İşte eğitim dünyamızın kurtuluş formülleri...

"Eğitim dünyamız çözümsüzlüğe mahkum değildir." diyen Yıldız Teknik Üniversitesi'nden Prof. Dr. Osman Çakmak, kurtuluş formüllerini verdi..

İşte eğitim dünyamızın kurtuluş formülleri...

  • Prof. Dr. ÇAKMAK: Sorun dershanelerde değil. Sınav-bilgi odaklı şartlanmaya dayalı eğitimde... 
  • Önce eğitime kimlik ve bilimsel muhteva kazandırılmalıdır.

Elbetteki okulların ve eğitimin amacı, değişime ayak uyduramayan nesiller yetiştirmek olamaz, gerçek hayattan kopartmak hiç olamaz. Okullar meyvesini çürüğe çıkaran fabrikalar gibi çalışıyorsa ve eğriliklerin öğrenildiği mekanlar haline gelmişse ve insanlar orada mesleğe ve hayata dair bir şeyler öğrenemiyorsa temelde yanlış bir şeyler var demektir. Önemli olan kaynağa inip asıl problemleri görebilmek…   

Peki nerede yanlışlık yapıyoruz? Reform üstüne reformlar neden amacına ulaşmıyor da üstelik eğitimin çürük binasını biraz daha hayatta bırakmaya yarıyor? Yapılanlar “badana reformlardan” öte gitmiyorsa peki nedir o temel yanlışlık? 

İşte bu söyleşimizde Osman Çakmak ile eğitimin “görünmeyen” ve “gizli” kök sorununa indik. Kaynağa vardığımızda ve sorunu analiz ettiğimizde “kolay ve basit çözüm yolları” kendiliğinden ortaya çıktı ve belirdi.  

Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Osman Çakmak eğitimdeki temel paradigmaları sorguluyor ve farklı şeyler söylüyor. 

İşte söyleşimiz!....

Milli Eğitim Bakanlığının  yaptıkları dönüşüm ve reformlarla  eğitim yapımızın daha da bozulduğunu iddia ediyorsunuz yazılarınızda. Bunu nasıl açıklarsınız? 

Diyebilirim ki eğitimde asıl faktörün “insan merakı”, bilginin kendisi değil onu “kullanmak” ve “üretmek” olduğu unutulmuştur. Ve dönüşümün odağında öğretmenin bulunduğu hiç gündeme gelmemektedir. 
 
Bakanlık neyin farkında değil?

Bakanlık  kökteki sorunların farkında değil.  Gerçek sorunlar yerine  yüzeysel ve görünen sorunlar,  yani sorunların yansımaları ile uğraşıyor. Malum sorunlar iki türlüdür.  Birincisi, gerçek-kaynak-kök sorunlar. İkincisi ise onların yansımaları ve tezahürleridir. Yansımalara dayalı çözüm teşebbüsleri sorunları daha karmaşıklaştırır ve içinden çıkılmaz hale getirir.  



Biçimsel dönüşümler yerine eğitimin içini dolduracak reformları kastediyorsunuz.

Amaç, eğitim ve bilim dünyamızda süregiden kopya ve taklitçiliğe dur demek ve eğitimi kendi ekseninde kimliğe ve medeniyet duruşuna sahip kılmak olmalı.  Özellikle ders kitaplarını ve müfredatı jakoben ve ideolojik ögelerden arındırmak için neler yapılabileceğini ortaya koyacak reformlara yönelmeli Bakanlık.

Hangi kesimde olursa  olsun  İnsanımız bu eğitimle  ideallerini, ilkelerini, kaygılarını terk eden, her fırsatta sıvışan ve kolaylıkla sıvılaşan, plastik bir malzemeye dönüşüyorsa eğitimde “kimlik problemi” var demektir.     
Her millet bilimi kendi kültür ve medeniyetinin hizmetine sunar. İlginçtir ki bizde   bilim ve eğitim, değerlerin destekçisi  değil köstekçisi konumunda kalıyor.  Bilim,  toplumun değerlerine güç veren  dost değil, onu sürekli zayıflatan düşman konumunda kalıyor müfredatta. Ailede kazanılanlar okulda berhava oluyor.  Bilim evrenseldir ama sonuçlarının  ve hedefinin milli olması gereğini unutuyoruz. 

Bilim üzerinde ideolojinin hakim olduğunu ve bize hep ateist kanallardan intikal ettiğini anlatıyorsunuz yazılarınızda. Bunu biraz açar mısınız?

Çünkü okullarda okuduğumuz kitaplar bize bu âlemi ve içindeki varlıkları sahipsiz ve gayesiz olarak öğretir. Bu bakış açısına göre gökte bir Güneş vardır; ama onu oraya yerleştiren birisi yoktur. Güneşin orada olmasının bir amacı da yoktur. Bulutlar hareket eder, yağmur yağar; ama onu kimse göndermez, kendiliğinden ve hedefsiz bir şekilde gelir! Göklerde veya yerde var olan her şey ve cereyan eden her hadise, böyle başıboş ve hedefsiz bir şekilde anlatılır. 

İnsan ise amaçsız olarak dünyaya gelir, atası maymun olan gelişmiş hayvanlardan birisidir. İdeoloji biyoloji diye yutturulur. Bilim diye, objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, materyalist anlayış zihinleri şekillendirmeye devam ediyor maalesef.. 

Her şeyden önce ders kitaplarının materyalist, seküler ve tek tipçi söylemlerinin bizi biz yapan değerleri yerle bir ettiği, bizleri hormonlu kişilere dönüştürdüğünün farkında değiliz. 

Eğitimde kendi referans sistemlerimizin kurulmaya başlanması ve ders kitaplarının ve eğitim materyallerinin kendi medeniyet anlayışımıza göre yeniden yazılması için imkanların bir araya getirilmesi ihtiyacı bütün şiddeti ile devam ediyor.  Bu şiddetli ihtiyacın farkında değiliz.  Sadece yetkililer değil aydınlarımız ve medya da asıl sorunların uzağında kalıyorlar eğitim tartışmalarında.    

Peki Eğitim yapımızdaki temel yanlışlık nerede?
 
Hatırlarsanız sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğandindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini, muhafazakâr demokrat bir parti olarak kendilerinden ateist bir nesil yetiştirmelerinin beklenemeyeceğini” ifade etmişti. Bu söz hayli tartışmalara yol açmıştı o zaman. Halbuki Devlet yetkililerinin en büyük kaygısı  nesillerin topluma  faydalı fertler haline gelmesi için tedbirler almaktır. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Bunun yolu da manevi ve kültürel değerleri gençlere öğretmek ve bilimi ve eğitimi toplumun hizmetine sunacak tedbirler almaktır. Her şeyden önce eğitimin bir medeniyet meselesi olarak anlaşılması ve uygulanmasıdır.  

Bizde böyle mi?  

Başbakanın bu sözünün ardından   yetkililer çözüm için kollarını sıvamalı;  okulların inanç ve insani değerleri yerle bir eden yapısına nasıl çözüm bulunacağı konusunu gündeme getirmeliydi. Getirilemedi. Çünkü     problem hem teşhis edilmiş değildi,  hem de çözüme dair ortada geliştirilmiş bir şey yoktu. Düşünebiliyor musunuz kendimize ait bir eğitim modelimizi geliştirmiş değiliz. 

Bu yüzden hala okullarda Batıda çoktan terkedilen determinist, kartezyenci bilimsel hurafeler öğretiliyor. Bakanlık böyle bir problemin farkında bile değilki, bu konuda çözümleri  gündeme getirmiyor. Teşhisi bile yapılmamış hastalık olarak devam ediyor materyalizmin eğitime hakimiyeti. Bu şekliyle eğitim yapımızın işgal altında olduğunu söyleyebiliriz. Bize ait bir ders kitabının yazıldığını  söyleyebilir miyiz? 

Çocuklarımız iyi ve doğru şeyleri okullardan değil alternatif kaynaklardan, sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu eğitim kurumlarından ve yayıncılık faaliyetlerinden öğreniyorlar. Ya da derslerin-müfredatın zehirlerini panzehire dönüştürmede mahir muallimlerimizden talim ediyorlar. 

Öğrencilerin iyi şeyleri,  ahlaka-fazilete dair, vatan sevgisine dair şeyleri öğrendikleri yerlerden   birisi de bir  kısım dershanelerdir ki şimdi onları kapatmaya çalışıyoruz.  Halbuki Devletin öncelikli  bir görevi kendi bekasına hizmet eden yerleri daha da tahkim etmesidir.    

Gençleri geleceğe   hazırlamak için seferber olan  hizmet ordusunun  hizmetlerinin yetkililerce görülmesi ve  takdir edilmesi elbette en azından bir kadirşinaslıktır. Yetkililerden beklenen en asil bir davranıştır bu. Onları kapatır da  bu kaynağı  kurutursak, elbetteki  vebali   kaldırılamayacak  kadar ağır olacaktır. 

Dersanelerin rehberlik hizmeti ve değerler eğitimi sunan fonksiyonu göz ardı ediliyor. Eğer ülkede merkezi sınavlar eğitimin belirleyicisi olmasaydı, rehberlik hizmeti sunan ve takviye kursları veren konumu ile dersaneler şimdiki gibi şikayet sebebi olmayacaktı. Eğitimde merkezi sınavlar hakim konumda  olmasaydı ülke böyle dershane patlaması yaşamayacaktı.

Bu açıklamalarınızdan   “derslerin ve müfredatın felsefi arka plana kavuşturulması” eğitimin asıl problemini teşkil ettiğini anlayabilir miyiz?

Eğitime ruh, muhteva ve ideal verilmeyince biçimsel tedbirler öne çıkıyor. Okullarda öğretilenlerin temeline inerseniz -ilkel, kaba, çağdışı pozitivist hurafeler ve jakoben söylemleri görürsünüz. Eğitimin bu ruhsuz hali ne öğrenciyi motive ediyor ne de öğretmeni!.. 

Eğitim meselesi, bir medeniyet meselesidir esasen: Her medeniyet, kendi insan ve alem tasavvuru doğrultusunda kendine has bir eğitim idraki geliştirir ve geliştirdiği bu eğitim idraki üzerinde kendi insan tipini, hayatı ve hayat tarzını, vasatı ve vasıtaları inşa eder. Kendi büyüklerinizi örneğin Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i, Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirvelerini tanıtamıyorsunuz.

Medeniyet meselesini kavramadan eğitim meselesini hal yoluna koyabileceğimizi zannediyoruz.. Türkiye'deki eğitim meselesini tartışırken, bizim eğitim sistemimizin Batının kötü bir kopyası ve karikatür taklidi olduğunu unutuyoruz.

Türkiye'de, eğitim sorunlarını sığ ve dayanaksız temeller üzerinden, kısır ve zihnimizi kısırlaştırıcı bir çerçevede tartışıyoruz. Bu zaman diliminde, Sezai Karakoç'un da, Nurettin Topçu'nun, Bediüzzaman'ın yaptıkları tespitlerin ve tekliflerin hiçbir şekilde gündeme getiremeyişimiz eğitim meselesinde çözümü bilmediğimizi gösteriyor. Gerek Sezai Karakoç'un, gerek Nurettin Topçu'nun, gerekse Bediüzzaman ve gerekse Dünyayı kuşatan Hizmetin okullarının sahip oldukları kuşatıcı, ihata edici medeniyet perspektifi, yalnızca eğitim meselesinde değil, her alanda bize yepyeni ufuklar sunmaktadır.

Eğitimimizin  “bilgi” problemi üzerinde duruyorsunuz. Tek doğrulu eğitim…Keşfe dayalı eğitimden uzak kalışımızı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Farkedilmeyen şu: Okullarda, eğitim adına verilen bilgiler, "bu böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın yaklaşımı. İyi tahlil edersek bu yaklaşımın gizli görünmeyen amacını hemen fark edebiliriz: Arkaplanda oynanan oyunu görebiliriz. Çocuklarımıza onların biraz büyümüş hali olan gençlerimize on on beş yıl boyunca  cevabı belli soruları ezberleterek onları düşünemeyen ve sorgulayamayan ve sonunda öğrenmeyi başaramayanlar haline getiriyorsunuz ve  öğrenilmiş çaresizliğin girdabına sokuyorsunuz. 

Sonra asıl problemi göz ardı ediyor; bu olumsuz tablonun müsebbbi olarak  dersaneleri  görüyorsunuz. Asıl probleme odaklanmayınca  alınan tedbirler meyvesini vermiyor.   Yanlış teşhis ve sonuç vermeyen tedavi süreci… Sonra bir yap boz daha.. Kısır döngü devam ediyor..



Bu uygulamanın, üretkenliği ve düşünce yeteneğini öldürdüğünü  söyleyebilir miyiz.?

Çocuk sonunda şartlanmış, ve kalıplarla düşünen -aslında düşünemeyen- bir beyne sahip oluyor. “Ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma...! ve “sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsiyor.  

Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz. Örneğin istediğimiz davranışı öğrenmeye başlar ve bu işe şuurla ve kendi irademizle götürürüz Zamanla tekrarlayarak pekiştiririz. Ancak bildiğimiz şeyleri mümkün olduğunca şuur seviyesine çıkarabiliyor; yani “açıklayabiliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamıyorsak zihnimiz şekillenmiştir. Sonuçta bilgilerin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkansız hale gelecektir.

Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlarız. Pavlov’a göre şartlı öğrenme düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilişse ortaya “şartlı öğrenme” çıkar. 

Bir türlü dışarıya bağlı olmaktan kurtulamayışımız ve patent fakiri ve icat etme yeteneğimizin elimizden alınmasını bilgiye odaklı eğitime bağlayabilir miyiz?

Tabi. Böyle bir eğitim yapısının vahim sonuçları var. Eğitimin direksiyonunda hakim güç çağımızın köleleştirme vasıtasını çok iyi uyguluyor olmalı. Örneğin bilgiyi üreten ve kullanan konuma çıkamayan ama  sürekli bilgiyle yüklenen nesne konumunda kalanlar, emir almaya alışan insanlardan farkı kalmamaktadır. Böyle bir eğitim ortamının ürünü, haklarını korumaktan aciz, işini ve makamını kaybetmemek için her türlü baskıya boyun eğen, kendine güvensiz aciz kişiliklerdir.. 

Eğitimin üretim ve uygulamadan yoksun hali insanlarda “ben bir hiçim, ben kendi problemlerimi çözemem, başkası gelsin benim problemimi çözsün anlayışına hakim nesiller yetiştirir. Böyle bir eğitim süreci  çözümü hep dışarıdan bekleyen ve sürekli dışarıya bağımlı, hep taklitte kalan nesiller yetiştirecektir ve öyledir. 

Üstelik tek doğrulu eğitim, sizi kamplara ayrılmış, kutuplaşmış, kendi içinde kavgalı ve uzlaşamaz bir toplum haline getiriyor.

Kamplara ve kutuplara ayrılmış kendi içinde kavgalı  bir toplum olmamızın kaynağını mevcut eğitime mi bağlıyorsunuz? Biraz açar mısınız?

Bilgininin sınavlar ve testler yolu ile bu denli tekrarlanması ve önemsenmesi onu adeta kutsallaştırmaktadır. Bu davranışın gençlerin kişiliği üzerinde bıraktığı tek şey, üzerinde düşünülmeden ezbere tekrarlanan basma-kalıp yargılar ve sloganlar olmaktadır. Böyle olunca da gençlerimiz zihnen formatlanmaya başlamaktadır. Yani kendileri olmaları, özgür iradeli  kişilikli fertler  haline gelmeleri  ellerinden alınmaktadır. Ne kadar 'çağdaşlık', 'akılcılık' ve 'aydınlanmacılık' nakaratlarından bulunursak bulunalım bu tarz eğitim skolâstik bir zihniyetin beslenip büyümesine yol açmaktadır.

Bilgiye ve sınava dayalı eğitimin esası zihnin şartlanmadır. Ferdi tek doğrulu bir bakış açısına sahip kılmaktadır. Bu  o kadar etkili bir mekanizmadır ki, gençlerin çoğu ‘yetişkin’ haline geldiklerinde bile aynı psikolojiyi korumakta ve alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedirler. Bu bataklık özlediğimiz diyalog zemininin oluşmasını engellemekte, kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine belletilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları onlarda adeta ekzistansiyel bir krize neden olmaktadır.

Sonuç olarak, şartlandıran eğitimle öğrenci istenen hareketi yapmak üzeren programlanan “robot” tan bir farkı kalmamaktadır. İnsan zihnini uyutmanın en etkin vasıtası da şartlandırmadır. Çünkü eğitim adı ile müsemma eğip bükme görevi ile bilgiyi kullanan ve üreten özne değil bilgiyle yüklenen nesne konumunda bırakmaktadır. Bu yapının “ıslah ve uyum” işlevi vardır ve “bütünleştirici” etkiye sahiptir. Otoriteye karşı benzer tepkiler sergileyen; düşünmeden, araştırmadan ön yargı ile hareket eden fertler ortaya çıkmaktadır. Eleştirel bakış yok olmaktadır. Bu eğitimin tezgâhından geçen fertler hipnotize edilmişçesine istenilen yöne kolayca çevrilebilmektedir. Geçmişimize baktığımızda bunun yüzlerce örneğini hatırlayabiliriz. 

Çözüme  nereden başlanmalı? Dersaneleri kapatmak çözümün bir parçası mı?

Dersaneleri kapatarak test tipi eğitime ve ezberciliğe son verileceğini düşüncesi  tamamen   kökteki sorunu görememenin bir ürünüdür. 

Ülkemizde “eğitim” ve “bilgi” konusunda müthiş bir  kafa karışıklığı var. Öncelikle kavramların yeniden tanımlanması ve tartışılması gerekir. Sadece bilgiye ve doğruları öğretmeye dayalı gerçek hayatla ilişkilendirilmeden yürütülen eğitim süreci, öğrenciyi, yalnızca 'evet-hayır' kesinliğiyle hâdiseleri ele almaya teşvik etmekte, öğrencilerin fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini dumura uğratmaktadır.

İnsanlar ancak kontrol kendi ellerinde olduğu zaman yani eğitim sürecinin öznesi haline geldiği bir öğrenme ortamında öğrenmeye başlarlar. Öğreticinin vazifesi ise “öğretmek” değil akla kapı açarak ve rehber ve ders arkadaşı konumunda kalabilmektir.

Öğrenmenin başında öğrenmeye olan talebin ve ihtiyacın oluşturulması; yani, neden öğreneyim ki sorusuna imkan ve fırsat verilmesidir asıl olan.. Öğrenmek istemiyorsa, belki öğrenmek istememesini saygı ile karşılamak ve öğrenmeye kapalılığının ardındaki nedeni bir bir araştırıp ortaya çıkarmak eğitimin temel gayesi haline gelmelidir. Bediüzzaman “merak ilmin hocası ihtiyaç terakkinin üstadıdır” der. Sonra “akla kapı açmak ama iradeyi elden almamak”tan söz eder.

Özgür olabilen, kendisi olabilen, kendi varlığına, kendi ruhuna, kendi duygularına, kendi düşüncelerine sahip çıkabilen bir insanın yetişmesidir esas olan. Evet, verilen eğitim bu minvalde giderse, orada kendi anlayışı, kendi yorum çabaları içerisinde yoğurmak isteyen bir özgür iradeli insanlar yetişecektir. Bu insan, kendi yaşamını kurabilecek, kendi gözleriyle görebilecek, özerk, özgür bir insan haline gelecektir. Elbette, bireysel olarak bunu düşündüğümüzde, bu bireysel özerkliğin ve özgürlüğün kurulabilmesi, ancak bir arada, özerk ve özgür insanlarla etkileşim halinde sağlanabilecek bir şeydir.

Peki, nedir özgür insan yetiştirmenin yolu?

İlk ve orta dereceli okullarda sadece kültür dersleri ile değil, fen dersleri ile de bir yandan çocukların zihinleri tek yanlı, eksik veya yanlış bilgilerle doldurulurken, bir yandan da kendilerine belletilenlere sorgusuz-sualsiz inanmaya ve itaat etmeye davet ediliyor. Bu tarz yaklaşımın temeli, “şartlanmaya dayalı” eğitimdir. Bu süreç zihnin formatlanması ile sonuçlanmaktadır. Zihinsel özgürlüğümüzün elimizden alınması anlamına geliyor bu. Diyebilirim ki eğitimdeki bu temel yanlışlığı çok az kişi fark etmektedir.

Zihnen formatlandığımızı ispatlayan somut göstergeler var mı?

Gençlerimizi sınırlı kavramlara ait değer yargılarının kurbanı haline gelmesi, hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlaması tüm bunların açık bir göstergesi. İnsanımıza alıştırıldığından ve öğretildiğinden farklı bir söz veya düşünceyi söyleyince kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermelerini neye bağlayabiliriz ki?

“Devamlı müdahale” empoze” ve “dayatma” gibi terimler eğitim literatüründe ne anlamı ifade ediyor? Biraz daha açabilir miyiz? Kişi ancak deneyerek kendi kabiliyetini keşfedebilir. Halbuki neyi, nasıl ve ne zaman yapacağını öğretici olarak siz “empoze” ettiğinizde, yani “öğrettiğinizde” “devamlı müdahele” dediğimiz süreç başlamaktadır. O zaman da “deha” kendini göstermemektedir. “Deha”, alışılmışın dışında yeni bir tarz geliştiren ve yeni bir görüş üreten yetenek demektir. Onun içindir ki; bütün yenilikleri ve buluşları dahilere borçluyuz.

Yanıldığımız başka bir noktayı şöyle anlatayım. "Öğretme" ile "öğrenme" birbirinden çok farklı kavramlar. Bir madolyonun iki yüzü gibi birbirine çok yakın görünse de aslında çok uzaklar birbirinden. "Öğretme" "öyle değil şöyle ol" anlayışıdır. Temeli “müdahele”ye dayanır. İnsan fıtratına ve doğasına güvensizliği ifade eder. 

Katı müfredatçı ve devletçi bir eğitim yapısına sahip olmamız ve eğitimi sivilleştirememizin kaynağında bu korumacı ve vesayetçi anlayış mı bulunuyor? 

Tam öyle. Yani “insanları kendi haline bırakılırsa, bunlar öğrenemezler, ancak biz öğretebiliriz” anlayışından doğmaktadır bu yapı. Halbuki insanlar kendileri isterlerse öğrenirler. Ben istemiyorsam bana kimse bir şey öğretemez. Bu yanılgılardan kurtulmadıkça eğitimin eğitir hale gelmesi mümkün görülmüyor.

Eğitim, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen, kendisi olmak isteyen insanların başarabileceği bir şey. Aslında eğitim yoktur öğrenme vardır, öğrenmeyi öğrenme vardır.

İşte eğitimin kök sorunu burada. Şimdiye kadar bu noktaya dikkatlerimizi yöneltmedik. Gerçekten de eğitimin kökteki sorununu görmek ve kaynak sorunu görmek  kolay bir iş değil. Açık bir zihin yapısı ve ihatalı bir bakış açısına ve konu ile ilgili  derin bilgiye  sahip olmak gerekir. 

Eğitim sistemimizin önemli eksiklerinden birisi de, edinilen bilginin nasıl kullanılacağının öğretilmemesi. Bilme ile uygulama arasındaki farkı biraz açar mısınız?

Bilinen şey alışkanlık ve beceri haline gelmedikçe, öğrettiklerimiz bir süre sonra unutulacak ve bir değeri kalmayacaktır. Okullarımızda verilen eğitimde sınavlardan sonra geride neden bir şeyler kalmıyor ve unutulup gidiyor?   Einstein “bilgi, öğrenilenleri unuttuktan sonra geride kalan şey” demişti. Gözlemler, başarıda bilginin rolünün % 10 lara kadar düştüğünü göstermektedir. Ekip çalışması ile ortak akıl, fikir yürütme, öz eleştiri yapabilme, kendine güven ve insani değerler başarıyı asıl oluşturan unsurlar olmaktadır.

Eğitim araştırmaları göstermektedir ki, öğrenme sadece gerçekleri hafızaya yerleştirmek değil, birbiri ile ilişkili gerçekleri bağdaştırabilmektir. Bilginin olgunlaşması ve yer etmesi öğrencilerin beyninde “bilgi ağları” oluşturmalarına bağlıdır. Bu yüzden öğrenme ve öğretme eskiden zannedildiğinden daha karmaşık bir yapıya büründü.

Nasıl bir tuğla yığınından bina ortaya çıkmıyorsa, bilgi yığını da bilimsel düşünceyi doğurmuyor ve kısaca bilimin kendisini ortaya çıkarmıyor. Bu eğitim yapısı içinde meraka dayalı kuşku ve sorgulama neredeyse sıfır düzeyde kaldığından, verilen eğitim üretici ve mucit düşünceleri geliştirememekte, fert problem çözme yeteneğine sahip olamamaktadır. Hâlbuki gerçek hayat ve piyasa bizden sınav çözme becerisi değil bildiğini kullanabilen, insani değerleri gelişmiş, mesleki beceri ve problem çözme yeteneği yüksek insan istemektedir.

Bu açıklamalarımızla eğitimin ancak özgür ve özerk zihinlerin başarabileceği bir iş olduğu anlaşılmış olmalıdır. Öyle bir insan düşünün ki bu insan, aldığı eğitimle kendi hayatını ve geleceğini kurabiliyor, kendi gözleriyle görebiliyor.  Bu vadide öncelikle yapmamız gereken nedir?

Öncelikle de yapmamız gereken şey, eğitim, bilgi ve okullara dair bütün varsayımları ve paradigmaları sorgulama ihtiyacıdır. Öğretmeni esas almayan hiçbir teşebbüsün sonuç vermeyeceği ve dayatma tarzı merkezden yapılacak düzenlemelerle bir yere varılamayacağı  gerçeğinin görülmesidir.  Sürece yönelik, proje anlayışı ile işleyen uzun vadeli çözüm paketleri gündeme gelmelidir.  

Sonuç olarak  Dersaneler talebe göre eğitim veren kurumlar olduğu için   problemin kaynağı değildirler. Dersaneleri mevcut eğitimin sorunu görmek  kaynağı karaciğer olan bir hastalığın ciltteki tezahürleri ile  uğraşmak demektir. Halbuki akıl ve bilim köke ve  kaynağa inmeyi gerektirir, karaciğer yönelik tedavi metotları geliştirmeyi icap ettirir. Makul sayıda olmak üzere okullara yardımcı konumda dershane tarzında  takviye kurslarına  ve rehberlik hizmeti merkezlerine  her zaman ihtiyaç duyulacaktır.

Önemli olan eğitimi,  merkezi sınavların belirleyiciliğinden kurtarmak ve ölçme değerlendirmede testlere bağımlı olmaktan çıkarmaktır. Bunun bir çok metodu vardır. İlk başta atılacak adımlardan birisi bilginin kullanılması ve üretilmesine yönelik; performansı ve kazanımları-meziyeti değerlendiren sınav sistemlerini hayata geçirerek teste dayalı sınavları asgariye indirmektir.  Malumattan marifete ve bilgiden hakikate giden eğitim yol ve metotlarını  keşfetmeliyiz ve  hayata koymalıyız. 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Artık kendimiz olmak, evrensel bilim ve hikmetten beslensek de kendi kültür ve medeniyetimizin gereği olan üslubu bulmak zorundayız. Okullardaki eğitim bunu kazandırmıyor. Bazı olumlu düzenlemeler yapılsa da meselenin özellikle “paradigma” boyu¬tuyla ciddi şekilde irdelenmesine ihtiyaç var. 
 
Bilim diye, objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, mater¬yalist anlayış zihinleri şekillendirmeye devam ediyor. Sağlam bir “ilim” ve “irfan” dersi almadan bu virüsün etkisinden korunma imkanı neredeyse yok gibi! 
 
Kuru bir “malumat eğitimi” yerine gerçek bir “kişilik eğitimi” ver¬mek ve “eğriliklerin mekanı” haline gelen okulları “doğruluk atmosferinin” solunduğu; aklı olduğu kadar kalbi de terbiye eden mekanlar haline dönüştürmek durumundayız.


<< Önceki Haber İşte eğitim dünyamızın kurtuluş formülleri... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER