[Fikret Kaplan yazdı] Bir garip çiftçi ve bir garip bahçıvan

İstanbul’da bir garip adam… 1907’de gelmiş Şark’tan garip şekli, farklı elbisesiyle… Dert dolu sinesini ve insanlık için zonklayan kafasını anlamıyor kimse… Dalkavukluk teklif ediliyor kendisine…

SHABER3.COM

Bir garip çiftçi ve bir garip bahçıvan
FİKRET KAPLAN | Samanyoluhaber

İstanbul’da bir garip adam… 1907’de gelmiş Şark’tan garip şekli, farklı elbisesiyle… Dert dolu sinesini ve insanlık için zonklayan kafasını anlamıyor kimse… Dalkavukluk teklif ediliyor kendisine…

Ama o, Allah’tan başka kimsenin minneti altına girmiyor. Zira insanlığının tabiiliğini ve yaratılana olan muhabbetini ilân etmek için düşmüş yollara…  Beşerin ebedi mutluluğu uğruna dünyasını da ahiretini de feda etmiş… Dünya zevki namına bir şey bilmiyor. 

Hayatının hemen her faslında başkalarına hesap veriyor gibi davranmış. Öyle ki, yediği yumurtanın, giydiği paltonun ve ayağındaki çarığın kaynağını dahi göstermek suretiyle dünyada gözü olmadığını kesin bir biçimde ortaya koymuş...

Aylarca, haftalarca, günlerce… her kesimden, her dünyadan alimlerle başarılı, yüksek ilmi münakaşalar yapıyor medeniyetin beşiği bu antika şehirde… İlmin yuvası haline gelmiş Şekerci Han’da…   

Fakat, ilmin bir enaniyeti var… kendinde olmayanı çekememe var… Haset var, kıskançlık var… Ve kaldığı odanın kapısındaki “Burada her suale cevap verilir! Her müşkül halledilir, fakat sual sorulmaz!” yazısı ateşliyor hasedin ve düşmanlığın fitilini.



Sonunda ‘Bu adam delidir, çünkü her şeyi biliyor.’ diye zavallı Said’i deliler defterine kaydediyorlar… Din, ilim, maarif, memleket, medeniyet ve insanlık mecnunu bu güzel insanı tımarhaneye sevk ediyorlar.  

Tımarhanede iken, Mabeyn’den (Genel Sekreterlik’ten) bir doktor gönderiyorlar Bediüzzaman’ı muayene için. ‘Akıl melekelerini kaybetmiş. Artık sağlıklı düşünemiyor!’ yazılı bir rapor bekliyorlar hekimden… Halkı bununla kandırmak için…Yıllar sonra Mustafa Sungur Ağabey’e yapmak istedikleri gibi… Hocaefendi’ye yapmak isteyip tutturamadıkları gibi… 

‘Ben değil, memleket, millet hastadır.’ diye anlatıyor doktora uzun uzadıya macerasını ve İstanbul’a niçin geldiğini Üstad Bediüzzaman:

‘Onların tedavisi için geldim. Şark memleketi yaratıldığı durumda durmaktadır. Halkı cehalet hastalığında boğulmaktadır. Onları kurtarmak ümidiyle buraya geldim. Burada bu hususta çalışırken cinnet ile ittiham edildim. Hakikaten deliler içine düşen deli olur ki; İstanbul’a geldim, ben de deli oldum.’”

O günün hekimi ve hakimi…zulmedeni… ne kadar zalim de olsa yine de bugünden biraz daha insaflı… 

‘Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar bir delilik varsa, bütün yeryüzünde tek bir akıllı insan yoktur!’ diye yazıyor raporuna doktor üzerindeki bütün baskılara rağmen… 

‘Hadi git, serbestsin diyor!’ az önce onlarca kişiyi 31 Mart Vakası’ndan dolayı dar ağacına gönderen Mahkeme Reisi Hurşit Paşa… 

Bütün olumsuzluklara rağmen vazgeçmiyor Bediüzzaman gaye-i hayalinden… Haksızlık karşısındaki dik duruşundan… 

İsyan çıkarmak üzere olan askeri taburları, medrese talebelerini ve binlerce saf gönüllü hamalları ikna edip vazgeçiriyor taşkınlıklarından. Ferah Tiyatrosu’ndaki faciayı engelliyor büyük bir cesaretle koltuk tepesine fırlayarak… 

Emmanuel Karasso’nun gözünden kaçmıyor bu müthiş insan… “Macedonya Risorta” mason locasının Üstad-ı a’zamı, devletin dost görünen; fakat en azılı düşmanı meşhur Emmanuel Karasso… Bediüzzaman’ı etki altına alıp kendi safına çekmek ümidiyle heyecanlanıyor:

‘Davamıza öyle bir adam kazandıracağım ki, yüzyıllık bir çalışmaya bedel! diyor taraftarlarına… 

Zira, Karasso’ya göre herkesin satın alınacak bir fiyatı vardır… Kimisinin az; kimisinin çok… ama mutlaka herkesin vardır bir karşılığı… Makama, şöhrete, mal u menale… eve, villaya… çil çil altınlara, yeşil kağıtlara kim karşı koyabilirdi?

Karasso, Üstad Bediüzzaman’ı da herkes gibi kolayca elde edebileceğini zannediyor. 

Selanik’te ısrarlı davetleri üzerine Bediüzzaman görüşmeyi kabul ederek bir araya geliyorlar. Birlikte giriyorlar bir odaya… ama çok geçmeden Emmanuel Karasso, bu iman abidesinin yanından fırlayarak çıkıyor dışarıya:  
 
“Neredeyse bu acayip adam konuşmasıyla beni de Müslüman edecekti.” diyor. Bediüzzaman ise birlikte girdiği kapıdan yine aynı ruh hali, aynı aydınlık çehre ve biraz daha şahlanmış iman dolu yüreğiyle çıkıyor... Kendinden emin, davasından emin…
Duvarlar arkasında satın alınamamıştı o. Satmamıştı gönlünde taşıdığı yüce hakikatleri üç beş günlük dünya menfaatine… bağına, bahçesine…  

Bu hakikat yine samimi bir Hizmet insanın da bütün hayatında yankılanacaktı her zaman:

“Bu harekette hiç kimsenin, hiçbir gücün tek bir senti bile yoktur. Bağımlı hareketler bir gün mutlaka kundaklanır ve çökerler. Geleceğin dünyasını bağımsızlar kuracaktır. İnsanlığa mal olmuşluk size yeter. Tek sermayeleri samimiyetleri olan bu garipler dünyayı değiştirmeye vesile olacaklar. Bu destan, dünyayı değiştirmeye gelmiş bir insanın (Hazreti Muhammed (sav)) peşinde koşanların destanıdır… 

Bu, sahabe dönemi gibi örneği kendinden olan bir harekettir. Benzeri az bir fedakârlık örneğidir… Âlemin kurtuluşunu kendilerinden beklediğimiz nesillere evvel ve ahir tavsiyemi söylemek istiyorum: Aziz ve onurlu olun. Yakanızı ve paçanızı belli güç kaynaklarına kaptırmayın. Onların yanına derdinizi ve kendinizi ifade etme için gitmiş olsanız bile her zaman müstağni davranın. Başkalarının tahdit ve kayıtları altına girmeyin.

Kimse bizi alet olarak kullanamaz. Çünkü kimseye diyet ödeme mecburiyetinde değiliz… Bir zamanlar âleme nizam vermiş bu milletin hamiyetli çocuklarını hiçbir dış güç kendi hedefleri istikametinde kullanamayacak, figüre edemeyecektir. Çünkü bu vatan evladının hiç kimseye bir diyet borcu ve minneti yoktur.” *** 

Derdini kimseye anlatamayınca, her tarafına hastalık bulaşmış İstanbul’dan ayrılıyor Bediüzzaman üzüntüyle. Tekrar Şark yoluna düşüyor 1910 yılında… Tiflis’e uğruyor yolu seyahat esnasında... Şeyh San’an Tepesi’ne çıkarak istikbaldeki Tiflis’in çehresine göz atıyor. Manevi alemdeki planlarına gayb dürbünüyle bakmaya çalışıyor. 

Bediüzzaman bu düşünceler içinde istikbale açılırken bir Rus polisi yaklaşıp soruyor:
– Niye böyle dikkat ediyorsun? 
Bediüzzaman: 
“Medresemin plânını yapıyorum.”
Polis: 
“Nerelisin?”
Bediüzzaman: 
“Bitlisliyim.”
Rus Polis: 
“Bu Tiflis’tir?”
Bediüzzaman: 
“Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.”
Rus polisi: 
“Ne demek?”
Bediüzzaman: 
“Asya’da, âlem-i İslâm’da üç nur birbirinin arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstüne üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu istibdat perdesi yıkılacak, takallüs edecek (kasılacak), ben de gelip burada medresemi yapacağım.”
Rus Polisi: 
“Heyhat! Şaşarım senin ümidine!”
Bediüzzaman: 
“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir gündüzü vardır.”

Zamanın bereketli toprağına bir çiftçi gibi atıyor tohumları… “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” (Münazarat) diyor ve ekliyor:

     "Şark tarafından bir nur zuhur edecek (ortaya çıkacak), dine sonradan girmiş hurafeleri dağıtacak. Ben böyle bir nurun zuhurunu çok gözledim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin hazırlıyoruz".  (Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189) 

Ekilen nur tohumlarını yeşertip meyveye durduracak bahçıvandan bahsediyordu Üstad… Semaya ser çekmiş ulu ağaçlar, kökleri zeminin derinliklerine inmiş yüce çınarlar yetiştirecek olan kutlu bir bahçıvandan... Karın, dolunun şiddetinden; tipinin ve boranın yakıp kavuruculuğundan etkilenmeyecek fidanlar yeşertecek olan bir güzel insandan… Gecesi sabah aydınlığında, gündüzü Cennet gibi rengârenk bahçeler oluşturma peşinde olan bir garipten…

‘O gelecek zatın ismini veririm, ama üç vazifesi birden hatıra gelince; yanlış olur.’ diyor, Üstad Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de…ve şöyle devam ediyor: ‘Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor.’ (Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

Tohum saçmadan topraktan bir şeyler beklemek abes olduğu gibi; fidanların meyveye durması istikâmetinde, bazı fedâkârlıklara katlanmadan gidip hedefe ulaşmaya da imkân yoktu.

Hem bu eşsiz büyük çiftçi hem de o garip bahçıvan, istiyorlardı ki fidanları ve gülleri duyguda, düşüncede, anlayışta, inançta ve hizmette daima genç kalsın... kalsın ve taştan su çıkarma seviyesini daima muhafaza etsin…hiç yaşlanmasın… 

Solmayan güller gibi daima, ama daima genç kalabilsin... Çocuklar gibi saf ve temiz olsun. İnançta, amelde ve hizmette daima tertemiz olsun. Ve devamlı ön saflarda koşsun. Tıpkı küheylanlar gibi… hem de çatlayıncaya, kalbi duruncaya kadar ve başlangıçtaki halinden hiç taviz vermeden hep koşsun!.. 

Tiflis’ten sonra, Hızır gibi seyahatine devam ediyor Bediüzzaman… Ve nihayet varıyor Şark’a. Fakat, davası oturtmuyor onu yerinde… 1911’de Şam'a gidiyor. 

Şam Emeviye Camii'nde "Hutbe-i Şamiye" adıyla meşhur olan hutbesini veriyor. Bugün bizleri yok eden hastalıkları sayıyor tek tek:

Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup, dirilmesi, diyor birincisi…

İkincisi: Sıdk’ın (Sadakatin) toplumsal hayatta ölmesi (yani, siyasi cereyanların hayatta ağır basmasıyla İslâmiyet’e sadakatin azalması). 

Üçüncüsü: Adavete (düşmanlığa) muhabbet. (Müslümanlar arasında fitneyi, ayrılığı yayarak Müslümanların Müslümanlara düşmanlıktan hoşlanır duruma getirilmesi)

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani bağları bilmemek. (Rabbi Bir, Peygamberi Bir, Kitabı Bir, Kıblesi Bir… Bir… Bir… Binler kadar ortak noktası Bir olan Müslümanların birlik olmaması.)

Beşincisi: Çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan zulüm. (İslâm’a her türlü kötülüğü yapmış ve yapmak isteyen herkes. Bunlar Müslüman da olabilir, Müslüman olmayan da. Ama en büyük zulüm Müslümanların kötü alışkanlıklarıyla, İslâm’a uymayan yaşayışlarıyla dine verdikleri zarar.)

Altıncısı: Bütün himmetini şahsi menfaatlerine harcamak. (Sadece haramlardan kaçmakla bu dönemde Müslümanlar vazifesini yapmış olmazlar. Buna şahsi ibadetlerini eklemek de yetmez. Zira Âlem-i İslâm paramparça olurken kişinin sadece kendi şahsi dünyasını ihya etmesi düşünülemez. 

Ferdi ibadetler, kolektif güç haline gelen küfür karşısında tutunamaz. Bu asırda canıyla ve malıyla dine hizmet etmek gibi farzlar üstü farz bir iş var.)


Devam edecek…
<< Önceki Haber [Fikret Kaplan yazdı] Bir garip çiftçi ve bir garip bahçıvan Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER