Bir özür borcunuz var!

Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine İsrail’in müdahalesi sonucu 9 vatandaşımız şehit oldu, ilişkiler gerildi. 6 yıl sonra Türkiye, çerçevesini İsrail’in çizdiği anlaşmayı kabul etti. Oysa Fethullah Gülen Hocaefendi, altı yıl önce bugün gelinen noktaya işaret etmiş, Erdoğan ve çevresinin linç kampanyalarına hedef olmuştu.

Erdoğan 6 yıl sonra Gülen'le aynı kelimeyi kullandı

31 Mayıs 2010’da İsrail Ordusu, İHH ve Özgür Gazze Hareketi’nin organize ettiği Gazze’ye insani yardım taşıyan 6 gemiye uluslararası sularda müdahale etti. 

İsrail komandolarının kullandığı orantısız güç 9 insani yardım ve barış aktivistinin şehit olması, onlarca insanın yaralanmasıyla sonuçlandı. 

Bu olayın ardından Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler hiç olmadığı kadar gerildi.

Bu olaydan tam 6 yıl sonra Türkiye, çerçevesini İsrail’in çizdiği bir mutabakat metnini kabul etmek zorunda kaldı. 

Türkiye’nin İsrail’in anlaşma şartlarını kabul etmesinde bir çok gerekçe gösterilebilir. 

ABD ile bozulan ilişkilerin tamirinde ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren çeşitli davalarda Yahudi lobisinin siyasi ve medya gücününün kullanılabileceği endişesi Erdoğan ve ekibini İsrail’e mahkum etmiş olabilir.

Anlaşmaya göre, Türkiye normalleşme için öne sürdüğü üç şarttan sadece İsrail Başbakanı Netanyahu’nun telefondan şifahi olarak dilediği ve hukuki bir belgeye dönüşmeyen özürle yetinmek zorunda kalacak. 

Gazze ablukası kaldırılmayacak. Tazminat şartları aynıyla gerçekleşmeyecek. Türkiye Gazze’ye yardım faaliyetleri ile ilgili İsrail’in iznini arayacak.

6 YIL ÖNCE 6 YIL SONRA…

Halbuki Fethullah Gülen Hocafendi, bundan tam altı yıl önce çokça tartışılan, linç kampanyalarına malzeme yapılan açıklamalarında tam da böyle söylemişti. 

İsrail’le görüşmeden yapılacak yardım faaliyetleri kabadayılık olur ve de faydalı sonuç vermez diyor ve diplomasinin sonuna kadar denenmesi gerektiğini öğütlüyordu.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, üzücü Mavi Marmara olayından hemen sonra Amerikan Wall Street Journal gazetesine verdiği röportaj, Türkiye’de ve dünyada çok büyük yankı bulmuş, günlerce gündemden düşmemişti.

Hocaefendi, Türk kamuoyuna yansıdığı şekilde, yardım gemileri yola çıkmadan önce İsrail ile gerekli diplomatik temasların gerçekleştirilmiş olması gerektiğini söylemişti. 

Hocaefendi, diplomatik yolların tümüyle kullanılıp kullanılmadığını bilmediğini, İHH’nın adını yeni duyduğunu, ancak söz konusu yöntemin yardım göndermek için faydalı sonuçlar doğuracak iyi bir yol olmadığını, Kimse Yok Mu Derneği’ne bu faaliyetlerin nasıl yapılması gerektiği konusundaki telkinlerini de aktararak izah etmeye çalışıyordu.

RÖPORTAJ TESADÜFEN DENK GELDİ

Doğrusu, Mavi Marmara baskını olduktan sonra Hocaefendi’nin bu tür sorulara muhatap olacağı tahmin ediliyordu. 

Hocaefendi söz konusu mülakattan sonra şöyle demişti: ‘Daha önceden verilmiş bir söz. 

Tam bu hadiseler üzerine röportaj verme kastı yok. Sırtınızda taşıdığınız emanet var sizin. Ulaksınız siz. 

Öyleyse, bir, gücünüz yeter mi? İki, stratejileriniz, değişik taarruzlar karşısında farklı opsiyonlarınız var mı? Üç, Allah’a tevekkülünüz tam mı?’

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu durum karşısında, bugün geçmişe dönüp baktığımızda Hocaefendi’nin haklılığı bir kez daha ortaya çıktı.

Hocaefendi bu röportajının ardından gelen tepkilerle ilgili ise şunları söylemişti: “Allah bize ne vermişse, akıl, mantık, his, vicdan, önsezi, sır, bunların hepsini seferber ederek kullanalım. 

Eskiden ‘ma hulika leh’ine muvafık’ kullanma derlerdi. Yaratılış gayesine uygun kullanma. Kendimize böyle bakınca kendimizi düzeltme imkânı olur. 

Aleyhimizde cereyan eden şeylerde bile yükseltici yan vardır. Onların insanı arındıran yanları vardır. Yalnız bunları Enbiya için düşünemezsiniz. 

Onlar masum ve masun. Emanette emin olmak diyor o zat. Öyle insanlar yetiştirme gayretiniz olmalı. Biz faniyiz, gideceğiz deyip başkalarını hazırlamalısınız.”

PEKİ HOCAEFENDİ NE DEMİŞTİ?

Hocaefendi’nin konuşmaları bu minval üzerine devam ediyordu. Vasat, dinleyicilere her zaman olduğu gibi “dertli söylegen olur” özdeyişini hatırlatıyordu. 

Röportaj sonrası yaşananlara bakınca belki Mavi Marmara, İsrail, İHH hakkında söylediklerinin getireceği yankıyı düşünüyordu. 

Türkiye’nin o dönemde “eksen kayması” diye nitelenen dış politikası, bunun Batı dünyasındaki algılanışı, dünya genelinde hizmetlerin bundan etkilenmesi, yaklaşan seçimler, onca problem, onca varsayım aklından tıpkı bir resmi geçit gibi geçiyordu belki de.

Hocaefendi, büyük ses getiren o röportajında “İHH’nın Gazze’ye yönelik yardım faaliyetini destekliyor musunuz?” sorusuna cevaben, Gazze’de yapılacak yardım faaliyetleri ile ilgili olarak tavsiyelerini soran ‘Kimse Yok Mu Derneği’ yöneticilerine, İsrail ile görüşmeden, istişare etmeden yapılacak her türlü yardım faaliyetinin İsrail tarafından ‘kabadayılık, külhanbeylik’ olarak algılanacağını belirterek bunun da faydalı sonuçlar doğurmayacağını söylediğini aktarmıştı sadece.

“GÜNÜN BAŞBAKANINA MI SORDUNUZ?”

Mavi Marmara katliamını 6 yıl boyunca iç siyasette istismar eden, Hocaefendi’nin sözlerini bağlamından çıkararak Hizmet Hareketi’ne karşı bir linç malzemesine dönüştüren Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail ile varılan mutabakatı takiben İHH’yı hedef alarak aynen şunları söyleyecekti: “Siz kalkıp da Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? Biz zaten oraya gerekli yardımı Gazze’ye bugüne kadar hep yaptık yapıyoruz. Filistin’e yaptık yapıyoruz. Bunları da yaparken bir yerlere gövde gösterisi olsun diye değil, her şeyi uluslararası diplomasi neyse bu diplomasi içinde yaptık; yapıyoruz, yapacağız. Bunları davul zurna çalarak değil edebi adabı içinde yaptık, yapıyoruz.”



O GÜN YAKINLARI TARAFINDAN BİLE ANLAŞILAMADI

Röportajın çıkmasını takip eden gün iktidar yanlısı medya tarafından manüple edilmiş ve ortalık toz dumana karışmıştı. 

İktidar çevreleri tarafından köpürtülen ve bir linç malzemesi haline getirilen röportaj günlerce Türkiye’nin gündemini işgal etmişti. 

Zaman gazetesi bu tartışmaların özenle dışında kalmaya çaba göstermiş ve bu durum da yine aynı basın tarafından “Zaman Hocaefendi’ye sahip çıkmıyor” şeklinde bir algı oluşturma gayretlerinin hedefi olmuştu. 

Oysa Zaman’ın bu tavrı da Hocaefendi’nin tavrıyla uyum içerisindeydi. Hocaefendi bir sohbetinde şöyle diyordu:

“Her şeyin bir vakti merhunu vardır; bekleyip, görelim. Bu heyecan yatışıncaya kadar müsbet-menfi bir şey yapmamak lazım. 

Bazı kişilerin hissiyatlarını hesaba katmak lazım. Hz. İbrahim putlara başkaldırmadı mı diyorlar? 

Sukut duralım; bir şey yapmayalım, mesele kendiliğinden tavazzuh edecek. Tekraren, işin soğumasını bekleyelim. Bizim kimse ile problemimiz yok.”

Hocaefendi’nin açıklamalarına siyasal İslamcı basından sert eleştiriler yükseliyordu. 

Özellikle, Milli Gazete ve Akit gazetesinde. Kadir Mısıroğlu da TV Net’te Hocaefendi ile ilgili vicdanların kaldıramayacağı sertlikte temelsiz eleştirilerde bulunuyordu. 

Kuşkusuz sadece Akit ve Milli Gazete gibi siyasal İslamcı basında değil, aynı zamanda Hükümet’e yakınlığıyla bilinen Sabah ve Star gazetelerinde de Hocaefendi’nin açıklamalarına belli bir nezaket çerçevesinde katılmadıklarını açıklayanlar da oldu. 

Sabah’tan Nazlı Ilıcak, Emre Aköz, Hüseyin Kocabıyık, Star’dan İbrahim Kiras, Mustafa Akyol, Taraf’tan Rasim Ozan Kütahyalı, Radikal’den İsmet Berkan, Cengiz Çandar Hocaefendi’yi bu açıklamalarından ötürü eleştiren yazarlardı.

<< Önceki Haber Bir özür borcunuz var! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER