[Fikret Kaplan] Bir Vefadır Muavenet

Bir gün gelecek, Allah’ın izni ve inayetiyle, zâlimlere dedirtecek kudret-i Mevlâ “Tallahi lakad âsereke’llahu aleynâ.” "Vallahi de tallahi de Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu idik!"…

SHABER3.COM

FİKRET KAPLAN- SAMANYOLUHABER.COM 



Ne kadar uğraştıysa da gözüne bir türlü uyku girmemişti. Dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa sanki göğsüne dolmuş, sıkışmış, yüreğinin üstüne bütün ağırlığıyla çökmüştü.

Kalkmış, çocuklarının başına gitmişti. Gözleri dolu dolu şefkatle bakmıştı o masum yavrularına. Başlarında dönen uğursuz hadiselerden onlar da çok yıpranmışlardı. Ülkede başlatılan cadı avıyla yüz binlerce kişi ateşe atıldığı gibi Semra Hanım da bu tuzağın kurbanlarından biri olmuştu.

Yurt dışına çıkmak için bütün hazırlıklarını tamamlamasına rağmen yine de kararını sorgulamıştı o gece. Ne yapıyordu böyle, nasıl bir maceraya sürüklüyordu çocuklarını? Yapacağı başka bir şey yoktu. Bütün yollar tükenmiş, ülkeden çıkmaktan başka çaresi kalmamıştı. 
Yanaklarından süzülen gözyaşlarını sildiğinde eşini hapishanede ziyaret ettiği son günü hatırlamıştı… ‘Gidin!’ demişti eşi, ‘Gidin! Sakın bir dakika bile vakit kaybetmeyin!’
Eşinin yaşadığı zulümler bütün canlılığıyla gözlerinin önündeydi:
‘Terör örgütü üyesi olduğu’ iddia edilerek bir sabah erkenden bir ordu polis evlerini basmıştı. Ne olduğunu daha anlayamadan gelenler küfürler ederek üzerine çullanmışlardı. Ağlayıp duran çocuklarının yanında ağza alınmayacak küfürleri çekinmeden söylemişlerdi. Hiç susmamışlardı:
- Aşağılık vatan hainleri, siz bittiniz! Devlet düşmanları… teröristler…  
Küfürler, itip kakmalar arasında ekip arabasına bindirilmişti eşi...
 
Semra Hanım alelacele hicret fikrini anlatmıştı babasına. Arabasını, değerli eşyalarını satmış ama bu sefer babası el koymuştu bütün paralarına… 
- Git teslim ol, o kocan olacak o herifi de boşa!  
- Babacığım, hakkımda yeniden yakalama kararı çıktı, biliyorsun. Şimdi bunları düşünecek zaman değil. Eğer beni bir daha alırlarsa ben de çocuklarım da çok daha fazla mağdur oluruz, demişti hıçkırıklarla ağlayarak. Ama ikna olmamıştı adam… 

Kadıncağız bir yerde gaybubet yaptıktan sonra insaflı bir tanıdığından borç almış ve üç çocuğuyla Meriç’e doğru yola çıkmıştı… Çıkmıştı ama çok kederliydi… yolun tehlikeli olmasından…vahşiliğinden öte asıl kendisini keder ve üzüntüye sevk eden şey Meriç’in ötesinde ne yapacağıydı… Cebinde bir aylık geçinmelerine bile yetmeyecek bir miktar vardı…  Bu omuzlarını çökertecek büyük bir kaygıydı... 

Ama bu hanımefendi ve onun gibi binlerce yalnız ablamız… çoluk çocuğuyla hüzün ortasında çaresiz kalan masum bacılarımız… samimi Hizmet insanları tarafından yalnız bırakılmadılar… Yiğit insanlar, onlara uzattılar muavenet ellerini…  Onlara sahip çıkmak suretiyle Allah’ın rızasını aradılar… 

Zira Yüce Allah (cc) bu fedakar Hizmet ehlini:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanma ve rızasının nerede yattığını bulma uğrunda hayatını ve varlığını ortaya koyar. Allah (celle celâluhu) işte böyle kullarına pek merhametlidir." (Bakara sûresi, 2/207)
Evet, bugünler, tıpkı Ashab’ın Allah’ın rızasını kazanma ve rızasının nerede yattığını bulma uğrunda canını ve malını ortaya döktüğü o karlı ticareti tam yakalama zamanı. Bu fırsatı kaçırmamak lazım. Onun için bu süreci gecesiyle gündüzüyle iyi değerlendirmek lazım. Zira, Allah (cc), karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almak istiyor. (Tevbe sûresi, 9/111) Karşılığını ancak Rahman’ın takdir ettiği bu karlı ticareti bereketli kazançlara dönüştürmenin yollarına bakmalı. 

Bediüzzaman, ‘O halde, şimdi bu emaneti satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki çokları satmaktan kaçıyor? Hayır, asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur.’ buyuruyor Altıncı Söz’de. 

Bugün, hepimiz zor bir süreçten geçsek de asıl geride kalan dava arkadaşlarımız daha ağır dert çekiyor, yoklukla savaşıyor. Muavenetle onların çektiğini paylaşır, onların ızdıraplarını ruhunda duyar; yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda bir küheylan gibi şahlanır, bir üveyk gibi kanatlanırsak Allah’ın izni inâyetiyle; işte o zaman onların derdiyle dertlenmiş, acılarını paylaşmış oluruz. 

Zalimler tarafından gadre uğrayan, malı mülkü zalimlerce gasp edilen mağduriyetler sarmalında eziyet çeken ve zulümden kaçıp cebrî hicret yollarına düşen kardeşlerimize mutlaka maddî manevî yardım etmeliyiz. Bu, insanlığın gereği, İslamiyet’in gereği, îsâr ruhunun gereği, kendimiz için yaşamamanın gereği, yaşatma mülahazasıyla yaşamanın gereği, “ba’su ba’de’l-mevt erleri” olmanın gereği, adanmışlık ruhunun gereğidir.

Mazlumların, mağdurların hepsine yetecek güçte imkanlar mevcut değil bugün elimizde. Onun için bu mevzuda dünyanın değişik yerlerinde bulunan arkadaşlara daha umumî manada bir “seferberlik” düşüyor. 

O mağdur insanlar mevzuunda seferber olmak lazım. Tıpkı Ensâr-ı kirâm efendilerimizin, Muhâcirîn-i fihâm efendilerimize bağırlarını açıp onlara bağ ve bahçeleriyle sahip çıktıkları gibi organizasyonlara girmek lazım. Hemen, birdenbire arzu ettiğimiz ölçüde, büyük çapta bir şey olmayabilir. İlk planda, bulduğumuz üç-dört tane samimi insana, hislerimizi ifade ederiz; mazlumiyeti, mağduriyeti anlatırız. Onlar ne yapıyorlarsa, onu yaparlar. Ama en evvela biz cömert duygularımızla canımızı ve malımızı Allah’a satmaya bakmalıyız. 

Bir gün gelecek, Allah’ın izni ve inayetiyle, zâlimlere dedirtecek kudret-i Mevlâ “Tallahi lakad âsereke’llahu aleynâ.” "Vallahi de tallahi de Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu idik!"… 
Fakat o güne kadar, “mazlum”un, “mağdur”un yanında bulunmak, Allah maiyyeti adına atılmış bir adımdır. Allah’a yakın olmayı düşünüyorsak, maiyetten hissedar olmayı düşünüyorsak, o muhtaç insanlara el uzatmalıyız.

İştirak-ı a’mâl-i uhreviye düsturunca, hapishanelerde, hastanelerde, gaybubette, hicret yollarında, şehitlik mertebelerinde o ağır sıkıntıları çekenlerle aynı duyguları paylaşabiliyor, onların soluklarını hissedebiliyor ve onlarla birlikte dört bir yanda hizmet için koşan milyonlarca insanın heyecanına iştirak edebiliyorsak onların sevabına da mazharız demektir. O milyonlarla beraber hemdem, hemhâl isek bir bünyân-ı mersûs gibi, kubbedeki taşlar gibi veya pırlantalar gibi başbaşa vermiş isek, orada ümitle ayakta duruyorsak, o milyonların sevabı bizim de defterimize akacak demektir. O milyonların makbuliyetine göre Allah bize bakar, o milyonların makbuliyetine göre mele-i âlânın sakinleri bizimle münasebete geçmek isterler. Biz artık bir fert değiliz. Ahiret defterine salih ameller gönderen milyonlarız!

Bugün Tebük Seferi öncesi ve sonrasındaki seferberlik haline, ruh coşkunluğuna çok ihtiyaç var… 

Cedd bin Kays, sıcaklık, kuraklık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı Tebük Seferi’nden de sıyrılmayı kendince başarmıştı. Kendini, çoluk çocuğunu, evini barkını güven altına aldıktan sonra çok da öyle mücadeleye gerek olmadığını düşünüyordu. Bir iki ortada gözükür ve bu da yeterliydi işte. 

Oysa, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), bu seferin çok çetin bir imtihan olacağı mülahazasıyla hareket etmişti. Güçlüsüyle zayıfıyla bütün Müslümanları açıktan mücadeleye davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı. O, bir yandan:
"Allahım, şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde Sana ibadet eden kalmayacak!" diyerek Mevlâ-yı Müteâl'e içini dökmüş, O'nun havl ve kuvvetine sığınmış; diğer taraftan da, bütün mü'minleri mallarıyla ve canlarıyla teşvik etmiş, zafer için gereken sebepleri yerine getirmişti.

Tebük hazırlıkları sırasında, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in teşvikleri üzerine tarihte eşine az rastlanabilecek fedakârlık örnekleri sergilenmişti. Zenginiyle fakiriyle topyekün Ashab-ı Kiram yeryüzündeki bu bir avuç Müslümana yardım için koşmuşlardı. 
Sadece erkekler değil, kadınlar da bu mücadele için gayret etmiş ve onlar da imkanları ölçüsünde yardımda bulunmuşlardı. Sadaka ve himmetlerini Hazreti Aişe Validemizin evinde toplamış; bilezik, halhal, yüzük, küpe ve daha işe yarayacak ne varsa getirip yere serdikleri bir örtüye bırakıvermişlerdi. Kimisi birkaç tane bilezik verirken, kimisi de develerin ayağını bağlamaya yarayacak bir kayışı ancak bulabilmiş ve onunla da olsa yardım edenlerin arasına dahil olmuştu.

O gün elinde hiç imkanı olmayan sahabîler bile, bu fedakarlıkta bulunanların arasında yer alabilmek için adeta çırpınmışlardı; onlardan kimisi başındaki sarığını çıkarıp vermiş, kimisi sabaha kadar su çekerek kazanıp getirdiği bir avuç hurmayı tasadduk etmiş ve kimisi de evindeki tek su kırbasını dine yardım etmek için toplanan malların içine katarak umumî sevaba ortak olmuştu. Evet, o gün, gönülden inanmış her insana, hiçbir bahane ve mazeretin ardına saklanmadan, yüreğini ortaya koyup gücü ve kuvveti ölçüsünde yardımda bulunmak düşüyordu; mü'minler işte bunu yapmışlardı.

Bu sefere, Cedd bin Kays gibi Ebû Hayseme el-Ensarî da katılmamıştı.  Seferin başladığı zaman tam bağ bozumu mevsimiydi; dallardaki meyveler insanlara tebessüm ediyordu. Güneşin kavuruculuğuna karşılık gölgenin daha bir kıymetlendiği sıcak bir gündü. Ebû Hayseme'nin zevcesi bahçedeki ağaçları sulamış ve çardağa su serperek havayı iyice serinletmişti. Güzel yemekler hazırlamış, sofrayı serin su ve taze meyvelerle donatmıştı. Ebû Hayseme, kendisine arz edilen bu nimetler içinde, gölgenin serinliğini damarlarında hissettiği, soğuk sudan kana kana içtiği ve eşinin varlığıyla daha da inşiraha erdiği bir anda zihnine hücum eden bir mülahazayla ürperivermişti. Kendi kendine, "Allah'ın elçisi güneşin altında, kızgın rüzgar karşısında ve boğucu kum fırtınaları içinde harbe gitsin; Ebû Hayseme ise serin gölgede otursun, güzel güzel yemekler yesin ve eşinin yanında safa sürsün; bu revâ mıdır, bir mü'mine hiç yakışır mı?" demişti. Hemen ayağa kalkmış, devesini semerlemiş ve ailesiyle vedalaşıp yola koyulmuştu.

O esnâda, ashabıyla beraber bir su başında azıcık dinlenmekte olan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, "Keşke Ebû Hayseme olsan!.." demişti. Biraz sonra da beklediği ve tahmin ettiği insanı karşısında görünce büyük memnuniyet duymuştu. Telaşla ve canı dudağında kervana katılan Ebû Hayseme ise, Allah Rasûlü'nün yanına varınca sadece "Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum" diyebilmişti. Zira o, mü'minlerden ayrılmanın ve mücahededen geri kalmanın ciddî bir günah olduğunu biliyordu ve işte böyle bir günahla helâk olmaktan çok korkmuştu. Geç de olsa her şeyi elinin tersiyle itip kafileye arkadan yetişmiş ve böylece Efendiler Efendisi'nin sancağı altına girerek o korkudan emin olmuştu. O, Cedd bin Kays gibi fırsatı kaçırmamıştı. 

Ve bugün dine hizmet mukabilinde Allah’ın rızasını kazanmış o güzide sahabelerin hemen arkasında ahirzaman garipleri olarak bâkî ve daimî bir lütfu kazanmak veya kaybetmek davası başımıza açılmış. 

‘Müslümanların dertlerini paylaşmayan onların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.’ diyor Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bu açıdan, hapishanelerde çırıl çıplak soyulan, soğuk su altında bekletilen, dayak, küfür ve psikolojik işkenceyle mağdur edilen insanlardan, annesiz babasız bırakılan çocuklara; binlerce kadından, yüz binlerce tutukludan ve anneleri ile ceza evinde yaşayan yüzlerce bebekten… kendi ülkesinde yiyecek bir lokma ekmeğin bile çok görüldüğü mazluma kadar… herkese el uzatmak, duamızda onları unutmamak birer mü’minlik vazifesidir. 

Ebû Hayseme gibi: ‘Ben burada rahatça yaşarken, zulüm gören, gurbet tadan kardeşlerim ne yapıyor!’ ızdırabı kalbimize ok gibi saplanmalı. Ve mutlaka bir şeyler yapmalıyız o mazlum kardeşlerimiz, ablalarımız, ağabeylerimiz için…

Bugün buna şiddetli ihtiyaç var. Belâ ve musibetlerin balyozlar gibi başa inip-kalktığı bu zamanda, suçlu arama peşine düşmek hizmete zarar verir. “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile hareket etme zamanı değil şimdi. Zaten, inananı, inanmayanı birlik olup ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor. Şeytan avucuna almış onları. Elin-âlemin ayrıştırmasına bir de bizim iştirak etmemize ne gerek var? 

Ensarı, Muhaciri el ele verip daha coşkun bir şekilde hizmetlerine kilitlenmeli. Muhacir hicret diyarına niçin geldiğini hep aklında tutmalı. Kendini ve ailesini güvenli bir ortama atmakla her şeyin bittiğini zannetmemeli. Tek bir şey için zorluklara katlanarak yollara düştük…o da: Yoluna baş koyduğumuz Sevdamız…
 
Rabbim hicret yolunda, hicrete niyet eşiğinde olan tüm masum insanlara acilen kurtuluş nasip etsin.. Ferec ve mahrec versin İnşallah. Dualarımızla, muavenetimizle, twitlerimizle… konumumuzla ve durumumuzla yapabileceğimiz ne varsa esirgemeyelim…

Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukût ettiği, içtimaî ahvalin bulanık bir hâl aldığı, her yanda zâlimlerin "hay-hûy"unun duyulduğu, şu karanlık günlerde, zulmet içinde zulmet kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. Sonsuz Kudret’inle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine su serp.
Ey bizi bu gurbette hikmetini bilemediğimiz sıkıntılarla imtihan eden Allah’ım, bundan muradın ne ise onu vicdanlarımıza duyur!.. Ve sadece duyurmakla kalma, bizi o duyguyla doyur. Bu işin hakkını vermeye, bu vazifenin gereğini yapmaya muvaffak eyle… Amin! Ya Muin!
<< Önceki Haber [Fikret Kaplan] Bir Vefadır Muavenet Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER