Bir Cizvit Rahibinin Son Arzusu
Bir zamanlar İstanbul’un müstesna semti Harbiye’de Orduevi’nin tam karşısında, sıcak ve samimi bir mekân vardı:
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı.
Geçmişin sessiz ve ihtişamlı izlerini taşıyan bu mütevazı mekân, hemen her kesimden insanın uğrak yeriydi. Cem Karaca, İlber Ortaylı, Mehmet Aydın, Mehmet Altan, Ali Bulaç, İhsan Kalkavan, Mete Tuncay, Ümit Meriç, Ahmet Özhan, İskender Pala, Mehmet Altan, Ali Bulaç, George Marovitch gibi renkli simalarla sık sık bu huzurlu mekânda bir araya gelirdik.
Hocaefendi bazı görüşmelerini burada yapardı.
Bu mekân sadece bir vakıf değil; zamanın ötesine uzanan bir tefekkürün, insanlığın ortak mirasının küçük bir aynasıydı.
Yönetmen Halit Refiğ, sanatçı Bulut Aras, Cemal Uşşak, Erkam Tufan, Gürkan Vural, İsmail Tas gibi birbirinden değerli arkadaşlarla çalışıyorduk. Cemal Uşşak hepimizin Cemal Ağabey’iydi. Her mahallenin barış güvercini gibiydi. Semavî dinlerle ilgili engin bir birikime sahipti.
Bir gün, yanında bir misafirle geldi, misafirin adı Thomas Michel'di.
Cizvit papazlarındandı. Dingin ve vakur duruşu vardı.
Bediüzzaman ve Hocaefendi hayranı bir insandı.
Vatikan İstanbul Temsilcisi George Marovitch gibi, Fethullah Gülen öğretilerinin sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa ışık tutabileceğine inanıyordu.
Thomas Michel, 1941'de St. Louis'de, dindar bir Katolik ailede dünyaya gelmiş. Çocukluğunun sıcak evinde filizlenen inanç, onu genç yaşta Allah’a ve insanlığa hizmet etmeye yöneltmiş.
Rahip olduğunda Allah’a adadığı adımlar, Endonezya sahillerinden Lübnan kütüphanelerine, Konya'nın taş sokaklarından Vatikan'ın sessiz koridorlarına dek uzanmış.
Endonezya'daki Müslüman öğrencilerinin bir gün kendisine söylediği söz, hayatının yönünü değiştirmiş:
"İki din arasında köprü ol."
O güne dek İslam'a dair bilgisi sınırlıdır ama öğrencilerinin içtenliği ve niyeti, gönlünde bir pencere aralıyor. Bu pencerenin ardında onu Chicago'ya götürecek bir yol, ardından Mısır'ın sokaklarında Arapçanın sesi, Lübnan'ın dağlarında Müslümanlarla kuracağı dostluklara uzanıyor. Bu yolculuğun sonunda Vatikan'ın Müslümanlarla İlişkiler Dairesi’nin kapısı ona açılıyor. Belki de hiç planlamadığı ama ruhunun sessizce aradığı bir kapı ona aralanıyor.
1981'den 1994'e uzanan yıllar boyunca Papa ile Müslümanlar arasında bir köprü oluyor. Türkiye ile Vatikan arasında akademisyen değişimi başlatıldığında, yolu Ankara'ya, Konya'ya, İzmir'e düşüyor. Anadolu şehirleri, ona yeni bir dostluğun kapısını aralıyor.
Konya'da altı aylık bir ders programı için ev tuttuğunda, yaşayacaklarının onda derin izler bırakacağını henüz bilmiyordu. Yer döşeğini sırtında taşırken kendisine kim olduğunu soran komşular, "İlahiyat fakültesinde ders veriyorum." cevabını duyunca, hiç tereddütsüz, "O hâlde sen Müslümansın." diye karşılık veriyorlar.
O, "Hristiyanım." dediğinde yüzlerinde en ufak bir şaşkınlık belirmiyor; sadece yardım telaşı başlıyor.
Bir gün üniversiteden döndüğünde, evinin mutfağında pişmiş yemekler, ütülenmiş elbiseler ve toplanmış bir ev buluyor. Bu iyilik, altı ay boyunca bir gün bile aksamadan sürüyor. Ayrılacağı gün, kendisine bunca iyiliği yapan kişilere teşekkür etmek istediğinde, kapıda bekleyen komşudan şu cevabı alıyor:
"Onlarla görüşmene gerek yok. Bunu senin için değil, Allah rızası için yaptılar."
Bu cümle, Michel'in hafızasında Hazreti İsa'nın sözleriyle birleşip kalbine işleyen bir hakikat oluyor.
Bu misafirperverlik, onun ruhunda öylesine derin bir izler bırakıyor ki, yıllar sonra Filipinler'de bir konferansta bile bu hikâyeyi anlatmaktan kendini alamıyor.
Gaziantep'te ise bambaşka bir bağ kuruyor. Bazı işadamlarının , Kamboçya'daki bir okula sponsor olduğunu öğrendiğinde, yıllar önce aynı okulu ziyaret etmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyor. Budist bir ülkede eğitim faaliyetlerine gönülden destek veren Anadolu insanının adanmışlığı onu derinden etkiliyor.
Kimi zaman Filipinler'de çatışmaların ortasında bir Hizmet okulu buluyor: Müslüman ve Hristiyan çocuklar aynı sınıfta, aynı ışığın altında.
Hizmet hareketiyle tanışması, arayış içindeki iki dünyanın birbirine dokunuşu gibidir. Eğitimle, diyalogla ve insanın özüne dokunan çabalarla yoğrulmuş bu hareket, Michel'in kendi ideallerine ayna tutuyor. Türkiye'deki okulları, Kamboçya'da Budist bir toplumun ortasında yükselen eğitim yuvalarını, Filipinler'in çatışmalı bölgelerinde Hristiyan ve Müslüman çocukların aynı sırada oturduğu okulları gördüğünde, "Benim yapmak istediğim ne varsa, onlar da tam olarak onu yapıyor." diyor.
Hocaefendi ile Vatikan'daki tarihi görüşmede bulunuyor ve Urfa'da üç İbrahimî dini bir araya getirecek ortak bir üniversite hayalinin zeminini hazırlamak için görevlendiriliyor. Proje gerçekleşmese de, o günkü umut Michel'in hafızasında asla solmuyor.
Yıllar içinde Hizmet hareketinin fedakâr öğretmenlerinin evlerinde misafir oluyor; geceleri uyanıp onların dua ve ibadet hâlindeki hâllerini seyrettiğinde, "Allah bu gençlerin duasını reddetmez." diye düşünüyor. Onun gözünde bu gençler, taşların altından çıkan filizler gibidir: Sessiz, temiz, güçlü ve dünyaya umut taşıyan filizler.
Onların bir gün dünyayı iyilik ormanına dönüştüreceğine inanıyor.
Şanlıurfa'dan Melbourne'e, Houston'dan Bangkok'a kadar karşılaştığı her Hizmet insanı, Michel'in kalbinde dinler arası dostluğun bir halkası hâline geliyor. Bir kahvaltı sofrasında, bir çobanın Arapça şivesinde, bir öğrencinin sorusunda, bir öğretmenin samimiyetinde bulduğu insanlık, onun için dinlerin ortak nefesi gibi oluyor.
Hizmet'te tanıdığı insanları "Tanrı'nın bana verdiği hediyeler." diye anıyor. Dünyanın neresine gitse bir tebessüm, bir sofra, bir samimiyet onu kendi evinde hissettiriyor.
Kendi insanlarına tavsiyelerde bulunuyor;
“Hayatın yarısı yemek yapmak ve yemekle geçiyor. Öyleyse bu anları, farklı inançlardan insanlarla paylaşacak yollar arayın. Sevginin en sade köprüsü, paylaşılan bir sofradır. Bu çabalara karşı çıkanlar her zaman olur ama yılmayın. Ortam, nefret edenlere bırakılmayacak kadar kıymetli. Bir Müslüman sizi iftara davet ederse gidin; o sofrada yalnız yemek yoktur, dostluğa açılan kapılar vardır.”
Hizmet insanına olan sevgisinin sebebi sorulduğunda ise, “Benim yapmaya çalıştığım ve hayatımı adadığım şeyleri onlar yapıyorlar.” diyor.
Uzun zamandan beri bu soylu ve samimi insanın sağlığı iyi gitmiyordu.
Hastalığı ağırlaşmış ve kısa süre önce kendisine dördüncü evre lenfoma teşhisi konmuştu. Kanser, karaciğerine, dalağına ve akciğerlerine kadar yayılmıştı. Doktorlar, yapılabileceklerin sınırlı olduğunu ve önünde yalnızca birkaç ay kaldığını söylediklerinde, sözlerini ölüm korkusuyla değil, vakur bir teslimiyetle karşılıyor.
Chiang Rai’deki Cizvit topluluğu ona çok iyi bakıyordu.
Lakin hayat bazen, insanın omzuna sessizce çöken bir gölge gibi ağırlaşır. Zaman bir anlığına durur; nefesler, kelimelerin ağırlığı altında kısalır. İşte o an, insan kendi faniliğiyle göz göze gelir; kaçmadan, bağırmadan, yalnızca derin bir kabullenişle.
Son bir kez daha görüşmek, konuşmak istedim ancak yanına giden arkadaşlarımız, konuşmaya mecalinin olmadığını söylediler.
“Gönderdiğim mesajı okuyun ona.” dedim.
Sonra öğrendim ki Abdullah Aymaz Ağabey de aramış ama görüşememiş.
Sesli bir mesaj göndermiş.
Ömrünü diyaloğa adamış olan bu müthiş insan, Abdullah Ağabey’in gönderdiği sesli mesajı dinlemiş ve çok memnun olmuş.
Güz rüzgarları ile aramızdan ayrılan bu güzel insanın, son bir arzusu olmuş:
“Biz Hristiyanlar da, tıpkı Müslümanlar gibi, ölümden korkmayız. Çünkü bizi seven Tanrı’ya döndüğümüzü biliriz. Tanrı'ya, Hizmet'te tanımama izin verdiği birçok harika insan için minnettarım.
Hizmet’teki değerli kardeşlerime, son günlerimi yaşadığımı haber verir ve benim için dua etmelerini söylerseniz çok memnun olurum. "
Yolun açık, ruhun şad olsun, yüreği güzel insan!


















