Kur'ani Olmayan Terbiye


Bediüzzaman Hazretleri Kur’anî ve Kur’an dışı terbiyeyi mukayese ederken diyor ki: 

“Kur’an dışı terbiye, bugüne kadar görüldüğü şekliyle fertleri, zilletler içinde potansiyel bir FİRAVUN  yapmıştır. Evet firavunluğun iki yönü vardır. Bir yönü itibarıyla güçlü, kuvvetli olma durumu ki, işte bu durumda o, ‘Saldırgan, Cebbar, Zâlim,  Hodfüruş ve Bencildir.’  Diğer yönü itibarıyla zayıf ve iktidarsız  olma hâlidir ki, bu zaviyeden de o, başkalarının ayağını öpecek kadar zelil, zavallı ve sefildir. Bediüzzaman  Hazretlerinin de buyurduğu gibi, dünyevilik felsefesine bağlı biri ASLINDA  BİR  FİRAVUNDUR; FAKAT  MENFAATI  İÇİN  EN  ÖNEMSİZ ŞEYLERE İBADET  EDEN ZELİL BİR  FİRAVUNDUR…  HASİS  BİR  ÇIKAR  İÇİN ŞEYTAN  GİBİ,  ŞAHISLARIN  AYAĞINI  ÖPEN  AŞAĞILIK,  BİR KAYPAK  BİR  İNATÇIDIR.  Kur’an terbiyesiyle yetişmiş bir  ruha gelince o, ‘Bir kuldur, ama mahlûkatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur.’

“Bu durum, sadece Hz. Musa’nın karşısındaki FİRAVUN  için değil, tarihteki bütün FİRAVUN-MEŞREPLERİNDE  ORTAK  VASFIDIR. Bu kabil FİRAVUNLARIN en mebzul (bol, ucuz) olduğu çağ da bu çağ olsa gerek. İşleri düştüğü zaman veya çıkarları söz konusu olduğunda karşınızda iki büklüm olur, zilletle kıvranır ve ayağınıza kapanırlar; ayaklarını sağlam bir yere bastıkları ve kendilerini güçlü hissettikleri zaman da saldırgan vahşî, hodbin ve hodfürüş kesilirler. İşte bu İKİ  YÖNLÜLÜĞÜN  ifadesi olarak bunlar FİRAVUNLUK  ve  NEMRUTLUKLA anılırlar. 

“Firavunlaşan insanların bu çarpık psikolojisini, KUR’AN şöyle resmeder: ‘Derhal (adamlarını)  topladı ve (onlara) bağırdı: -Ben, sizin en yüce Rabbinizim!’ derdi.” (Nâziat  Suresi,  79/23-24)

“Bu, onun firavunlaştığı, ordusu ve etrafıyla kendisini büyük gördüğü andır. Onun bir de alçaldığı, zillete düştüğü hâli vardır. Bu haliyle o zelillerden daha zelil ve sefillerden daha sefildir ki, onun o esnadaki ruh hâlini de Kur’an şöyle tasvir eder:

“Biz İsrailoğullarını  denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, Firavun, ‘Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrıdan başka Tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!’ dedi.” (Yunus Suresi, 10/90)

“Gönülden söylemedi, söyledikleri onun riyakârca çığlıkları olduğu, duygu, düşünce ve ifadelerinde samimi olmadığı dikkatle bakılınca hemen anlaşılır. İhtimal eğer o anda olsun doğru söyleyip istikamet içinde hissiyatını ifade etseydi, Allah (c.c.) onun imanını kabul edebilirdi. Samimi olmadığı ve sıkıştığından ötürü dua ve yöneliş adına Allah (c.c.) bu canhıraş çığlıkları kabul buyurmamıştı. İşte bu, tipik bir firavunluktur. Günümüzde yüzlercesiyle karşılaşırsınız bunların. Makam ve mansıpları adına kapınıza kadar gelir el-etek öperler; işleri bitince de çeker giderler gider de sizi ‘nesyen mensiyya= unutulup gitme’ vefasızlığına mahkûm ederler. Doğrusu siz her zaman bu tür insanların, sizin milli problemleriniz, dininiz, imanınız, diyanetiniz terbiyesi gibi… konularda hiç mi hiçbir çabada bulunmadıklarını ve sadece göz boyama nevinden sizi aldatmaya çalıştıklarını acı acı müşahede eder ve bunlardan tiksinirsiniz. 

“Kur’an dışı terbiyenin terbiyezedeleri, belki bütün hususiyetleriyle firavun değillerdir. Biz de işin bu yanını nazara alarak hassas ve titiz davranıp bu tür hareketlere FİRAVUN  AHLAKI  demekle iktifa ediyoruz. Bazen bir müminde firavun ahlakı, bir kâfirde de MUSA  AHLÂKI  bulunabilir. Müminde firavun ahlakı devam edip giderse, o mümin –Allah  (c.c.)  muhafaza buyursun – neticede firavunlaşabilir. Övülen güzel ahlâktan Musa ahlakına sahip bir insanda neticede, belki bir gün Hz. Musa yörüngesinde seyahat edecek duruma gelebilir. Evet Allah (c.c.)  insanların boyuna-posuna, endâmına, ırkına, sınıfına değil; kalbine, kalbî hayatına, takvasına, zühdüne; tek kelimeyle keyfiyet veya evsafına bakmaktadır.

“Bu konuda Hz. Peygamber (S.A.S.)  şöyle buyururlar: “Allah (c.c.)  sizlerin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar. O, sizin kalblerinize ve amellerinize nazar eder.’ (Müslim, Birr, 33)

İmam-Hatip Okulunun orta kısmını bitirmiş yaz iznine gidiyordum. Yurdun Müdür Odasına beni çağırdılar. Yaşar Tunagür Hocamızla Ali Rıza Güven Amcamız bana dediler ki: “İlim Yayma Cemiyeti bu yaz tatilinde İsveç’ten bir vakfa  talebe mübadelesi için anlaşma yapmışlar. Yol masrafları talebe gönderenlere ait olacak, gittikleri yerlerdeki masraflar da gittikleri ülkelere olacak. İmam-Hatip yurtlarından birer öğrenci istemişler. Biz yirmi öğrenci seçtik onlar içinde kur’a çektik sen çıktın. Şimdi okula git, Müdürden İmam-Hatip Okulu öğrencisi olduğuna dair bir belge getir. Onunla pasaport alacaksın.” dediler. Bir dilekçe yazıp gittim. Müdür edebiyat öğretmeniydi. Ama cibilli İslam düşmanı olduğu için İmam-Hatibe müdür yapmışlardı. Ama bizlere kan kusturuyordu. “Bilgimi görgümü artırmak üzere İsveç’e gideceğimden dolayı, pasaport alacağım için okulunuzun öğrencisi olduğuma dair bir belge istirham ediyorum.” meâlindeki ifadeyi  görünce, hemen olmaz, diye reddetti. Benim, Bağdat’a ve Mısır’a okumaya gideceğimi zannediyordu. Ben de “O zaman, verdiğim dilekçeye ‘Bu şahıs, bu okulun öğrencisi değildir.’ diye bir cevap verin öyleyse” dedim. Bu sefer “Gel otur şuraya, Müdürlüğü sen yap” dedi. Ben de  “Ben Müdürlük istemiyorum sadece dilekçeme cevap istiyorum.” dedim. Baktı başından savamıyor, bu sefer alttan aldı: “Evladım benim böyle bir yetkim yok. Sen git bu izni Milli Eğitim Müdür Muavini Haşmet Beyden al” dedi. Ben de gerçekten öyle zannettim. Meğer bir oyun imiş. Haşmet Bey de bizimkinin iman düşmanı bir arkadaşı imiş. Telefon etmiş. Ben daha yanına girer girmez “Bilgisini, görgüsünü artırmak için İsveç’e gidecekmiş!..” diye alay edip, beni kovdu! Ben de Tıp Fakültesinde sol bir derneğin aktif elemanı olan  dayıma gittim. O da bir grup arkadaşı ile Fransa’ya gidecekti… Meseleyi anlatınca, dayım da bizim müdürü softa birisi zannetti. Geri kafalı olduğu için beni İsveç’e göndermiyor sandı. Hemen okula gelip, Müdüre önce çok yumuşak bir ifade ile durumu arz etti. Müdür hakaretle “Tavassut istemez! Tavassut istemez!” diyerek azarladı. Dayım yüzündeki yumuşak ifadeyi değiştirip tam bir solcu ağzıyla “Siz halkın işlerini nasıl engelleyebilirsiniz? Siz kim oluyorsunuz. Şimdi Milli Eğitim Müdürüne bir telefon edelim isterseniz. Bakalım ne oluyor” dedi. Çünkü Milli Eğitim Müdürü de soldan idi… Muhtemelen dayımın tanıdığı birisiydi. O kibirli o firavun-meşrep Müdür birden değişip zillete büründü ve dayıma, “Beyefendi ne demek benim de oğlum tıp fakültesinde sizin gibi… Ben yeğeninizi  çok severim, kulağıma fısıldasa benim gerekli belgeyi hazırlatırdım. Buralara kadar sizlerin gelmenize hiç gerek yoktu!..” dedi. Allah! Allah!  Adam bir anda nasıl değişiveriyordu…

Safvet Senih 
<< Önceki Haber Kur'ani Olmayan Terbiye Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER