Cebr-i Hicret ve Dünyanın Bize Sunduğu Kredi

Üç Said kitabının yazarı Yazar Fikret Kaplan yazılarıyla artık Samanyoluhaber.com'da . Fikret Kaplan ilk yazısında ' Cebr-i Hicret ve Dünyanın Bize Sunduğu Kredi' başlığında yaşananları analiz etti

SHABER3.COM



Fikret Kaplan - Samanyoluhaber.com 

Lev Nikolayeviç Tolstoy, ömrü boyunca ‘Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Hayatın anlamı nedir?’ sorularına cevap aradı. 1910 yılının Kasım ayında yağışlı bir gecede, yanına küçük kızını da alarak evinden çıktı. 82 yaşındaki bu yaşlı adamın tek gayesi hayatın anlamını çözmekti. 
Tolstoy’un, yaşamın gayesini öğrenme merakı, evinden ayrıldığı o günden tam yetmiş bir yıl önce, 11 yaşında bir delikanlı iken başlamıştı. 1838 yılında henüz 11 yaşında iken Voladga adında liseli bir çocuk bir pazar günü evlerine gelmiş ve ailesinin gönlünde yarım yamalak inşa ettiği inancı bir çırpıda yıkıvermişti. Voladga, hiç görülmemiş bir heyecanla okulda keşfedilmiş olan büyük bir bilgiyi onlarla paylaşmıştı. 
Büyük bilgi şuydu: 
“Tanrı diye bir şey yok, bize öğretilmiş olanların hepsi uydurma şeyler.” 
Bu haberle hem kendisi hem etrafındaki çocuklar bambaşka duygulara kapılmışlardı. Gerçeğin bu olduğuna inanmak istemişlerdi. Çünkü ailelerinden öğrendikleri inanç esaslarıyla hayatta yaşadıkları birbirileriyle tamamen çelişiyordu. İnanç, sadece gönülde yer alan ve kesinlikle yaşamda yeri olmayan bir takım kurallardan ibaretti. Hevesler oldukça tatlı, faziletler de ağır ve nefse zor gelince bu yeni buluşa hemen yapışmışlardı. Daha sonraki yıllarda Voltaire ve onun yolunu takip edenlerin dine olan düşmanlıkları, inancı hafife almaları Tolstoy’daki boşluğu daha da arttırmıştı.
Tolstoy, inançla hiçbir şekilde kesişmeyen bir yaşamın pençesinde dinden hızla uzaklaştı. Ömrünün en verimli ve heyecanlı devresinde ‘kültürlü’ dediği insanların inanca ters düşen hayat tecrübelerini buldu önünde. Bu deneyimler içinde, birçok formaliteden ibaret olan inanç öğretisinden hiçbirinin yeri yoktu. İnsanlarla olan ilişkilerinde pek rastlamıyordu ona. Çocukluk günlerinden kalma inanç kırıntıları da, yaşadığı hayatın inançla uyuşmayan olumsuz etkileri altında zamanla eriyip gitti kalbinden.
Bunun yanında, vicdanının ve ruhunun henüz ölmemiş derinliklerinde en azından iyi bir insan olma duygusu hep devam ediyordu. Fakat ahlâklı insanların toplumda pek yeri yoktu. İyi bir insan olma arzusunu hayata geçirmeye çalıştığında inanılmayacak şekilde küçümseniyor, alayla karşılanıyordu. Kendini olumsuz duygulara kaptırdıkça da alkışlanıyor, teşvik ediliyor; yetişkin ve imtiyazlı insanlar arasında başköşeye oturtuluyordu. Hal böyle olunca o da herkes gibi toplumun bu genel akışına bıraktı kendisini. 
Bu gel-gitlerin yol ayrımında yalnızdı Tolstoy. Aynı zamanda gençti, hırslıydı, arzu ve istekleri vardı. Etrafında elinden tutup onu saplandığı bataklıktan kurtaracak kimse yoktu. O da yıllarca insani duygulardan uzak sefil bir hayat yaşadı. 
Ancak bu sefil hayat bir noktadan sonra onu mutlu etmemeye başladı. Tolstoy, materyalizmin bütün yıkıcılığına karşı kendisini ruhen tatmin edecek bir şeye inanmak istiyordu. Buna çok ihtiyacı vardı. Fakat neye, nasıl inanacaktı? Bunu bilmiyordu. Haykırışlarına cevap verecek kimse de yoktu. Nereden gelip nereye gidiyordu? Bu akıp giden hayatın anlamı ve sırrı neydi? Neciydi? Kimdi bu âlemde? Sonunda, toprak altında çürüyüp gideceği bir hayat için bunca debelenmek niye? Bütün bu hırslar, çabalar toprak altında kurtçuklara yem olmak için miydi?
Yaratılışın gayesini bulmak için yoldaki izleri tek tek sürdü Tolstoy. Kitapların, filozofların ve bilimin akla açtığı yollarda tüketti mesafeleri. Akıl ve kalbin med-cezirinde bir ‘medet’ ümidiyle dilendi durdu. Ne yazık ki, gayretleri hakikate ulaştıramadı onu. Uğradığı her menzilde aradığını kendisine şerh edecek bir ümide rastlayamadı. Kapılar bir bir kapandı yüzüne.
Hakikati bulma uğruna, her seferinde acı bir hüsranla sonuçlanan bu gayretlerini, kuyudaki ejderhanın ağzına düşmek istemeyen o yolcunun çırpınışlarına benzetti Tolstoy.
“Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masalını kim bilmez ki; seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için susuz bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Elleri uyuşur ve az sonra, kendisini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder; ama hâlâ sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. O sırada biri beyaz biri siyah iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp dalı kemirmekte olduklarını görür. Birkaç dakikası vardır, çalı kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görür ve kurtulma şansı olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. İşte tam bu sırada çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur. İşte, ben de aynen öyleyim, ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bazen bu azaba niye düştüğümü bir türlü aklım almıyor. Ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum. Ama bal bana tat vermez oldu artık; beyaz ve siyah fareler, gece-gündüz tutunduğum dalı kemirmekteler. Ejderhayı açık seçik görüyorum ve bal bana tatlı gelmiyor artık. Ben sadece, kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyorum; gözümü onlardan çeviremem. Ve bu bir masal değil, gerçektir. Aksi ispatlanamaz ve herkesin algılayabileceği bir hakikattir.”
Bediüzzaman’ın da Sekizinci Söz’de ifade ettiği gibi dünya bir çöldür. İnsan ise bu çölde belli bir süreliğine yolculuk etmekte olan bir seyyah. Ejderhanın ağzına düşmemek için kuyunun duvarındaki incecik dala tutunan o biçare seyyah, Tolstoy’un şahsında varlığın yaratılış gayesini çözememiş, sürekli arayış içinde olan bütün bir insanlıktır aslında. İnsan, kuyunun duvarında tutunduğu o nazenin dalın siyah ve beyaz iki fare (gece ve gündüz) tarafından sürekli kemirildiğini, birazdan dalın kopacağını ve ejderhanın ağzına düşeceğini gördüğü halde, kendisini bu durumdan kurtarmaya değil, tutunduğu daldan sızan bal damlacıklarını yalamaya adamış. 
Tolstoy, bu hakikati görüyordu. Fakat aklını ve kalbini hâdiselerin perde arkasına çevirecek sırrı bilmiyordu. Bu acizlik içinde hayat dalından sızan balı bir müddet daha yalamaya kaptırdı kendini. Akıl ve mantıkla anlamını bir türlü çözemediği bu hayata ancak zihnini uyuşturarak devam edebilirdi.
Bunun yanında, hayatın anlamını inkâra dayalı cereyanlar, toplumda öylesine iddialı, öylesine büyüleyici idi ki insanın bunların önüne set çekmesi, o cazibeye kapılıp mahvolmaması mümkün değildi. Ve bütün bu tazyikler karşısında yalnızdı genç adam, kendisine uzanacak bir yardım eli bulamayacak kadar yapayalnız. Kollarını makas gibi açarak ‘dur, burası çıkmaz sokak’ diyecek birilerini bulamıyordu etrafında. 
Yaşamı, öyle çok düşünmeye de gerek yoktu. Hayat, insanı bir yerlere götürüyordu ya, gerisi önemli değildi. Çevresinden aldığı en olumlu nasihat buydu.
Bir ara etrafındaki insanlar onu başka bir yola sürüklediler. Onlara göre hayatta önemli olan tek şey ilerlemeydi. Olabildiğince insanların nazarında mükemmelleşme. Belli bir mevki sahibi olma.
Tolstoy ‘mükemmelleşme’ hususunda zamanın adımlarını bir müddet izledi. Dönemin en ünlü edebiyat dergisi olan Sovremennik’te (Çağdaş’ta) çok canlı bir üslupla yazılar yazdı ve hemen başarı kazandı. Daha sonra “İlk gençlik” ve “Gençlik” yapıtlarını ortaya koydu. 1857’de Avrupa’ya gitti, Almanya, İsviçre ve Fransa’yı dolaştı. Kendini eğitime verdi ve köylülerin eğitim sorunlarıyla ilgilenmeye başladı. Köylü çocukları için okul kurdu. 1860’da yine Almanya, Fransa ve Belçika’ya gitti. Eğitim kurum ve uygulamalarını ayrıntılı olarak inceledi. Bu çalışmaların sonunda geliştirdiği düşüncelerini yaymak için bir pedagoji dergisi çıkardı.
Tolstoy Avrupa’nın sunî ve maddeci uygarlığını beğenmedi. İnsanın doğal yapısını bozan bu sunî dünya da onu mutlu etmedi. Bir süre sonra yine arayışa girdi.
İnsanların nazarında mükemmelleşip belli bir mevkiye sahip olma duygusunun yaşam için yetersiz ve boş olduğuna Tolstoy’u uyandıran hâdise kardeşinin ölümüydü. Kardeşi hayata tutunmak için çok gayret gösteren iyi bir insandı. Niçin yaşadığını ve niçin öldüğünü hiç anlamaksızın, bir yıl çektiği hastalıktan sonra genç yaşında ıstırap içinde öldü. Çok sevdiği bu insan, akıl, kalb ve ruhun gerçekte hangi amaca hizmet etmesi gerektiğini anlayamadan uçup gitmişti bu dünyadan. Tolstoy, bu anı hiç unutmadı. Unutamadı. O günden sonra nasıl yaşaması gerektiğini bilemedi. Daha bir yıl öncesine kadar gözlerinden hayat ışıltısını okuduğu kardeşini gömmüştü toprağa ve o bir daha asla geri gelmeyecekti. Bunu hiç kabullenemiyordu. Bu üzüntüyle tekrar bunalıma düştü. 
Tolstoy, hayatın anlamı ve sırrı konusunda zihninde beliren soruları uyuşturmak için çareyi evlenmekte buldu. 1862’de bir doktorun kızı olan Sofya ile evlendi. Sakin bir yaşam sürmeye başladı. Kumarı, eğlence dünyasını terk etti. Mutlu bir aile hayatının oluşturduğu yeni şartlar, onu hayatın anlamını araştırmaktan tamamen alıkoydu. Bu sıralarda bütün hayatını ailesi, eşi ve çocukları doldurdu. Tolstoy, kendisini ailesine adamış bir çiftçi olarak toprağını işletirken, bir yandan da ona dünyaca ün kazandıracak olan büyük romanlarını yazdı. 1865-1869 yılları arasında Harp ve Sulh’u, 1873-1877 yılları arasında ise Anna Karanina’ yı dünya insanlığına hediye etti. Romanları dünya çapında büyük başarılar elde etti. On beş yıl böyle geçti. Fakat bir süre sonra ailesi, sahip olduğu mal mülk de içindeki ebed arzusunu tatmin etmedi. Ruhu ‘Ebed! Ebed!’ diye inlemeye başladı. Şüphe anları zihnini yeniden sardı.
“Pekâlâ, Gogol’dan, Puşkin’den, Shakespeara’dan, Moliere’den, dünyanın bütün öteki yazarlarından ünlü olacaksın da ne olacak sanki?” 
Bunları hiçbir şekilde cevaplandıramıyordu. 
Tolstoy, maddi olarak refahını sağlayacak bütün imkanlara sahipti. Fakat, hayat sadece cismaniyyetten, maddi kazanımlardan ibaret değildi. İnsanın bir ruhu, bir kalbi ve olmazsa olmaz manevi ihtiyaçları da vardı. Bir de, insan gaye-i hayaliyle yaşar. Tolstoy’u aklen tatmin edecek, ruhen coşturacak bir gayesi yoktu. Hayat, anlamsız bir şey olarak önünde duruyordu.
Bu şekilde sırf yaşamış olmak için yaşayıp gidiyordu. Adım adım bir uçurumun kenarına geldiğini ve kardeşi gibi önünde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok iyi görüyordu. 
“İşte böylece sağlıklı ve mutlu bir adamın, artık yaşayamayacağı duygusuna kapılması söz konusu oldu. Karşı konulmaz bir güç, beni her nasılsa kendimi hayattan kurtarmaya itiyordu. Kendimi öldürmek istediğimi söyleyemem. Beni hayattan uzaklaştıran güç, iradeden daha yaman, daha ağır, daha kapsamlıydı. Ne kadar kuvvetim varsa hepsini kullanarak hayattan kaçıyordum. İntihar fikri bana, aynen daha önceleri hayatımı geliştirme fikri gibi normal geliyordu. Bu düşünce öyle çekiciydi ki, bir an önce uygulamamak için her türlü çareye başvurmam gerekiyordu. Acele etmek istemiyordum. Sebebi; çünkü bu karışıklığı açığa kavuşturmak için denemediğim hiç bir şey kalmasın istiyordum. Bunu başaramayacak olursam, öteki işi nasılsa yapacaktım… O sıralar her türlü ipi saklıyordum. Her akşam, üstümü değiştirdiğim odada, dolapların arasında kendimi asmayayım, yani hayattan kurtulma konusunda o kolay çareye başvurmayayım diye. Ne istediğimi kendim de bilmiyordum. Hayattan korkuyordum, ondan kaçıyordum ve her şeye rağmen ondan yine de bir şeyler ümit ediyordum.”
“…Hayatımdaki hiçbir harekete akıllıca bir anlam veremiyordum. Bugün –yarın- hastalık ve ölüm, sevdiğim insanları ve beni yakalayacak ve geriye pis koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak. Başarılarım, nasıl olursa olsun, er geç unutulacak ve ben hayatta olmayacağım. O halde bütün bu çaba niye? İnsanoğlu bunu nasıl göremez ve yaşamaya devam eder, bu şaşılacak bir şey doğrusu!”
Tolstoy, son bir çare olarak 11 yaşından itibaren yıkmaya çalıştığı inanca tekrar sarıldı. İnsanın yaşama gücünü aslında inançtan aldığını yeniden fark etti. İnançsız bir hayat, boş, anlamsız ve karanlıktı. Hıristiyanlığa, kiliseye can simidi gibi sarıldı. Fakat burada da büyük bir hüsran yaşadı. Can havliyle sığındığı bu inanç kalesi ve onun çok katı, mutaassıp mensupları Tolstoy’u bu ümidinde de hayal kırıklığına uğrattılar. Din, tamamen insanların arzu ve istekleri doğrultusunda kurgulanmış bir kısım tafsilatlar halini almıştı. İnsanın ruhunu Yüce Yaratıcı’ya doğru şahlandıracak metafizik gerilimden yoksundu. Çürümüş, kokmuş adet, gelenek ve göreneklerden ibaret sayılıyordu inanç. Tolstoy, aklıyla beraber bu sefer kalbini de kaybetmek üzereydi. Ne yapmalıydı? Hayalle hakikati ayıklamalıydı. Hakkı batıldan ayırmalıydı. “Dogmatik Teolojinin Eleştirisi”, “O halde ne yapmalıyız?” ve “Tanrının Hükümdarlığı İçinizdedir” gibi kitaplarla Hrıstiyanlıkla ilgili düşüncelerini açıkladı. Karanlık içinde küçük bir fenerle de olsa doğruyu göstermeye çalıştı. Bu düşünceleri onun 1901’ de kilise tarafından aforoz edilmesine yol açtı.
Tolstoy, ruhunun derinliklerinde zaman zaman kendisini gösteren o iyi insanın görüşleri doğrultusunda mülkünden vazgeçmek istiyordu. Ama eşi ve yakınları buna izin vermediler. Bu arada, bunu hazmedemeyen ve eski konumunu sürdürmeye çalışan ailesiyle arası açıldı. 1909 yılında ailesini kesin olarak terk etmeye karar verdi. Kendine daha huzurlu olabileceği bir yurt aradı ve İstanbul’da karar kıldı.
Ömrünün son günlerinde, 82 yaşındaki Tolstoy, yağışlı bir gecede ruhunun ebed arzusuna son bir umutla cevap bulabilmek için küçük kızıyla evden kaçtı. Fakat ihtiyarlığın getirdiği sıkıntılar ve hastalık peşini bırakmadı. Çıktığı bu son yolculukta hastalık ağır basınca yola devam edemedi. 1910 yılında mütevazi bir tren istasyonunda, İstanbul’a hareket etmek üzereyken hayata gözlerini yumdu. 
Tolstoy’un, kalbinin “Ebed!” arzusuna çare bulmak için İstanbul’u nasıl ve neden tercih ettiği bilinmez. Yalnız, şu husus açık ve net olarak biliniyor ki, manevi değerlerin büyük bir kaosla yıkılıp gittiği bunalımlı bir asrın insanları için bir doktor ve reçeteye ihtiyaç vardı. Üstad Bediüzzaman Said Nursi bu hastalıklara çareler sunan reçeteyle meydana atılacaktı. Ne yazık ki o da, 1909 yılında İstanbul’da idamla yargılanıyordu. Hâlbuki Bediüzzaman 31 Mart hâdisesinde kimsenin yanaşmaya dahi cesaret edemediği pek çok olayda yatıştırıcı bir rol oynamıştı. Ortalığı savaş alanına çeviren asi askerlerin önüne çıkarak kışlalarına dönmeleri ve subaylarının emirlerine itaat etmeleri için onlara müthiş konuşmalar yapmıştı. Nasihatla sert ikazlarda bulunmuştu. Gerçekleşmek üzere olan birçok facia, onun korkusuzca önüne geçmesiyle engellenmişti. Fakat 31 Mart Hâdisesi’nin sorumlularını yargılamak için kurulan Askeri Mahkeme, başka hesaplar peşindeydi ve Bediüzzaman’ı Volkan gazetesinde yayınladığı yazılar sebebiyle idam sehpasına çıkarmak istiyordu.
Askeri Hâkim Hurşid Paşa, mahkemenin penceresinden, idam sehpalarında asılmış olan 15 kişinin cesetlerini göstererek şöyle diyordu;
– Sen de şeriatın uygulanmasını istemişsin. İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.
Dünyanın herbir istasyonunda, evinin bir köşesinde, sokakta, çarşıda, pazarda Tolstoy gibi asrın garip insanlarının olduğunu düşündükçe başka bir pencereden bakıyorsunuz bu süreçte yaşanılan ağır imtihanlara. İnsanlık bu değerlere muhtaçken Türkiye’nin dar sınırları içinde kalıp durmamalıydık. Allah bu hizmet hareketini bir dünya hizmeti yapmayı murad buyurduğu için cebr-i lutfi sevketti hepimizi dünyanın dört bir tarafına.  
Bugün yaşadığımız ağır şeyler kat’iyen bizi ye’se atmamalı, bizi inkisara uğratmamalı, yapmamız gereken şeylerden bizi geri koymamalı. İhlas ve uhuvveti bozmadan güzergah emniyeti içinde yolumuza daha coşkun bir heyecanla devam etmeli. 
Üstad Hazretleri, Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, onun yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” Şe’n-i rububiyetin gereğine karışmam, ne dilerse onu yapar.  
Herbirimiz bu mülahazaya bağlı, Kitap ve Sünnet çerçevesinde yapması gerekli olan şeyleri yapmalı, ne dostun vefasızlığından, ne de düşmanın cefasından sarsılmamalı. Kimseyi de karşısına almamalı, garazî hareket etmemeli, yaptığı şeyler tepki edalı olmamalı; bunlar ihlası yıkan, götüren şeylerdir. Fakat, doğru bildiği şeyin müdafaasından da geriye durmamalı. Aksi takdirde doğruya karşı saygısızlık yapmış olur.
Yaşadığımız onca sıkıntılardan sonra, bir yerlerde yaptığımız hizmetler bitti diye kenarda oturarak sürekli eleştirip duran veya yeniden bir vazife daha talep edip bir beklentiye giren insanlarla gönüllere girebilir miyiz? İlle herkes tarafından kabul edilmek, hüsn-ü kabulle karşılanmak, takdir görmek.. bu türlü beklentilere girmemeli. Bizim beklediğimiz bir şey var, o da Allah’ın hoşnutluğu ve bizim o meseleyi ihlasla O’na karşı sunmamızdır.
Bize dünyada birçok yerde sahip çıkıp bu kadar güven duyuluyorsa, bu bizim için büyük bir kredidir. Kendi hesabımıza ondan bir şey koparmak suretiyle o krediyi kaybetmeyelim. Bu defa o yol da tıkanır ve bir daha çok zor açarız onu. Güven sarsılmamalı. Ruhumuzun ufkuna yürüyeceğimiz ana kadar… “Acaba bir garibin daha elinden tutup başını okşayabilir miyiz?” demeli. 
   

<< Önceki Haber Cebr-i Hicret ve Dünyanın Bize Sunduğu Kredi Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER