Dini telkin eden mabetler, mezar taşları...

Samanyoluhaber.com yazarı Safvet Senih yazdı...

SHABER3.COM

Dini telkin eden mabetler, mezar taşları...

Lemaat Risalesi'nde, Üstad Hazretleri, “Ulemâ azaldı, ne keyfiyet ne kemiyet kaldı. Bir zaman gelecek de dinimiz sönecek diye korkuyoruz.” diyen ümitsiz ve kötümserlik ile hasta olan birisine şöyle cevap veriyor: “Nasıl kâinat söndürülmezse, İslâmî iman da sönmez. Öyle de yer yüzünde çakılmış çiviler hükmünde her an bulunan İslamın alâmeti olan ezan ve Ramazan gibi şiarlar, dinî minareler, İlâhî mabetler, dine ait işaretler, izler ve eserler söndürülmezse, İslâmiyet devamlı parlayacaktır! Her bir mabet bir öğretmen olmuş, fıtrî ve  doğal  hâliyle insan tabiatına ders verir. 

İslâmın alâmeti her bir mesele de birer üstad olmuştur; onların hâl dilleri, dînî telkini, hatasız ve unutmadan yapar dururlar. İslâmiyetin sembolü ve şiarı olan herşey, bilgin birer hocadır; İslâmın ruhunu, daima nazarlara ders veriyor. Asırların geçmesiyle, zamanın sürekliliğinin sebebiyle, güyâ İslâmiyetin nurları, İslâmi işaret ve sembollerin içinde güyâ tecessüm edip gözle görünür hâle gelmiş. 

Güya, İslâmiyetin temiz tadlı hoş suyu, mabetleri içinde katılaşıp kuvvetlenerek birer iman sütunu olmuş. Güya İslâmî rükünler, eserleri ve izleri içinde bedenleşmiş. Güya, İslâmî rükünler, âlemleri içinde taş kesilerek birer güçlü elmas sütun haline gelmiş. 

Bütün bunlarla yer ve gökler birbirlerine bağlanmışlar. Bilhassa bu Mucizeli Beyan, Hatip Kur’an, daima tekrar tekrar ezelî bir hutbe okur ki, İslâmiyete ait bölgelerin dört bir tarafında, tâlimini işitmeyen ve nutkunu dinlemeyen hiçbir köy, hem de hiçbir mekân kalmamıştır. (O talim ve nutuk da şudur:) ‘O Kur’an’ı Biz indirdik, O’nu muhafaza edip koruyacak da Biz’iz.’ (Hicr Suresi, 15/9) sırrı ile HÂFIZLIKTIR; pek de büyük bir rütbe. Kur’an’ın okunması ise, insanların ve cinlerin ibadetidir.”

Hatıratında Ali Ulvi Kurucu Ağabey “İstanbul’un Müslüman Güzellikleri”nden bahsederken diyor ki: “Kahire’de çıkan el-Musavvar gazetesinde, 1945 yılı idi, bir makale görmüştüm. Başlığı ‘Allah’ı Hatırlatan Şehir’ idi. Yazarı Fikri Abaza Paşa, zamanın büyük kalemlerindendi. Başmakaleler yazar ve yazıları okunurdu. Çerkes asıllı bir sivil paşa idi. Paşa İstanbul’a gitmiş… Makalesinde İstanbul’u anlatıyor ve şöyle diyordu: İslâm’la Damgalı Şehir… İstanbul, her semti, her sokağı, her köşesiyle bana Allah’ı hatırlatan bir şehirdir… Bu şehir kadar, câmii, mescidi, mabedi, medresesi, tarihi eserleri bulunan bir şehir görmedim. Bu şehir, İslam’ın damgasını her semtine, her caddesine, her sokağına vurmuş… 

“Osmanlı padişahları, paşaları, Osmanlı büyük adamları, İstanbul’un güzel yerlerine, en yüksek, görünür, tatlı, ihtişamlı, heybetli tepelerine, zirvelerine câmi yapmışlar… Binaenaleyh göze çarpan güzelliklerin içinde daima, insana Allah’ı hatırlatan, bir câmi, bir mescid, bir medrese görüyorsunuz. 1980’li yıllardaydı, damadım Dr. Hayreddin’le beraber ailecek İstanbul’dan Ankara’ya geldik. Ankara’dan Konya’ya doğru yola çıktık. Yolda arabanın camından bir an için gözüme dört minareli muazzam bir câmi, tepe üzerinde, muhteşem kubbeli bir cami göründü. Şaşırdım; hayretler içinde damada sordum: ‘Doktor, biz Edirne’de miyiz, Ankara’da mıyız?’  O da ‘Ankara’dayız efendim.’ dedi. Ben ‘Ayol, Ankara’dayız da, bu Selimiye Câmii’nin burada ne işi var!’ dedim. 

“Allah şâhidimdir. Hayretler içinde kaldım. Ankara’da bu kadar şaşaalı, bu kadar ihtişam çerçevesi içinde billurlaşan bir tabloyu göreceğimi zannetmiyordum. Damadım: ‘Efendim, işte bu Kocatepe Câmii'dir.’ deyince; ‘Yâhu, yıllardan beri yapılmakta olduğunu duyduğumuz Kocatepe Câmii bu mu?’ dedim. ‘Evet efendim’ dedi. Dayanamadım, coşmuşum: ‘Evladım, Konya yerinde duruyor. Kaçacak değil, alan çalan da yok… Birkaç saat geç gidelim. Arabayı sür, şu mübarek câmii ziyaret edelim. Henüz açılmamış olsa da inşaatın içinde bir şükür secdesine kapanalım. Bize, milletimize, bu parlak, bu nurlu günleri gösteren Allahımıza şükredelim.’ dedim. Câmiye doğru giderken, gözyaşlarımı tutamadım. “Bu hayret ve hayranlığımın sebebi var. 1930’lu yıllarda, babam merhum İbrahim Efendi, Falih Rıfkı Atay’ın bir makalesini okumuş, hayret içinde kalmış, gözleri yaşarmış, bize anlattı: Falih Rıfkı, yeni Ankara’yı ve bilhassa Çankaya’yı işaret ederek, ‘Tarihte ilk defa mâbedsiz, ibadethanesiz bir şehir kuruyoruz.’ diye övünüyormuş. 

“Merhum babam: ‘Mâbedin bir millet, bir memleket için büyük mânasını, faydasını biliyoruz. Mâbedsiz bir şehirde neler meydanı kaplar, ahlâksızlık alır, yürür… Ezansız, ezandaki Allahü Ekber’siz, kelime-i şehâdetsiz bir şehir ne hâle gelir!’ diye üzülmüştü.”

“Halka sordum: ‘Yâhu bu câmileri kim yaptı?’ Bunu ‘Halk yaptı hocam’ dediler. Allah, Allah, vaktiyle câmileri sultanlar, paşalar, beyler yaptırırdı. Sultanlar, valide sultanlar… Memlekette câmi yaptıracak sultan, vâlide sultan, bey, paşa, kalmadı… Sahipsiz kalan bu mübarek sahayı, halkın imanı doldurdu. Halkın imanı hepsinin yerini tuttu.”

Evet… Cûdi dağını, cömertlik otağını içinde bulunduran Anadolunun mübarek insanı ortaya koyduğu himmetlerle câmiler, okullar yaptığı gibi, bütün cihanı da bu cömertliğini yaymaya çalıştı. Bu gayretleri Cenab-ı Erhamürrahimîn hiçbir zaman boşa çıkarmaz… 

Safvet Senih 
<< Önceki Haber Dini telkin eden mabetler, mezar taşları... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER