[Abdullah Aymaz] Muhkemât ve Müteşâbihat-1

Kıymetli bir arkadaşımız Almanya’da İlahiyat konusunda bir doktora çalışması yapmıştı.

SHABER3.COM

Abdullah  Aymaz - Samanyoluhaber.com 
Bakara Suresinde Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “O vakit meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dedik. Hepsi secde ettiler, yalnız İblis diretti, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. Ve dedik ki, ‘Âdem! Eşinle birlikte Cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yiyin. Sadece şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden olursunuz!  Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nimet yurdundan  çıkardı.” (2/34-36)
On İkinci Mektup’taki  Birinci Sual’de deniliyor ki: “Hz. Âdem Aleyhisselamın Cennetten çıkarılması ve bir kısım Âdem evlatları insanların Cehenneme atılması ne hikmettendir?” Üstad  Bediüzzaman Hazretleri bu soruya şöyle cevap veriyor: “Hikmeti, tavziftir (vazife verip görevlendirmedir). Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; insanlığın bütün mânevî terakki  ve yükselişinin ve bütün insanî istidat ve kabiliyetlerin inkişaf ve gelişmeleri ve insanın mahiyetinin bütün İlâhî isimlere kapsamlı bir ayna olması o vazifenin neticelerindendir. 
“Eğer Hz. Âdem, Cennette kalsaydı melek gibi makamı sâbit kalırdı, insanî istidat ve kabiliyetler inkişaf edip gelişmezdi. Halbuki yeknesak  makam  sâhibi olan melâikeler çoktur, o tarz ubudiyet (kulluk) için insana ihtiyaç yok. Belki İlahî hikmet, nihayetsiz makamları kat edip yükselecek olan insanın istidadına uygun bir dâr-ı teklifi (yükümlülük, mükellefiyet diyarı olan dünyayı)  gerektirdiği için, melâikelerin aksine olarak muktezâ-yı fıtratı (yapı ve fıtratlarının  gereği olan)  mâlum günah ile, Cennet’ten çıkarıldı. Demek Hz Âdem’in Cennetten çıkarılması tamamen hikmet, büyünüyle rahmet olduğu gibi; kâfirlerin Cehenneme atılması da, haktır ve adâlettir. Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde izah edilmiştir.” 
Kıymetli bir arkadaşımız Almanya’da İlahiyat konusunda bir doktora çalışması yapmıştı.  Sonunda tez imtihanı sırasında, Tevrat ve İncil uzmanı, Musevî ve Hıristiyan profesörler bir çok soru sorup cevaplarını aldıktan sonra diyorlar ki: “Biz, Mukaddes kitabımızda Tanrının Âdem’e ‘Cennetin her çeşit nimetinden yiyip-içip istifade edin fakat şu iyiyi kötüyü bildirip ortaya çıkaran bilgelik ağacına yaklaşmayın, temas etmeyin’ sözünü kabul etmiyoruz. Tanrı hiç bilgiden uzak durun der mi? Onun için Mukaddes Kitap hakkında kuşkumuz var, yani inanmıyoruz!  Şayet bir gün Âyet hadislerden sana kuşku veren bir şey karşına çıkarsa sen de bizim gibi mi davranırsın?” diyorlar. Arkadaşımız  onların  bu hususta kuşkularının yersiz olduğunu şöyle izah ediyor: 
“Bakınız Kur’an-ı Kerim, âyetleri ikiye ayırıyor: ‘Bu Kitab’ı (Kur’an’ı) sana indiren Allah’tır. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkemâttır ki bu muhkem âyetler Kitabın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı müteşâbihattır.” (Âl-i İmran Suresi, 3/7)  Muhkem âyetlerden mesela İhlas Suresinin âyetlerinde ‘De ki; O, Allah’tır, gerçek İlahtır. Bir’dir. Allah Samed’dir. (Tamdır, eksiği yoktur, her şey Kendisine muhtaçtır ama Kendisi hiçbir şeye muhtaç değildir.) Ne kimsenin babasıdır, ne de doğrulmuştur. Hiç kimse de O’na denk değildir.’  (112/1-4) buyurulur. Ama “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir.’ (Fetih Suresi, 48/10) ve ‘Rahman (Allah) arşı istiva etti (tahtına oturdu).’  (Tâhâ Suresi, 20/5)  gibi âyetler müteşâbihattandır. Yani bazı İlahî hakikatlar, teşbih ve temsil yoluyla anlatılır. Yani insanlar, ‘Acaba Allah, kâinatı nasıl idare ediyordur?’ şeklinde bir soruya misal ve benzetme olarak bir kralın, bir padişahın tahtına oturup ülkesini idare etmesi gibi bir teşbih ve temsil ile anlatmıştır. Çünkü muhkem âyetler Alah’ın  hiçbir şeye benzemediğini,  yaratıklar cinsinden olmadığını, eşinin ve benzerinin bulunmadığını ifade ediyor. Tevrat ve İncil’de bu ayırım olmadığı için siz bütün âyetleri, muhkemat gibi ele alıyor ve Allah’ı  bir insan gibi zannediyorsunuz. Filimlerde bile yaşlı bir adam gibi kabul ediyor insan yerine koyuyorsunuz. Ayrıca, Kur’an, cinsellik gibi bazı konuları edep dairesinde kapalı bir üslup ile anlatır. Şimdi sizin dediğiniz hususda ağaçtan (şecereden) maksat, şecere, hasep, nesep, nesil, tenasül demektir. Yani birisine şeceresi sorulunca, kimlerin oğlu-kızı olduğu kasdedilmektedir. Zaten Hz. Havva’yı Cenab-ı Hak,  Hz. Âdem atamızın  eşi olarak yaratmıştır. Ama belki de  bir imtihan için henüz birleşmelerine, temaslarına izin verilmemiştir. Onun için “İzin gelinceye kadar yaklaşma!” denilmiştir. Zaten Tevrat ifadelerinden de bu anlaşılmaktadır. Bilgelik ağacı yani iyiyi  kötüyü ortaya  çıkaran  bilgi ağacı demekten de maksat bellidir. Çünkü Hz. Adem temas etti, Kabil doğdu, kötülüğü ortaya çıkardı. Temas etti, Habil doğdu iyilik ortaya çıkarılmış oldu. Yani buradan ‘bilgiye yaklaşma’  mânâsı anlaşılmamalıdır. Şimdi, mecâzî, kinâ-î ve teşbihî  ve temsilî  olarak kapalı bir üslupla söylenen sözden yanlış bir mânâ anlaşılmışsa burada Tevrat’ın ve Mukaddes Kitabın bir suçu yoktur. Suç yanlış anlamadadır.”
İmtihandan sonra orada bulunan birisi arkadaşımıza diyor ki: “Kendi aramızda, sen oradan çıktıktan sonra dedik ki: “Ne güzel anlattı! Biz onlardan istifade etmeliyiz. Bak Müslümanlarda, Tefsir, Hadis ve Fıkıh usulleri var. Biz  de meseleleri  böyle ele almalıyız.” 
Belki de arkadaşlarımızın bu görüşmeleri ve çalışmaları inşaallah  ISTIFÂ’ya TASAFFÎY’e    bir başlangıç olur…
<< Önceki Haber [Abdullah Aymaz] Muhkemât ve Müteşâbihat-1 Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER