Savcı Yüksel’i kasetle yakalanmakla sonuçlanan bu hayat tarzına sürükleyen kişi, DGM’de görev yapan ve başka kadınlarla ilişkisi öteden beri bilinen bir arkadaşıydı. Yüksel’i bu hayata alıştıran yargı mensubu, aynı zamanda üst düzey görevlerde bulunmuş bir siyasetçiyle yakın ilişkiler içindeydi ve her ikisi birden perde gerisinden Fethullah Gülen Hocaefendi’nin davasıyla ilgileniyorlardı. Fethullah Gülen davasının açılmasında etkili olan bu yargı mensubu ve üst düzey siyasetçinin arzuları, dava sonucunda Hocaefendi’nin mahkum edilmesi ve toplum nezdinde bitirilmesiydi.  
Savcı Yüksel ne olursa olsun Fethullah Gülen Hocaefendi’yi mutlaka mahkûm etmek istiyordu. Ne var ki ortaya çıkan kaset ve ardından gelen HSYK cezası, Yüksel’in Hocaefendi ile ilgili bütün hesaplarını altüst etti. Artık DGM’deki görevi sona ermişti. Yüksel yine de şansını denemek için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şu başvuruyu yaptı: “Beni görevden aldınız ama, altı aylık geçici görevlendirmeyle görevimi sürdürmeme izin verirseniz Fethullah Gülen davasını bitiririm.”
Yüksel, Fethullah Gülen davasında savcı olarak son görüşünü sunmak istiyordu. Hukuk dilinde buna “esas hakkındaki mütalaa” deniliyordu.
Ancak HSYK, Yüksel’in davayı sürdürme talebini 31 Ekim 2002 günü oybirliğiyle reddetti. Böylece Yüksel için DGM hayatı tamamıyla bitmiş oldu. HSYK’nın başkanı konumundaki Adalet Bakanı Aysel Çelikel’in şu sözleri, Yüksel’in bu son talebinin HSYK tarafından yadırgandığının işaretiydi: “Savcı olarak sadece Nuh Mete Yüksel yok. O gidiyor diye hiçbir dava yarım kalmaz.”
Nuh Mete Yüksel bu şekilde gidince, Fethullah Gülen davasının 25 Kasım 2002 tarihli on beşinci duruşmasına savcı olarak Hamza Keleş katıldı. Dava artık sona doğru gelmişti. Keleş, Nuh Mete Yüksel’in hazırlayamadığı “esas hakkındaki mütalaayı” hazırlayacak ve mahkeme Hocaefendi hakkındaki kararını verecekti. Yeni Savcı Keleş, dava dosyasını okumak ve bu mütalaayı hazırlamak için mahkemeden süre istedi. 
“Allah’tan başka kimseden af dilemem”
Hocaefendi’nin iki avukatı, Nuh Mete Yüksel’in yerine görev alan yeni Savcı Hamza Keleş’le de karşı karşıya geldiler. Davanın artık sonlarına geliniyordu. Hamza Keleş, karar öncesinde mahkemeye esas hakkındaki mütalaayı sunacaktı. 20 Ocak 2003 tarihli duruşmada Keleş 24 sayfalık bu mütalaasını sunarken, Hocaefendi hakkında gıyabi tutuklama kararı istedi. 
Keleş, “Gülen grubu oldukça sabırlı ve tedbirli davranarak muhtemel bir cihada hazırlanıyor” diyordu, ama mahkeme gıyabi tutuklama talebini reddetti.
Savcı Keleş, 24 sayfalık görüşünde, Hocaefendi’nin şiir kitabı olan Kırık Mızrap’taki iki dörtlüğü, Hocaefendi’nin İslam devleti kurma girişimine delil olarak göstermişti. Savcı Keleş’in kitabın 38. sayfasından aldığı dizeler şöyleydi:
Arkadaşlar, arkadaşlar,
Şevk mezhebi yoldur bize
(Yolumuz ışık yoludur)
Parantez içindeki ifadeyi Savcı Keleş koymuştu. Hocaefendi’nin avukatları, yedi kıtadan ibaret olan bu şiirdeki “şevk mezhebi” deyiminin savcının öne sürdüğü gibi “ışık yolu” anlamına gelemeyeceğini belirttiler. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan Türkçe Sözlükte şevk, “istek, arzu, neşe, keyif, sevinç, coşku” olarak tanımlanmıştı. Bu durumda “şevk mezhebi”nin anlamı “Allah aşkıyla coşma” oluyordu.
Savcı Keleş, ikinci alıntıyı Kırık Mızrap şiir kitabının 171. sayfasından şöyle yaptı:
Koş yetiş sen de katıl ışık ordusuna ve kurtul.
Tek bir yol var: Ölümsüzler kervanına yetiş

Şiirin bu bölümünün kitaptaki orijinal şekli ise şöyleydi:
Koş, yetiş sen de ışık ordusuna ve kurtul!..
Kulluklardan sıyrıl, sadece Allah’a kul ol!
Her şeyde bir ölgünleşme, her şeyde tükeniş,
Tek bir yol var: Ölümsüzler kervanına yetiş.
Avukatlar, insanları Allah’a kul olmaya teşvik eden sözler aradan çıkınca şiirin örgütlenmeye dönüştüğünü, şiirin orijinalinde yer almayan “katıl” kelimesinin şiire savcı tarafından eklendiğini belirttiler.
Fethullah Gülen davasında, 3 Mart 2003 tarihli on yedinci duruşma artık karar duruşmasıydı. Ama Hocaefendi’nin avukatları 4,5 saatlik savunma yapınca mahkeme, bunları değerlendirmek için kararı bir hafta sonraya bıraktı. Karar duruşması 10 Mart 2003 günü olacaktı. On sekizinci duruşmanın yapılacağı o gün, Hocaefendi davasında artık sona gelinecekti. 
Karar duruşmasından bir gün önce, 9 Mart 2003 akşamı avukatı Abdülkadir Aksoy, telefonla Hocaefendi’yi arayıp “Yarın çıkacak karar için iki ihtimal var. Ya beraat ya da erteleme” dedi. Hocaefendi, avukatına “Erteleme ne demek?” sorusunu yöneltti. Aksoy, Hocaefendi’ye “Af gibi bir şey” cevabını verince Hocaefendi’nin ağzından çıkan cümle şöyle oldu: “Ben Allah’tan başka kimseden af dilemem!”
Devam edecek…

<< Önceki Haber Aşık-ı Sadık Fethullah Gülen Hocaefendi-51 Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER