Asla Vazgeçmeyeceğim!

Okuma Süresi 11 dkYayınlanma Pazar, Aralık 14 2025
Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, 'Asla Vazgeçmeyeceğim' başlıklı yeni köşe yazısında, verdiği insan hakları mücadelesiyle dikkatleri üzerine çeken eski NBA oyuncusu Enes Kanter Freedom'ı köşesine taşıdı.
Asla Vazgeçmeyeceğim!


Asla Vazgeçmeyeceğim!

Efsanevi genci ilkin bir İskandinav ülkesinde gördüm.

Mülteci çocuklarla basketbol oynuyordu. Bir NBA oyuncusuna dokunmanın, onunla aynı sahayı paylaşmanın heyecanı, yüzlerinden okunuyordu. 

Gittiği her ülkede ölüm ve kaçırılma dahil her türlü karanlık planlara rağmen inandığı hakikati savunmaktan, kıtalar aşmaktan geri durmayan bu efsanevi spor ve barış adamı gerçek bir kahramandı. Neredeyse tüm dünyayı dolaşıyor, çeşitli federasyonların organizasyonlarıyla farklı kültürlerden çocukları bir araya getiriyor, onları barışın ve kardeşliğin etrafında buluşturuyordu.

Kudüs’te Filistinli ve İsrailli çocuklarla aynı potaya top atıyor, birbirlerine pas vermelerini sağlıyor, sporun dilinin sevgi olduğunu hatırlatıyordu. 

Vatikan’da Papa’yla görüşüyor; Ortodoks, Katolik ve Müslüman çocukları aynı çemberde topluyor, onları dünya kardeşliği fikrinde birleştiriyordu. 

Basketbol okulları açmayı hayal ediyordu. 

Ülkeler onu oynatmaktan çekinse de o, tek başına zulme meydan okumayı sürdürüyordu.

Dünyanın en önemli insan hakları aktivisti ve NBA oyuncusu Enes Kanter Freedom’dan söz ediyorum.

Daha 29 yaşındaki bu efsanevi genç yeni çıkan kitabı “In The Name of Freedom” un daha ilk sayfasında, “Özgürlüğün bir bedeli vardır.” diyor. Ve ekliyor: 

“Ben o bedeli ödemeye hazırım.”

Bu cümlenin hazin ve tatlı melodisi, kitabın her satırında bir fon müziği gibi yankılanıyor. 

Kitabın kapağında “NBA'de ve dünya çapında bir siyasi muhalifin insan hakları mücadelesi” yazıyor. 

Yazar, hikâyesini şöyle özetliyor:

“Bu kitap, özgürlüğün bedelidir. Vatanım tarafından reddedilmenin, on yıl boyunca ailemle konuşamamanın, sevdiğim oyunu NBA’de ve başka yerlerde oynamaktan menedilmenin acısından doğmuştur. Avrupa’da gözaltına alınmanın, yabancı bir ülkede kaçırılmaktan kıl payı kurtulmanın, ‘uluslararası suçlu’ damgası yemenin, hakkımda İnterpol tarafından kırmızı bülten çıkarılmasının hikâyesidir. Hapsedilip işkence gören yakınlarımın, aldığım sayısız ölüm tehdidinin, başıma konan 500.000 dolarlık ödülün hikâyesidir. Benim için en değerli olanları feda etmenin ve hayatımın geri kalanında nelerle yüzleşeceğimi düşünmenin hikâyesidir.”

Kitabı iki günde, adeta soluksuz okudum. 

Ve gerçekten, satırların her birinde bu mücadelenin bedeli hissediliyor.

Yazar kitaba çarpıcı bir girişle başlıyor;

Cakarta'da gecenin bir yarısı... 

Güm… Güm… Güm…

Kapımda duyduğum ses bir vuruş değildi; çılgınca bir çarpmaydı. Derin ve bitkin bir uykudan aniden uyandım. 

Saate baktım: 02:30. 

Neler oluyor? 

Yatağımdan sendeleyerek kalktım ve kapıya doğru yürüdüm. Gözetleme deliğinden baktığımda menajerim Mel'i gördüm. Kendisi de yeni uyanmış, gergin ve dağınık görünüyordu. Kapıyı açar açmaz Mel gözlerimin içine baktı ve sessizce, "Hemen gitmemiz gerekiyor,"dedi.

"Ne demek gitmemiz gerekiyor? Yarın bir sürü programımız var.”

"Aşağıda tekin olmayan adamlar dolaşıyor."

Nasıl kaçarız? Otel odamın kapısında silahlı bir muhafız da olmak üzere otelde beni koruyan bir ordu var. 

"Ben onları atlatırım."

Mel ve ben bir merdiven boşluğuna daldık ve otelin arka çıkışına doğru acil durum merdivenlerinden hızla indik. 

Neredeyse her şeyimizi, birçok eşyamızı, devasa güvenlik ekibimize eşlik eden araç filosunu geride bıraktık. 

Kısa bir araba yolculuğu hiç bu kadar uzun sürmemişti. Neyse ki havaalanına vardık. Güvenlikten geçerken nefesimizi tuttuk. Çünkü 2.10 boyunda biri olarak kalabalığın arasından kolayca seçilebiliyordum. 

Her an üniformalı biri omzuma dokunup o korkunç cümleyi söyleyebilirdi: 

"Lütfen benimle gelin." 

Neyse ki böyle bir şey olmadı; belki de kapüşonlu üstümü ve güneş gözlüğümü takmam işe yaradı. 

Tüm vücut tarayıcısından geçtikten sonra ve sert bakışların önünde her şey normalmiş gibi davranarak uçağa bindik. 

Sessizce ülkeden çıkabilmek için dua ettik. Uçağın tekerlekleri yerden kalktığında derin bir nefes aldık.

Endonezya ziyaretimizi organize eden arkadaşımızı aradık.

Ondan duyduklarımıza inanamadık: Otele gelenlerin ordu ve istihbarat servisine bağlı subaylar olduğunu ve beni Türkiye’ye iade etmek için orada bulunduklarını söyledi. 

Uçağımız başkent Bükreş'e indiğinde pasaportumu uzattığım görevli uzun uzun önündeki ekrana baktı.

Ardından yerinden kalkarak arka odaya gitti. Dakikalar suskunluğun içinde uzadı. Bir süre sonra bir polisle geri döndü. 

"Pasaportunuz iptal edilmiş. Ülkeye girişiniz mümkün değil. Hakkınızda yakalama kararı var.’’

Bir anda, dünya üzerindeki hiçbir ülkenin vatandaşı olmamanın ağırlığı üzerime çöktü. Türkiye'ye iade edilmek üzereydim.

Beklemenin işkenceye dönüştüğü anlar…


Zihnimde karanlık sahneler canlanıyordu:

İstanbul Havalimanı...

Ellerim kelepçeli, gözlerim siyah bantlı bir hâlde polis ordusunun arasında yürümek…

Basının çığlık gibi yükselen soruları...

Tam o an, küçük bir mucize sessizce kapıyı araladı.

Beni koruyan polislerden biri tuvalete gitti. Diğeri, bir sır taşıyormuş gibi kulağıma eğildi:

"NBA'i seviyorum. Sizin mazlum insanlar için yaptığınız çalışmaları takip ediyorum. Size bir şey söylemem gerek...

Sizi Türkiye'ye geri gönderecekler. Rumen hükümeti ile Türk hükümeti çoktan iade için konuşmaya başladı."

Boğazım düğümlendi.

Beni ölü görmek isteyen bir ülkeye gönderileceğim düşüncesi içimde fırtınalar kopardı.

Telefonumu çıkardım, kısa bir video çektim:

"Şu an tutukluyum. Bütün bunların arkasında Tayyip Erdoğan var. O kötü, çok kötü bir adam ve bir diktatör.”

Dakikalar içinde takım arkadaşlarımdan Steven Adams ve Russell Westbrook'tan mesajlar yağmaya başladı.

“Dostum, neler oluyor?”

Sosyal medyada #FreeEnes etiketi yayılmaya başladı. 

Oklahoma Senatörü James Lankford ile iyi bir dostluğumuz vardı.

Onu aradım:

"Sanırım Türkiye beni kaçırmaya çalışıyor." 

Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

“Hemen birkaç kişiyi arıyorum."

Kırk beş dakika sonra, takım elbiseli bir adam Rumen muhafızlarla birlikte geldi.

Avucuma bir kâğıt sıkıştırdı:

"İşte biletin. Bu uçağa biniyorsun. Arkana bile bakma."

Dört saatlik uçuşun ardından Londra Heathrow'a indik.

Pilot anons etti:

“Lütfen hiç kimse yerinden kalkmasın.”

Biraz sonra bir polis ordusu uçağa doldu.

En öndeki iki polis bana doğru geliyordu.

Kalbim göğsümde çırpınırken Mel kulağıma fısıldadı:

"Bizim için buradalar."

Silahlı polisler yanıma kadar geldi.

Zaman yine durdu.

Mel'in sesi titriyordu:

"Game over."

"O, ‘’Bitti.’’ demeden hiçbir şey bitmez." dedim.

Meğer aradıkları, tam arkamda oturan bir teröristmiş.

Uçağımız New York'a doğru havalandığında;

"Ey özgürlük... Sen ne güzelsin. Bir ömür boyu senin için mücadele edeceğim, diye haykırdım.”

Enes Kanter’in kitabı bir anafor gibi çekiyor insanı içine; gerçek bir polisiye romanı gibi. 

Kitabı okurken Türkiye’deki kardeşlerimizi düşünmeden edemedim. 

Dingin geceler sabaha akarken çalınan ziller, güm güm vurulan kapılar.

Kapıların önüne yığılan polisler.

“İçeride olduğunuzu biliyoruz, açmazsanız kapıyı kırarız!” diye bağırmalar.

“Demek bu kadarmış.” diyerek çocuklarına son kez sarılan anneler, babalar…

Bileklere vurulan kelepçeler…

Nezarethaneler…

Koğuşlar…

‘’Artık bu ülke yaşanmaz hâle geldi.’’ deyip Meriç’e doğru uzanan yolculuklar.

Ölüm fısıldayan sular…

Çamurlu yollar, yırtık ayakkabılar, delik botlar…

Zifiri karanlıklar…

Nazım’ın dediği gibi; 

Çaylarını bardakta,

Çocukluğunu sokaklarda,

Mutluluğunu kursaklarında, 

Sevdiklerini uzaklarda, 

Gülüşünü fotoğraflarda bırakarak, özgürlüğe yürüyenler… 


‘’Gelmeyin buraya!’’ diyen tel örgüler, beton duvarlar…

Silah sesleri…


Bazen, ülkemi terk etmek zorunda kaldığım o uzun yolculuğu düşünürken, kendimi fedakârlık yapmış biri sanırdım. Oysa Enes Kanter'in kitabını okudukça, içimde bir utanç kıpırdadı.

Bu Hizmet’in insanları göklerde uçmayı sever ama Enes Kanter, sanki memleketi Van’ın yüce dağları üzerinde süzülen bir kartal gibi çok yükseklere kanat çırpıyor.


Kitabında hayatında bir deprem etkisi yaratan bir anısını da anlatıyor:

"Bir gün bir çocukla fotoğraf çektirirken, her zamanki gibi hafifçe gülümsedim.

Tam o sırada yanına bir Uygurlu yaklaşıp, ‘Orada Müslüman kardeşlerin işkence altında kıvranırken, tecavüze uğrarken, köle işçi olarak çalıştırılırken sen nasıl gülümseyebiliyorsun?’ dedi.

Bu söz, hayatımda bir deprem etkisi yarattı.



Ve ilk eylem olarak, giydiğim Nike marka ayakkabının üzerine "Free Uyghurs" yazarak maça çıktım. 

Bu eylem aynı zamanda benim için NBA’deki sonun başlangıcı oldu.


Türkiye’de zulüm gören insanları savunduğum için ülkemi, ailemi, kariyerimi kaybettim, en büyük hayalim olan NBA’ i kaybettim, yıllık 50 milyon dolara yakın geliri kaybettim.


Kaybettiklerim, bana çok daha değerli şeyler kazandırdı. İnsanlık barışına hizmet etmenin her şeyden yüce olduğunu anladım.


Ruhumda bu yüce duyguları mayalayan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vefat haberini aldığımda önce inanamadım.

"Hayır!" dedim. "Onun bu dünyada yapacağı daha çok şey olmalı..."

Uçağa atlayıp vefat ettiği hastaneye koştuğumda, beyaz örtülerin altında huzur içinde yatan bedenine baktım.

Elini tuttum.

Ve fısıldadım:

"Sana söz veriyorum. 

Bu meşaleyi taşımaya devam edeceğim. 

Asla vazgeçmeyeceğim!"


Bu haberler de ilginizi çekebilir