Sanayinin çilekeş duayenleri

Sanayimizin ‘görünmeyen’ duayenlerinin geçmişten geleceğe çilekeş köprüler kuran ilginç hikâyeleri. Nostalji ve nasihat dolu bir tutam serencam…

Sanayinin çilekeş duayenleri

1930’lu, 40’lı yıllar. Eskilerin deyimiyle ‘yokluk’ dönemleri. İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu, savaş yorgunu bir yüzyılın en karanlık dilimi. Avrupa’da kıyamet provalarının yapıldığı böyle bir zamanda, İstiklal Harbi’nden zaferle çıkan genç cumhuriyet bir yandan yeniden yapılanma süreci yaşarken, diğer yandan kendini yeni savaşlardan korumanın mücadelesini vermektedir. Ülke, İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmıştır kalmasına; ama bunun bir bedeli de olacaktır elbette. Dış dünyadaki yokluk ve kıtlık, buna karşılık sınırları korumak için yapılan harcamalar, içeride büyük bir yıkım getirmiştir. Aksiyon işte bu dosyada, bahsettiğimiz sancılı dönemi iliklerine kadar yaşadığı hâlde ayakları üzerinde durmayı başarabilen, bununla da yetinmeyip üreterek sanayileşen ve ülkenin bugün 100 milyar doları aşan ihracatının temellerini atan girişimcilerin hikâyesini ele alıyor. Yokluk döneminde girişimci olmanın ne demek olduğunu onlar çok iyi biliyor. Ve onların öykülerinden yeni nesil işadamlarının öğreneceği çok şey var. O dönemin tanıkları bu dosyadakilerden ibaret değil elbette! Burada daha çok, medya gündemine fazla gelmemiş, hayatları kitaplara konu olmamış işadamlarını ele almayı tercih ettik. TASARIM DELİSİ PARAŞÜTÇÜ ADNAN Türkiye ticaret ve sanayisinin geçmişine doğru yolculuğa çıktığımızda, ilk durağımızın tekstil olması, hakkın teslimidir. 30 yıldır Türkiye ekonomisinin lokomotifi konumundaki tekstil ve hazır giyim sektörü için, insanımıza üretmeyi öğreten, ürettiğini de dış ülkelere satmanın hazzını tattıran ilk iş kolu denebilir. Bu sektöre damgasını vurmuş sanayici Adnan Ener, dosyanın ilk misafiri. 1920 Bursa doğumlu, 88 yaşında; ama hâlâ aktif, heyecanını hiç yitirmemiş ve üniversitelerde ders vermeye devam eden bir ulu çınar o. İş hayatı, Bursa’nın köklü markalarından Uludağ gazozlarında başlasa da kendisini cezbeden sektörün tekstil olduğunu anlaması uzun sürmeyecektir. 24 yaşındayken arkadaşının kumaş fabrikasında işe başlar. Kumaşlara çok ilgilidir ve sürekli yeni ürünler yapmanın peşindedir. Onun kumaşlara ilgisini gören arkadaşı, ‘Sen tasarımcısın galiba’ diye takılır. Daha sonra hayatında büyük yeri olacak bu kelimeyi ilk kez arkadaşından duymuştur; kendi işini kurduktan sonra hayatının akışını, tasarım noktasındaki becerileri belirleyecektir. Fabrikada uzun süre çalıştıktan sonra, 1951’de iki tezgâh alarak kendi işini kurar. Adnan Ener’in sanatçı ruhu, araştırma-geliştirme becerisi, girişimciliğinden önce geliyor aslında. Çavdar sapından kumaş üretiminden tutun da, sinema ve sahne perdeleri, paraşüt gibi uzmanlık isteyen kumaşlar yapması, bu özelliğinin ispatı zaten. İki tezgâhla kurduğu Nilüfer Tekstil’de, 4 sene önceki emekliliğine kadar geçen yarım asırlık sürede tam 4 bin 800 farklı çeşit kumaş üretir. Kumaş noktasındaki çabası ve becerisinin ciddi takdir gördüğünü de söylemek lazım. 1972’de Münih’te düzenlenen 24. Uluslararası El Sanatları Fuarı’nda altın madalya kazanır Ener. Münih Olimpiyatları öncesi düzenlenen fuara, 49 ülkeden 8 bin 400 firma katılır. Onların arasında, sahibi olduğu Nilüfer Tekstil de vardır. İşte bu fuardaki kumaş yarışmasında birinci olur ve zamanın Almanya Başbakanı Willy Brandt’tan Alman devlet nişanı alır. TSK’YI DIŞA BAĞIMLILIKTAN KURTARDI Çalışma hayatında Adnan Ener’i en fazla mutlu eden projesi, Türk Silahlı Kuvvetleri için ürettiği paraşüt kumaşları. 1974’teki Kıbrıs çıkarmasından sonra Türkiye’ye ambargo uygulayan Amerika, silahlı kuvvetlerin ihtiyaç duyduğu ürünlerin satışına sınır koyar. Paraşütte tamamen Amerika’ya bağımlı Türk ordusu da, o zamanlar kumaş üretimindeki becerisiyle ün yapan Adnan Ener’den yardım ister. Hemen işe koyulan sanayici, ilk üretimleri yapar. İmal ettiği ilk paraşüt kumaşları Bandırma Ana Jet Hava Üs Komutanlığı’nda denenir. O zamanki şartlara göre bir paraşüt 16 kez kullanıldıktan sonra hâlâ kullanılabilir hâldeyse, uluslararası standartlara uygun kabul edilmektedir. Bandırma’daki denemede ilk 16 atlayış başarıyla gerçekleşir. Bunun üzerine deneme sayısının artırılmasına karar verilir. Çalışma, ikişer gün ara ile günlerce devam eder. Sonunda Ener’in ürettiği paraşütlerin 90 kez kullanılabildiği ortaya çıkar. 1979’da gerçekleşen bu olay, aslında bir dünya rekorudur. Nilüfer Tekstil’in seri üretime geçmesiyle silahlı kuvvetler 1980’den itibaren paraşütte dışa bağımlılıktan kurtulur. Bu başarısı sadece ülke içinde değil, bütün dünyada ses getirdiğinden artık her yerde ‘paraşütçü Adnan’ diye tanındığını söylüyor, gururla karışık bir gülümsemeyle. Adnan Ener’in iş hayatındaki temel felsefesi de ilginç. “İşadamı için en büyük onur vergi ahlâkıdır. Bana bazı arkadaşlarım, ‘böyle gidersen günün birinde aç kalırsın’ dediler; ama aç kalsam da benim yaradılışım böyle. Türkiye dürüst işadamlarının omuzlarında yükselecektir.” diyor. ANTEPLİ TÜCCARLARIN SEMBOLÜ Görüştüğümüz işadamlarının istisnasız hepsi faaldi. Bazıları hâlâ işlerinin başında. İşten elini eteğini çekenlerse sosyal faaliyetlere vakit ayırıyor. Gazantep’in sembol isimlerinden Hacı Mehmet Nakıboğlu gibi. 1922 doğumlu Nakıboğlu, yerinde duramayan bir şahsiyet. Temellerini attığı NAKSAN Holding bugün ülkenin sanayi devleri arasında; ama o mütevazı hayatını, insanlara ve ihtiyaç sahiplerine ayırarak renklendiriyor. Onun hikâyesi, savaş gazisi Antep’in zor yıllarında başlıyor. Gözü küçüklüğünden itibaren ticarettedir. Bu sebepten okumayı tercih etmez. Nitekim ilk iş yerini de 1934’te yani daha 12 yaşındayken açar. Bir attar dükkânıdır burası; ama taraktan bıçağa kadar her ürün satılmaktadır. İşlerini kısa sürede büyüten Nakıboğlu, 1941’de ikinci dükkânı açar. Ticaretteki hızını askerlik keser. 1944’te askerliği tamamlar ve heyecanla işinin başına döner. Babasının önerisiyle, dayısının daha önce yüzünü hiç görmediği kızıyla evlenir. Mehmet Nakıboğlu şimdi eşini rahmetle anıyor. Onun takvasının eve hem manevi zenginlik hem bereket getirdiğini söylüyor. Her gün işe giderken eşinden aldığı uyarı hâlâ kulaklarında: “Aman bey, eve haram lokma getirme!” Bugün NAKSAN Holding’i dev bir kuruluşa götüren plastik işiyle, o zaman sadece bir perakendeci olarak ilgilidir. İstanbul’a gelişinde aldığı plastik ürünleri Antep’teki mağazasında satmaya başlar. Bu arada küçük dükkân büyük mağazaya dönmüş ve işler büyümüştür. “Artık şehrin sayılı attar ve hırdavatçılarından olmuştuk. Piyasa bizim elimizdeydi” diyor. Büyük oğlu Cahit’i İstanbul’da okula yazdıran Mehmet Nakıboğlu, alışverişte onu öne sürerek işe ısındırmaktadır. O zamanlar İstanbul’daki üretici Vatan Plastik’tir. Firma sahibi bir gün Mehmet Nakıboğlu ve oğlu Cahit’e fabrikayı gezdirir. Üretim sürecini gören baba-oğul, ‘Biz neden üretmeyelim?’ fikrine kapılmıştır. Üretime başlamak istemelerinin en önemli sebebi, karaborsacılığın alıp başını gitmiş olmasıdır. Sipariş ettikleri malları bu yüzden bazen aylarca beklemekten sıkılmıştır Mehmet Bey. Fabrika ziyaretinden sonra, Topkapı’da bu makineleri üreten adamı bulur ve üç adet poşet makinesi siparişi verirler. Bu sipariş, Mehmet Nakıboğlu ve oğullarının ticaretten sanayiye attıkları ilk adımdır. Ticarette hep başarıdan söz etmek mümkün değil elbette. İflaslar, girişimciliğin cilvelerinden. Mehmet Nakıboğlu da 3 kez iflas etmiş ve her seferinde neredeyse sırtındaki ceketinden başka şeyi kalmamış. İlk iflası, Antep çarşısının yanmasıyla yaşamış. 60’lı yıllarda, plastik satışında hızlı oldukları dönemde yaşanan 27 Mayıs ihtilali, ikinci kez yere sermiş başarılı girişimciyi. Veresiye sattıkları malların parasını ihtilal ortamında tahsil edememişler. Buna rağmen bütün senetlerini ödemeyi başarmış. Son iflasını ise 1964’te yaşamış. İstanbul’dan aldıkları malları getiren kamyon kaza yapıp yanınca yine ciddi sarsıntı geçirmiş. Bu krizi atlatma yöntemi, genç girişimcilerin kulaklarına küpe olacak nitelikte: “Dürüst bir tüccar olduğum için, mal aldığım üreticiler bu kez para istemeden bana yine mal verdi. O sayede kurtardık durumu. Bizim ağzımızdan söz çıktı mı iş biter. Dürüst olursan, hem insanlar hem Allah yardımcı olur. Yanımda çalışan dürüst adamların hepsi şimdi iş sahibi.” AT ARABASINDAN OTOMOBİLE Otomotiv üretiminde bugün Türkiye’nin lokomotif şehri Bursa şüphesiz. Burada üretilip dünyaya ihraç edilen FIAT’ı, Renault’yu ve Karsan’ı herkes bilir; ama bu büyük sanayinin temelinde ‘at arabası’ üretimi olduğunun çok az kişi farkındadır. Bursa sanayii ve özellikle de otomotiv sanayii denilince Talat Diniz’e özel bir parantez açmak gerekir. 1926 doğumlu sanayici, hâlâ işinin başında. Ve o yaşayan bir tarih aynı zamanda. Şehirdeki sanayi gelişiminin bizzat tanığı. Otomotiv sanayiinin de kurucularından… Talat Diniz’in asıl mesleği teknik öğretmenlik. Bursa Sanat Okulu ve Ankara Teknik Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra Çorum’da öğretmenliğe başlar. Öğretmenlik yaptığı 40’lı yıllarda Bursa’nın marka olduğu alan, at arabası üretimidir. At arabası imal eden insanlar ve onların çocukları daha sonra otomobil ve yan sanayi üretimine geçiş yapar. Talat Bey’in babası Ferhat Usta, at arabası üretiminde bir markadır. Otobüs üretimi de vardır; ama bu son derece ilkel şartlarda gerçekleştirilmektedir. Eski kamyonların toplanıp işe yarar parçalarının birleştirilmesiyle otobüs üretilmektedir. Sırf bu işi yapan atölyeler vardır o zaman. Bu işle uğraşan bir baba dostu, Çorum’da Talat Diniz’i ziyaret eder ve bilgi birikimini sanayide kullanmasını ister. O zamanlar Bursa’da otobüsler için büyük önemi olan karoser sanayiinde, otobüs koltukları ve koltuk çerçeveleri temininde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu görüşme üzerine yıl sonunda Bursa’ya gelir ve bir daha öğretmenliğe dönmez. Otobüs koltukları o tarihlerde boru ve kromajdan yapılmaktadır. Koltuk dediğimiz de kromajlı bir borunun üzerine geçirilen döşemeden ibarettir aslında. Talat Diniz önce bir galvano ve demir atölyesi kurar. Cam çerçeveleri yapmaya başlar. O yıllarda sanayici olmanın en zor yanlarından biri de ithalattaki sıkıntılardır. Yedek parça yoktur ama istediğinizde ithal etmek âdeta imkânsızdır. Çünkü ithalat yapacak döviz yoktur. KALKINMANIN ÇİLEKEŞLER GRUBU İşte bu şartlarda imalata başlayan Talat Diniz kısa sürede ciddi mesafe alır. 1968’de Koç Grubu’nun otomobil fabrikası TOFAŞ’ın kurulması ile otomotiv yan sanayii üretiminde tam bir patlama yaşanır. Diniz, koltuk üretiminde marka hâline gelir. Otobüs koltuklarını o kadar iyi yaparlar ki, Mercedes otobüslerin orijinal koltuklarını söküp onların koltuklarını monte edenler bile olur. Diniz’in hatıraları o dönemin sanayileşme karakteri hakkında da ipuçları veriyor. “Kalkınmanın çilekeşler grubu” demek lazım bu insanlar için. Bugünlerde düşünülemeyecek, hatta yeni nesil sanayicilerin profesyonellikten uzak olduğu gerekçesiyle küçümseyecekleri faaliyetler onların rutiniydi âdeta. Fabrika kuracaksın; ama üretim için elinde makine yok. Önce makineyi imal edip sonra onunla üretim yapmak zorundasın. Yedek parça imalatına soyunmuşsun; ama onu nasıl üreteceğini bilmiyorsun. Bütün bunlar yetmezmiş gibi fabrikadan çıkanları satmak da senin görevin. İşçin var; ama pazarlama elemanın yok! Kısacası girişimcinin üreticilik, pazarlamacılık, profesyonel yöneticilik ve patronluk olmak üzere dört rolü birden üstlenmesini gerektiren bir dönem bu. Talat Diniz’i otomotiv üretimiyle buluşturan asıl faaliyet Karsan. Bugün ülkenin sayılı otomotiv fabrikalarından Karsan’ın başlangıç öyküsü de son derece ilginç. Türkiye’de modern manada ilk otobüs üretimini başlatan kuruluş Otomarsan olur. Mercedes-Benz Türk AŞ’nin bir kuruluşu olan Otomarsan, 1967’de Otobüs ve Motorlu Araçlar adıyla kurulduktan bir yıl sonra İstanbul Davutpaşa’da üretime başlar ve kamyondan bozma otobüs dönemi kapanır. Mercedes, Münih’teki fabrikadan getirdiği şasileri kullanmaktadır. O sırada Bursa’daki karoserciler ise şasi temininde zorlanmakta ve hâlâ eski kamyon şasileriyle otobüs imal etmektedir. Bu sıkıntıyı aşmak için birlik kurma fikri oraya atılır. Sonunda Bursa Otomontaj ve Karoseri AŞ adında bir şirket kurulur. Amaç bu firma eliyle şehirdeki imalatçıların orijinal şasi ihtiyacını karşılamaktır. Şirketin ismi 1979 yılında, Karsan Otomotiv ve Ticaret AŞ şeklinde değiştirilir. Bu şirkete daha sonra Koç Topluluğu, İnan Kıraç aracılığı ile ortak olur. Bursa’ya otobüs şasisi getirmesi için FIAT ile anlaşma yapılır. Karsan daha sonra Mercedes için otobüs üretimine başlar. Bu firmanın o dönem İspanya’da ürettiği minibüslerini de bir süre sonra Karsan üretmeye başlar. Çok ortaklı yapıda sık sık anlaşmazlık çıkması üzerine İnan Kıraç ve Diniz şirketin çoğunluk hisselerini satın alır. Karsan hâlen Türkiye’nin en önemli ticari araç üreticilerinden. Meşhur ‘Peugeout Partner’lar burada üretiliyor. 82 yaşındaki Talat Diniz ise her gün işe gelip gençlere nezaret etmeye devam ediyor. HELVA ÜRETİMİNDEN YAĞ A haberleri'>SANAYİİNE Konya sanayii denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biridir Kadir Büyükhelvacıgil. Bitkisel yağ üretiminde Türkiye’nin önde gelen şirketlerinden Zade’nin kurucusu, çevresinin hitabıyla Hacı Amca’nın hikâyesi de aynen diğerleri gibi yokluk dönemlerinin Türkiyesi’nde başlıyor. 1950’ler Konya’sının ticaret merkezi kabul edilen Eski Garaj Caddesi’nde helva ve şeker imalatıyla iş hayatına atılır. 1954’te 22 yaşında kendi işini kurar; ama bu öykünün öncesi de var elbette. O dönemler Konya’da iş kurmak hiç de kolay değildir. En büyük avantajı helvacılık gibi bir baba mesleğine sahip olmasıdır. O zamanlar fazla lokanta olmadığı için helvacı dükkânları bir tür lokanta işlevi görürmüş. Şehre işini görmeye gelen köylüler, acıktıklarında tahin, pekmez ve helva ile karınlarını doyururmuş. Bu sebeple helvacı dükkânlarının iyi çalıştığını anlatıyor. Kadir Bey’in babası Tahir Büyükhelvacıgil’in de bir helvacı dükkânı vardır Konya merkezde. İşlerin iyi gittiği bir dönemde babası, bir arkadaşının 42 bin liralık borcu için kefil olur. Arkadaşı borcunu ödemeyince, babası hacizden kurtulmak için, işyerini ve evini satmak zorunda kalır. Böylelikle ailenin bütün mal varlığı yok olur. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de o sene kıtlık başlar ve tam 7 yıl devam eder. 1932 doğumlu Kadir Büyükhelvacıgil’in çocukluk dönemleri hep sıkıntılı geçer bu sebepten. Zor zamanların da etkisiyle iş hayatında çok çalışkan bir insan olduğunu söylüyor: “O kefalet hepimizi çok sarstı ve sıfırdan başladık; ama Allah lütfetti çok büyük paralar kazandık. Eski Garaj Caddesi’nde çok güzel bir yerimiz vardı. Sabah namazını kılar gelir, gece 11’lere kadar çalışır, günde 150 kilo helva satardım.” Kadir Büyükhelvacıgil’e tüccarlığı asıl öğretense eniştesi İsmail Bey olur. Askerden evvel helva ve şeker işi yapan eniştesinin yanında çalışır. Tahsil görmemesine rağmen onun yanında hesap kitap işlerini, para saymayı ve alışverişi öğrenir. Helva imalat ve satışı, 1973 yılına kadar Eski Garaj Caddesi’nde devam eder. O yıl helvacılığa son veren Kadir Bey, toptancılığa başlar. Kısa sürede yörenin en önemli gıda toptancılarından biri hâline gelir. On ayrı markanın bayiliğini alır, bütün ünlü gıda markalarının toptan satışlarını yapar. Günde ortalama 10-20 ton arasında sıvı yağ satarlar. Bu alandaki başarıları, yağ üretimini gündeme getirir. O zamanlar yeni yetişmeye başlayan oğulları Tahir ve Mevlüt’ün ısrarıyla bu işe girmeye karar verir: “Bildiğimiz iş olduğu için buna girmek istedik. O zaman şimdiki gibi iyi firmalar yoktu. Çocuklara, ‘yağ üreteceksek örnek bir tesis kuralım’ dedim. Çok sermayemiz yoktu ama yine de çok kaliteli iş yapalım istedik.” 1973’te ara verdiği üretime, 14 yıl sonra tekrar başlamaya karar veren tecrübeli iş adamının önceliği kaliteli üretimdir. Zaten, işini en işi şekilde yapmak hayat felsefesi olmuştur. Tesisin kurulma işini, alanının en iyilerinden Belçikalı bir firma üstlenir. 1991’de Zade bitkisel sıvı yağ üretim tesisleri faaliyete başlar. Firma hâlen 24 ülkeye ihracat yapan uluslararası standartlarda bir sanayi kuruluşu olarak faaliyetini sürdürüyor. AĞLAYACAK BİR DURUM YOK! En zor zamanlarda girişimciliğe başlayan Kadir Büyükhelvacıgil’e göre şimdi girişimci olmak, eskiye nazaran çok daha kolay. Bilinçli çalışan ve işini takip edenlerin büyük paralar kazandığını söylüyor. Türkiye’de insanların ‘ağlama’ kültürü olduğunu, birçok kişinin memnuniyetsiz olduğunu hatırlatan Kadir Bey, şükür için çok sebep olduğunu düşünüyor: “Hiç ağlayacak bir durum yok. Hem Konya hem Türkiye çok büyüdü. Lüks yaşam var. Avrupa’da bile bu kadar lüks araba yok. Bizde biraz şükürsüzlük var. İnsanlar kanaat etmiyor. Eski dönemin zorluklarını yaşamayanlar, bugün hâline şükredemiyor.” Genç girişimcilere bir de tavsiyesi var. Eleman çok mühim. Kaliteli personele yatırım yapmak gerek. Büyümek ve uzun ömürlü olmak isteyen şirket sahipleri insana yatırım yapsın... KÜLLERİNDEN DOĞAN SANAYİCİ 1937 doğumlu Zeki Yurtbay’ın öyküsü Zonguldak’ın Çaycuma ilçesinde başlıyor. Bu küçük ilçede geçen hayatına o kadar şey sığdırmış ki, anlattıklarını dinlerken bazen kendinizi, sürükleyici bir film senaryosunun tam ortasında zannedebilirsiniz. Yurtbay ailesi, İstanbul piyasasında fazla tanınmasa da, Türkiye’nin en büyük tuğla üreticisi. Bu alandaki tecrübenin üstüne bina edilen Yurtbay Seramik, markalaşma ve uluslararası piyasalara açılmanın adı aynı zamanda. Zeki Yurtbay’ın ilk sanayicilik tecrübesi henüz 14 yaşındayken başlıyor. Baba Şevki Yurtbay, Çaycuma’nın önde gelen manifaturacılarındandır. Zeki Bey ilk ticaret tecrübesini babasının mağazasından edinir. Çevresinde işine çok önem veren bir esnaf olarak tanınan Şevki Yurtbay, daha önce yüklü miktarda satış yaptığı bir müşteriden parasını tahsil edemez. Müşteri 200 liralık borcunu ödeyemeyince, kendi tuğla harmanında ortak iş yapma teklifinde bulunur. Teklif kabul edilince iki ortak kolları sıvar. Tuğla harmanı 1950’de faaliyete başlar. O dönem henüz tuğla üretiminde sanayileşme olmadığı için üretim harmanlarda yapılmaktadır. Toprağın çamur şeklinde karılması, bunların ağaç kalıplara yayılması ve güneşte kurutularak kullanıma hazır hâle getirilmesidir, harmandaki üretim yöntemi. Kuruma için sıcak hava şart olduğundan harmanlar sadece yaz mevsiminde faaliyet göstermektedir. Şevki Yurtbay 1950’de ilk kez denediği tuğla işinden 500 lira zarar eder ve bir daha bu işi yapmak istemez. Zeki Bey, ikinci yıl işin başına geçmek için babasından izin koparır. Bu sefer ortak yoktur ve 400 liraya kiraladığı arsada üretime başlar. Sonuçta 8 bin lira kâr eder. VE SERAMİKLE DÜNYAYA AÇILIM… Bu olaydan sonra tuğla işine iyice ısınan Zeki Yurtbay’ın, harmandan fabrikaya geçiş tarihi 1955’tir. Üretimin yeni başladığı bir dönemdir. Yurtbay ailesi bayram için bir araya geldiği sırada gece kapı çalar. Gelen fabrika bekçisidir: “Fabrika yıkıldı.” Gördükleri manzara gerçekten hazindir. Yanlış kurulan koca fabrika yerle bir olmuştur. Babasına bir ay içinde fabrikayı tekrar kurup üretime başlama sözü verir ve bunu başarır. Fabrikanın ikinci kez kuruluşunun üzerinden 8 yıl geçmiş, Zeki Yurtbay artık Çaycuma ve Zonguldak çevresinin en önemli sanayicilerinden biri hâline gelmiştir. Ancak atlatmak zorunda kalacağı badireler henüz bitmemiştir. Zonguldak’ta kaldığı gece yine bir gece bekçisi tarafından uyandırılır. Fabrikanın yandığı haberini alır almaz apar topar Çaycuma’ya gider. Geldiğinde ise fabrika tamamen yanmıştır. Bu ikinci büyük dram da Zeki Yurtbay’ı yıldırmaz. Kısa sürede tuğla fabrikası tekrar kurulur ve üretime devam edilir. İşlerin ciddi şekilde geliştiği 1969 yılında, yine bir gece vakti kötü haber ulaşır. Fabrika yine yanmaktadır. Bütün sıkıntılara rağmen tuğla işinden vazgeçmez ve 1970’te dördüncü kez; ama bu sefer daha modern şekilde fabrikasını tekrar kurmayı başarır. Yurtbay ailesi çok köklü bir sanayi geçmişine sahip olmasına rağmen, şirketin ekonomi dünyasında asıl tanınması, seramik sektörüne girdikten sonra başlıyor. Bu sebeple firmanın yeni kurulmuş zannedildiğini belirtiyor Zeki Bey. Seramik, markalaşma sürecinin de başlangıcı. Bu işin tuğla ve kiremite benzer olması tercih sebebi elbette; ama bu sürecin de ilginç bir öyküsü var: “Çaycuma’da kapalı spor salonu var. Orada bir konser izlemeye gitmiştik. Amcamın oğlu ile oturuyoruz. Bizim bir yatırım arayışında olduğumuzu bildiği için, yerdeki seramikleri gösterdi ve ‘Bunları neden yapmıyorsunuz’ dedi. Onun üzerine hemen araştırmaya başladık. Bazı seramik fabrikalarını gezdik. Önce Bolu, Düzce’de yatırım olanakları aradık. Oralarda olmadı çünkü yerel yöneticilerden yeterli ilgiyi görmedik. Sonra Eskişehir gündeme geldi. Sonuçta doğalgaz ve kalifiye eleman imkânlarından dolayı orayı tercih etmemiz iyi bir seçim oldu.” İnönü’ye bağlı Çukurhisar köyünde kurulan Yurtbay seramik, bugün yıllık 21 milyon metrekarelik üretim kapasitesiyle ülkenin en büyük 4 seramik üreticisinden biri konumunda. Şirket iç piyasadaki pazar payını sürekli artırırken, 40 ülkeye de ihracat yapıyor. MUŞ’TAN İSTANBUL’A BİR GİRİŞİMCİ ÖYKÜSÜ Türkiye’nin otomotiv üretim tarihini yazarken nasıl Talat Diniz’den bahsetmek şartsa, ilk yerli otomobillerin satış ve yaygınlaşması sürecinde de Mehmet Zihni Kalsın’a özel bir parantez açmak gerekir. Manifatura mağazası sahibi bir babanın dördüncü oğlu olarak 1939’da Muş’ta dünyaya gelir Zihni Bey. Kışları okula devam edip yazları babasına yardımcı olarak ticareti öğrenen başarılı girişimcinin, Muş’tan İstanbul’a uzanan hayat öyküsü ilginç kesitlerle dolu. O dönemin bütün zorluklarına rağmen önce Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ni, devamında ise İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitiren Mehmet Zihni Kalsın, okurken çalışmayı da ihmal etmez. Askerlikten sonra iş hayatına tekrar döner. Artık gözü o dönem için yepyeni bir iş kolu olan otomobil bayiliğindedir. Otomobil kavramı o zamanlar Türkiye için yenidir. Daha çok Amerikan otomobilleri revaçtadır, onları satın alabilenlerin sayısı da sınırlıdır. Koç Holding’in Anadol markasıyla üretime başlaması, sektör için bir milattır aynı zamanda. İlk bayilik aldığı 1967’de, 44 Anadol satmayı başarır. 1971’de, yine Koç’un kuruluşu TOFAŞ, Bursa’da ilk ‘Murat 124’ modelini üretene kadar Anadol satışları devam eder. TENEKE YAKIŞTIRMASI HAKSIZLIK! TOFAŞ’ın Murat 124’leri, dönemin en gözde otomobilidir artık. Genç girişimci, İnan Kıraç’a gider ve ana bayilik almak istediğini belirtir. O zaman için bu kolay değildir. Kıraç, “Yılda 800 otomobil satabileceğini taahhüt edersen sana bayilik veririz” der. Bir haftalık düşünme süresinden sonra teklifi kabul eder. Ve ilk yıl 700’den fazla Murat 124 satmayı başarır: “O dönem kuyruklu Amerikan arabaları revaçtaydı. Murat’ı böyle küçük görünce ‘gaz tenekesi’ diye alay edenler oldu. Buna rağmen çok tutuldu, siparişlere yetişemedik. Müşteriye 18 ay sonrası için sıra verdiğimizi hatırlıyorum.” TOFAŞ’ın kuş serisi yıllarca ‘teneke otomobil’ suçlamasına maruz kalmıştır. Çabuk çürümeleri ve kazalarda kullanılamaz hâle gelmeleriydi bu ithamın sebebi. Kalsın’a göre yakıştırmalar büyük haksızlık. O yıllarda ithalat çok zor, bazen de imkânsız olduğundan TOFAŞ otomobillerde, Ereğli Demir Çelik’te üretilen sacları kullanılır. Bunların kalitesinin düşük olduğunu belirten Kalsın, “O sebeple kolay çürürdü. Özellikle rutubetin fazla olduğu Güney illerinde bu çürüme daha fazla görülürdü. Buna karşılık motorları sağlam olduğundan, araçlar kullanılmaya devam ederdi. Bu imaja sebep olan aslında çürüyen kaportalardır.” Mehmet Zihni Kalsın’ın sanayicilikteki tecrübeleri, en az ticaret hayatı kadar ilginç. 12 Eylül darbesinden sonra kurulan teknokrat hükümetinin başbakan yardımcılığını üstlenen Turgut Özal, bir gün İstanbul Ticaret Odası’na gelir ve işadamlarından ihracat yapmalarını ister. Bu çağrıya kulak veren Kalsın, Muş’un en önemli yer altı zenginliklerinden barit madenlerini işleyerek, ihraç etmek için harekete geçer. Muş’taki barit işleme tesislerini özelleştirmeden satın alır ve 1981’de EMAŞ isminde bir şirket kurar. PKK MUŞ’TAKİ FABRİKAYI YAKTI Kamunun elinde zarar eden maden kısa sürede toparlar. Bariti pazarlamak için Rusya ve Ortadoğu ülkelerini dolaşır. O dönem Turgut Özal hangi ülkeye giderse peşinden gider. Genç girişimci işleri tam yoluna koyup kendine önemli müşteriler edinmişken İran-Irak Savaşı başlar. Savaşın bitmesini umut eder; ama İran-Irak savaşı tam 8 yıl devam eder. Buna rağmen ihracatı sürdüren Kalsın, savaşın bitmesiyle 60 bin tonluk bir ihracat daha yapar. Malı gönderdikten sonra Irak bu kez Kuveyt’i işgal eder ve Körfez Savaşı başlar, 1990’da. Bu sebeple 60 bin tonluk ihracatın parasını alamaz. İşgal biter ama bu sefer de karşısına terör çıkar. Tesisleri PKK teröristleri tarafından yakılır. Kalsın, 22 yıl emek verdiği ve yıllık ortalama 5 milyon dolar ihracat yaptığı memleket yatırımlarını sonlandırmak zorunda kalır. İTHALAT KOTALARI BÜYÜK KULÜP’TE DAĞITILIRDI Zihni Kalsın, Türkiye’nin sanayileşme tarihini Özal öncesi ve sonrası diye iki döneme ayırıyor: “Özal öncesinde, hükümetlerin ve kamu bürokrasisinin özel sektöre bakışı çok sorunluydu. Biz Ticaret Odası yönetimi olarak ihracat ödülleri verdiğimiz dönemde, Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu törene bile gelmediği gibi yapılan işe tepki göstermişti. Makbul olan ithalatçıydı. İhracat yapanlar, ‘ülkenin malını dışarı çıkarıyorsun’ diye neredeyse hain ilan edilirdi.” İthalatçının makbul olması elbette bu alanda bir rant kapısının açılmasına da sebep oluyor. İthalatta kotalar olduğu için bundan en fazla pay kapabilmek önemliydi elbette. En fazla kotayı alanların, yapacakları ithalatla rekabet avantajı sağlamaları sıradan bir gelişmeydi. Kalsın konu hakkında ilginç ayrıntılar veriyor: “Eskiden sanayici olmak, ticaret erbabı olmak için bazı kulüplere üyelik gerekirdi. Ankara’da Anadolu Kulübü, İstanbul’da da Büyük Kulüp ithalat kotalarının dağıtım merkeziydi. İş orada biterdi. Orada anlaşmalar yapılırdı. Tabii bu denklemin içine Anadolu’daki sanayicinin girmesi mümkün değildi. Bu sebeple Anadolu’nun sanayiye girmesi de Özal’dan sonradır.” ÜÇ MANTOYLA KURULAN MARKA Türkiye’nin ticaret ve sanayi tarihi yazılacak olsa, çok özel bir sayfa açılmayı hak edecek illerin başında gelir Kayseri. Bu şehirden söz açılınca akla önce ticaretin gelmesi ve Kayserililerin bu alandaki şöhretleri boşuna değildir. Ertuğrul Saykı da bu kültürle yoğrulmuş ve ticaret becerisini genlerinden almış bir isim. Türkiye’nin Sümerbank’tan sonra ikinci, özel sektördeki ilk konfeksiyon firması Hatemoğlu markasının sahibi Ertuğrul Bey. Babası Hacı Mustafa Saykı’nın kurduğu şirketi bugün aktif olarak çocukları yönetse de, o hâlâ işinin başında. 68 yaşındaki sanayici, her gün şirkete geliyor ve ceket kalıpları çıkarmaya devam ediyor. Hatemoğlu ismi dedesi Hatem Bey’den mülhem. Hatemoğlu markasının kurucusu, Hatem Bey’in oğlu Hacı Mustafa Saykı, 1914-1922 yılları arasında, Anadolu’daki farklı cephelerde savaşmış bir Osmanlı askeri. Cumhuriyet kurulduktan sonra ticarete başlayan Mustafa Saykı, Kayseri’den aldığı buğdayı İstanbul’a götürüp satmaya başlar. Ertuğrul Bey babasından bahsederken, “Aylarca at sırtında gezmekten bacakları nasır bağlardı” diyor. İlk mağazasını 1924’te açan Mustafa Saykı, burada hemen her ürünü satar; ama erkek ve kadın kıyafetlerine özel önem verir. Hatemoğlu’nun tamamen giyim perakendesine döndüğü yıl 1956’dır. TİCARETE KAR SATARAK BAŞLADI Hatemoğlu’nun 1956’dan sonraki hikâyesine geçmeden, Ertuğrul Saykı’nın yetiştiği şartlara ve daha okuma yazma öğrenmeden ticareti öğrendiği yıllara dönelim. İlk yaptığı ticaret Erciyes’ten köylülerin topladığı karları alıp satmaktır. 1945-46’larda Ramazan ayı Haziran’a denk gelmektedir. O yıllarda buzdolabı olmadığından iftar saatlerinde soğuk su ihtiyacı had safhadadır. Bu durumu fırsat bilen Hacılar kasabasının bazı sakinleri, gece Erciyes’e çıkarak topladıkları buzlaşmış kar tabakalarını sabaha karşı eşeklere yükleyerek şehre indirirmiş. Ertuğrul Saykı da, amcasının oğluyla birlikte babasının verdiği küçük sermaye ile bu kar tabakalarını satın alıp, iftar saati şehirde satarak başlar ticarete. İşte bu şartlar altında ticari hayata hazırlanan Ertuğrul Saykı, henüz lise öğrencisiyken firmada göreve başlar. Kayseri Ticaret Lisesi’nde okurken şirketin muhasebe kayıtlarını tutar. İstanbul’da yüksek ticaret okuluna devam ettiği yıllarda ise Hatemoğlu Kayseri’den bu kente taşınma hazırlığındadır. 1962’de Sultanhamam’daki Gürün Han’da şube açan Hatemoğlu’nda üretim önce fason atölyelere verilir. İki yılın sonunda şirket üretimi de üstlenir. Cağaloğlu Şeref Efendi Sokak’ta imalat başlar. 1964, Hatemoğlu için Kayseri defterinin tamamen kapandığı yıl olur. İmalat başlamıştır; ama şirket yöneticileri yine sonuçtan memnun değildir. Bunun üzerine Ertuğrul Saykı üretim bandının başına geçmeye karar verir. Amerika’da bu işi öğrenmiş bir bayan konfeksiyon ustasını 40 gün evinde misafir eder. Eşiyle birlikte ağırladıkları ustadan çok şey öğrenir. BU İŞİN KİTABINI BULAMADIM Ertuğrul Saykı o dönem konfeksiyon üzerine hazırlanmış kitap arayışına da girer. Uzun aramalarına rağmen bulamaz. Terzilik üzerine bulabildiği tek kitap Almanca bir çalışmadır. Almanca kitap esasen iç giyim üzerinedir; ama son sayfasında bir bayan sabahlığının kalıbı vardır. Genç girişimci, o sabahlığın modelinden bir manto üretmeyi başarır. Bu sonuç onun hevesini daha da artırmıştır. Biraz daha araştırarak giyim üzerine yazılmış diğer Almanca kitapları da bulur, aylık dergilere abone olur ve metotlu bir çalışma yapar. Ertuğrul Bey’in bizzat üretimin içine girmesiyle işleri yoluna koymaya da başlamıştır Saykı ailesi. İç piyasada belirli noktaya ulaştıktan sonra ihracat gündeme gelir. İlk ihracat 1979’da İsviçre’ye yapılır. Ne gönderdiklerini bugün bile net olarak hatırlıyor: 300 manto ve 400 erkek montu. Daha sonra ise Libya’ya büyük parti ihracat yaparlar; ancak paralarını alamazlar. Bunun üzerine, Ulusu hükümetinin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal devreye girer. Alacaklar petrol borçlarından mahsup edilir. Bu olaydan sonra Özal’ın peşini bırakmaz Ertuğrul Bey. Nereye giderse o da işadamları grubunda vardır. Bunun neticelerini de kısa sürede alır. Başbakan olduktan sonra Irak’a yaptığı ilk seyahatte bulunan Saykı, 50 bin parça malı bir kalemde satar. Bu arada büyük bir badire de atlatır Hatemoğlu. Beyoğlu’ndaki merkez 1983’teki büyük bir yangında kül olur. Mağaza yetmezmiş gibi, Libya’ya ihraç edilmeyi bekleyen mallar da yanar. Ertuğrul Bey bu olayın firmayı neredeyse sıfırladığını aktarıyor: “Paltomuzu alıp çıktık bile diyemiyorum. Akşam kilitleyip gidiyorsunuz, sabah geliyorsunuz dükkân yok olmuş, çok kötü bir psikoloji.” Bu trajik olayı kısa sürede atlatmayı başarırlar. İki senede işler tekrar toparlanır. Hatemoğlu hâlen farklı ülkelerde mağazaları bulunan ve dünya markası olma hedefine yürüyen bir firma. YÜZBAŞI HİLMİ’NİN YEĞENİ Gazanfer Sanlıtop’un hikâyesi Manisa Gölmarmara’da başlıyor. Aslında bu devreye, öykünün
<< Önceki Haber Sanayinin çilekeş duayenleri Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER