Bir sikke Bir dolar

''Burada dünyevî saltanat oyuncaklarıyla avunanlar, ötede işin hakikatini idrak ettiklerinde pişmanlık kamçısıyla dövünenler olacaktır. Varsın halden, yoldan, dinin hakikatinden anlamayanlar boş laflarına altın yaldız sürmekle meşgul olsunlar; hayatı davâsı, davâsı da hayatının tâ kendisi olanlar peygamberâne bir tavır ve üslûpla yollarına devam edeceklerdir.''

SHABER3.COM

Nakşıbendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşıbend hazretleri [Hâce Muhammed b. Muhammed el-Buhârî (ö. 791/1389)], uzun yıllar Emîr Külâl hazretlerinin yanında kalmış, tekkesinde tarikat âdâb ve erkânını öğrenmişti. Bu dönemde gördüğü bir rüya üzerine kendisinin doğumundan yaklaşık bir asır önce (617/1220) vefat etmiş olan Abdülhâlık Gucdüvânî’nin rûhâniyetine intisap etmiş ve “Üveysî” lakabını almıştır.

Şâh Nakşıbend (k.s.), bir gün manâ âleminde Abdülhâlık Gucdüvânî hazretleri ile olan görüşmesini anlatırken; “Abdülhâlık Gucdüvânî hazretleri bana döndü, hakkımda çok inayet buyurdu, bir sikke verdi ve şöyle dedi:
- Bu sikkenin kerâmeti odur ki, bunu üzerinde taşıyan zâta nâzil olacak belâlar, bunun bereketiyle o kimseden def olur.(1)

Daha sonra sülûkun başlangıç, orta ve sonlarına ait yüksek sözleri bana beyan buyurdular.” 

*

''Dünya talipleri hep hırs ile mest oldular / Para için daim kendilerini bozdular / Hüdâ’ya yaptıkları ahitleri bozdular / Hepsi Musa’ya düşman, Firavun’a dost oldular” [Seyyid Emir Külâl (k.s.)] dörtlüğünde de dile getirildiği üzere; şan, şöhret, para, makam, mevki vs. hırslarla mest ü sermest olan bu tür dünya talipleri, her şeyi maddeye indirgediklerinden gözleri manâya karşı körelmiştir. Hâdiselere kalp ve vicdan enginliğiyle bakabilme kabiliyetlerini yitirdiklerinden, manevî yönü olan herhangi bir olayı, madde-perestler gibi değerlendirebilmekte, bugünlerde olduğu gibi mecnûnca bahanelerle düşman belledikleri kimseleri derdest edebilmektedirler.

Neden bahsettiğimi tahmin etmişsinizdir; seneler öncesinden planlayıp, senaryosunu yazarak bizzat oynadıkları çakma 15 Temmuz Darbe Tiyatrosunda “1 Dolar” meselesi söz konusu olmuştu. Gûyâ, darbeci cemaat üyelerinin üzerinde Hocaefendi’nin vermiş olduğu 1 dolar varmış ve bu 1 dolar cemaat üyelerinin birbirlerini tanımada kullandıkları bir “şifre” vazifesi görüyormuş. İlk 1 doların söz konusu olduğu günlerde dünya piyasasında kaç milyar adet 1 doların tedavülde olduğu sosyal medyada yer almıştı. Bu zihniyete göre hesap yaparsak dünyanın bilmem kaçta kaçının “terör örgütü mensubu” olduğunu farz edebiliriz. Ancak bunların derdi, tabiî ki dünyadaki 1 dolarların kimlerin üzerinde bulunduğu değil, kendilerine muhalif gördükleri ya da darbe tiyatrosunu yıkmak istedikleri kimselerin üzerinden çıkan 1 dolardır. Hayatlarını halkı aldatmak ve algı operasyonları ile istedikleri hedeflere ulaşmak emeline adamış bu gürûhun çıkarları için yapmayacakları hiçbir şeyin olmadığını hem ilmelyakîn, hem aynelyakîn hem de hakkalyakîn olarak bildik, gördük ve yaşadık. Bunlar memleketimizin kabataslak “siyasal İslâmcı” tayfası. Reislerini ise -menfî manâda- dünyada bilmeyen yok. 

Milleti aldatmak için uydurdukları 1 dolar bahanesini bir kenara bırakarak bir noktaya dikkat çekmekte fayda var; Bir insan sevdiği bir kimseden “hatıra” nevinden herhangi bir eşya alarak saklamak isteyebilir; yerine göre bir saat, bir gömlek, bir takke, bir tespih, bir kalem, bir kitap… Yukarıda Şâh Nakşıbend hazretlerinden nakledilen hâdisede de görüldüğü üzere; manevî yönüne inanılan bir kimseden alınan herhangi bir hediye -bu hediye 1 dolar da olabilir- “bereket” niyetiyle de alınabilir. Bu konu dinî bir mesele değil, tamamen sübjektif ve bireysel bir yaklaşımdır. Hatıra olarak saklamak istenilen şeyin ille de pahalı bir şey olması gerekmiyor; dosttan, arkadaştan, saygıdeğer bir büyükten, âlim bir zattan, mürşid-i kâmil olarak bilinen bir şahıstan alınan her nesne değerli değil midir? Değerli olduğunu onlar da bilirler, ama bugünlerde doğruyu söylemek, doğrudan yana tavır almak işlerine gelmez. Yamacı olmak kolay değil tabiî… Şahsiyetini sıfırlamayanlar o kapıdan giremezler… 

Burada bir hususu daha özellikle vurgulamadan geçmeyelim; darbe tiyatrosuna karıştıkları ileri sürülen şahısların üzerinden çıktığı söylenen 1 dolarların iddia ettikleri gibi Hocaefendi tarafından verildiğine dair elimizde henüz net bir delil bulunmamaktadır. Muhalif bütün medyayı yok ettikleri için doğruluğunu veya yanlışlığını söyleme imkânımız da yok. Malum 1 dolarları, yakaladıkları insanların ceplerine, cüzdanlarına, işyeri ya da evlerine bizzat kendilerinin koymadıklarını nereden bileceğiz. Yapmadıkları, etmedikleri işler değil. Derdest ettikleri masum insanların telefonlarına ByLock programı yükleyip “delil” olarak mahkemeye sundukları herkesin malumu…

Hocaefendi sohbetinde (17.07.2017 tarihli) bu bir dolar hikâyesi ile ilgili olarak; “Evet, bakın, sizin menkıbe gibi, ironi zannedeceğiniz bir şey söyleyeyim size: Hani bir dolar hikâyesi var ya!.. Üzerinde bir (1) rakamı olan, bir dolar meselesi. Onun ile derdest edilenler, bazı kimseleri o mevzuda ciddî israfa sevk etmiş; adamların ellerinde bir dolar varmış, çokça. ‘Başımıza iş açarız!’ diye, götürmüş çöplükte yakmışlar o bir dolarları. Çünkü üzerlerinde bir dolar bulunması, ‘Suç tamam; öyle ise, ceza da tamam verilmeli!’ diye, insanların derdest edilmeleri için yetiyor.” diyor.

Bir dolar hikâyesini bu şekilde anlattıktan sonra, onu da geride bırakacak akıllara zarar “komik” bir hâdiseden daha bahsediyor Hocaefendi; “Bundan daha komik bir şey var: Şimdi nüfus kütüklerine bakılarak tespitler yapılıyor; şu beş on sene içinde dünyaya gelen insanların isimleri sizin tarafınızdan konuyor diye… ‘Baba ile oğlun isimleri birer şiir mısraına kafiye olacak şekilde birbirini tutuyorsa, bu da bu mevzuda yeterli bir suç sayılır.’ Meselâ; ‘Hakan ve Orhan; ‘İşi başlattı Hakan / Devam ettirdi Orhan!’ ‘Ha, tamam, belli!.. Bu da, bu uğursuz şebeke tarafından… Bu da onlardan, falan!..’ Evet, hilâf-ı vâki beyanda bulunmuyorum. Bu işi takip etmek için ekip, hususî bir ekip kurmuşlar.”

Tarihte eşine rastlanır bir durum değildir bu. Şeytanın bile aklına gelmemiştir. “Çünkü” diyor Hocaefendi, “şeytanın dediği şeyler Kur'ân’da anlatılıyor; ben biliyorum onun dediklerini, biliyorum ben onu.

“Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A‘râf, 7/16-17) ‘Sağdan, soldan, önden, arkadan gelirim!’ diyor, ‘Bunları, tepeden vururum, bazen!’ diyor. Fakat aklına gelmemiştir böyle şey. Demek ki, bir müctehid derecesinde kötülük kabiliyeti var bunlarda. Sürekli, şeytanın borazanı haline geldiklerinden dolayı, dinlediğiniz nağmeler de şeytanın borazanından çıkan ses oluyor.”

Peki, bu kadar şiddet, nefret ve hiddete karşı, gerçek mü'minler bu dönemde nasıl bir tavır takınacaklardır? Maksadı, her şeye, ama her şeye rağmen üzüm yemek olan Hocaefendi bu konunun cevabını Kur'ân’ın tayfları, Hz. Peygamber (sav)’in tavır ve beyanları çerçevesinde şöyle açıklıyor:

“Böyle bir dönemde, siz, bu vahşeti, bu denâeti, bu şiddeti, bu hiddeti ancak re'fetinizle, şefkatinizle kırabilirsiniz. Zîrâ ‘mukâbele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi’ne girerseniz, hatta sözünüzle/beyanınızla ‘Bunlara laf yetiştirelim!’ derseniz, meseleyi büyütmüş olursunuz, ikiye katlamış olursunuz. Musîbet ve belâ, ikileşmiş olur. Basit iken, bir vâhid iken, bu defa muzaaf (katlanmış) olur. Siz, yerinizde durursanız, hatta onların uzaklaşmalarına rağmen, şöyle yarım adım, bir karış onlara yaklaşırsanız, mesafenin çok açılmamasına vesile olmuş olursunuz ve onun mükâfatını da mutlaka görürsünüz. Ama onlar kötülükleriyle on kilometre uzaklaştığında, ‘Biz de o kadar uzaklaşalım!’ derseniz şayet, aradaki mesafe yirmi kilometre olur. Sonra bir gün pişman olursanız, onlar da pişman olurlarsa şayet, nedâmet duyarlarsa, yirmi kilometrelik bir mesafeyi kat‘etmek icap eder. Bence, arayı açmamak lazım; yeni mesafeler oluşturmamak lazım.

Durduğumuz yerde durmamız, yaptığımız şeyleri yapmamız, Allah’ın izni ve inâyetiyle, gelecekte karşımıza çıkacak devâsâ problemlerin halli adına çok önemli, müşkül-küşâ anahtarlardır, mülahazalardır. Hatta bazıları çok fazla bulabilirler: Bence şefkatiniz adına bile bir şey kaybetmeden, durduğunuz gibi durmalısınız, kucakladığınız gibi kucaklamalısınız. Bir gün birileri hiss-i nedâmetle dönüp geldiklerinde, hemen sizin bakışınıza, yüz çizgilerinize ve tebessümlerinize bakıp kendilerini sizin kucağınıza atmaya onları itmelisiniz. İtmeli mi? Çekmelisiniz!.. İle’l-merkez bir güç ile ki, bu ‘merkez-çek’ demektir; ‘ile’l-merkez’ bir güç ile kendinize çekmelisiniz. Çehrenize bakan, şayet önyargısı yoksa, inadında, temerrüdünde hâlâ ısrarlı değilse, güvenle dolacaktır. Abdullah İbn Selâm gibi, bir kere bir çehreye bakış, yetecektir ona. Hemen kendisini o kucağa atacaktır; ‘Vallahi bu çehrede yalan yok, irdeme (beğenmemek, istememek, nefret etmek) yok, kovma yok, tard etme yok; emniyet var, güven var, şefkat var!’ diyecektir.

Maldan, candan ve meyveden, semerâttan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla da bir şekilde imtihan… Fakat mü'min bütün bunlar karşısında, sabra kilitlenmelidir.
‘Müjdele o sabırlıları!..’ diyor. Evet, bütün bunlar karşısında, 

‘Hayr, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır; hayr, Allah’ın takdir ettiğindedir; hayr, Allah’ın izin ve meşîetiyle vukua gelendedir.’ diyen insanlar müjdeleniyor. ‘Sen bunları müjdele, onlara bişârette bulun!’ deniyor. Türkçemizde ‘beşâret’ diyoruz, mahzuru yok, galat-ı meşhur. ‘Bişârette bulun!’ diyor, ‘Müjdele bunları!’ Ne ile müjdeliyor? Bir yönüyle, ‘Ahiretlerini teminat altına almakla müjdele. Cennet’e girmekle müjdele. Cemâl-i bâ-kemâli görmekle müjdele!’ demek.



'Ki onlar, başlarına bir musîbet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz (O’nun mahlûku, O’nun kulları, O’nun mülküyüz; O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder) ve zaten O’na dönmekteyiz.’ der (ve bu inançla, bu şuurla davranırlar).’ (Bakara, 2/156)”

Burada dünyevî saltanat oyuncaklarıyla avunanlar, ötede işin hakikatini idrak ettiklerinde pişmanlık kamçısıyla dövünenler olacaktır. Varsın halden, yoldan, dinin hakikatinden anlamayanlar boş laflarına altın yaldız sürmekle meşgul olsunlar; hayatı davâsı, davâsı da hayatının tâ kendisi olanlar peygamberâne bir tavır ve üslûpla yollarına devam edeceklerdir. 

Evet, keselerini dolar ve altın doldurmakla meşgul kimselerin başkalarını aynı neviden karalamalarını ve iftirada bulunmalarını çok görmeyelim. Herkesin kendi karakterinin gereğini sergilediğini unutmayalım ve hem burada hem de ötede kurulacak Adalet Dîvânını dualar eşliğinde bekleyelim.

Levni Kayı

1)Altun Silsile Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye-i Aliyye, (Haz. Abdülkadir Dedeoğlu), İstanbul ty., s. 191.
<< Önceki Haber Bir sikke Bir dolar Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER