[Tarık Burak yazdı] "Gözlerime başka bir hayal girmesin!"

Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet ile ilgili hatıraları Hocaefendi’nin hayatı etrafında anlatan Tarık Burak'ın yazı dizisinin 13'inci bölümünü yayımlıyoruz.

SHABER3.COM

‘Gözlerime başka bir hayal girmesin!’
TARIK BURAK

Fethullah Gülen Hocaefendi, Edirne’de irşad ve tebliğ adına çok büyük gayretler ortaya koyuyordu. Muhatabının içtimaî seviyesi ne olursa olsun, rahatlıkla gidip onunla görüşüyor, konuşuyordu. Zira çocukluğundan beri birçok alimin yanında bulunmuş ve onlarla sohbet etmişti. Bu da diğer insanlarla rahat diyalog kurmasına yardımcı oluyordu. 

Bu durumu şöyle anlatıyor Hocaefendi:  

“Kendimden yaşça çok büyük olanlara da edep dairesinde bir şeyler anlatmam ve onlarla uzun süre beraber olmam mümkün oluyordu. Denebilir ki, Edirne'nin kalburüstü bütün büyükleriyle muarefem vardı.
Cenabı Hakk'ın lütfettiği ölçüde his potansiyelimi müspet yolda kullanmaya çalışırdım. Kahvede oturur büyüklerle beraber çay içer ve onlara bir şeyler anlatmaya gayret gösterirdim.
Edirne'de ilk tanıdığım insanlardan biri İsmail Gönülalan'dır. Çok temiz ve nezih bir insandı. Beni, Devlet Su İşlerinde çok kimseyle tanıştırdı. 
Ve yine o sırada bir lise talebesi olan Ahmed vardı. Ben ona çok gayret ettiğinden dolayı Mus'ab diyordum. Esasen bugünlere kıyas edildiğinde, temas ettiğimiz insan sayısı çok azdır. Ancak o günün zor şartlarında ve Trakya gibi bir yerde bu rakam azımsanamaz. Hatta hiç unutmam: Diyarbakır'dan bir zat gelmişti. Bir gün bana: Bütün Trakya'yı dolaştım, bu havalide Müslümanlığı yaşayan iki genç gördüm. Biri sen, diğeri de Kırklareli'nde bir imam dedi. Demek ona da aynı şeyleri söylemiş ki, bir gün o imam beni ziyarete gelmişti. Daha sonra da ben ona gidip geldim. O dönem öyleydi. Halleşecek bir insan bulmak için dahi bir iki saatlik yol gitmeniz gerekiyordu. 

Bir kere de ziyaretime kardeşim Sıbğatullah gelmişti. Bir gece kaldı mı kalmadı mı bilmiyorum. Çünkü yatıracak yerim yoktu. Ertesi gün, zorlanarak bir yetmiş lira buldum ve trenle geriye ancak öyle gönderebildim. Hatta bana bir cüzdan vermişti. O cüzdanı otuz sene taşıdıktan sonra, oğlu Mazhar'a verdim. Babanın hatırasını sakla, dedim..

Edirne'de ziyaretime gelenlerden biri de Osman Kara'ydı. Osman Kara, Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmüş ve onun iltifatlarına mazhar olmuş bir insandı. Yedek subaylık yapıyordu ve onu Salih Özcan getirmişti.

Salih Özcan, saygı duyduğum bir insandır. Seyyid'lerden olması da onu sevip saymama ayrıca tesir eden hususlardandır. Birkaç defa ziyaretime geldi. Hatta bir gece onu pencerede misafir ettim. Ben gidip dışarıda bir yerde yattım. Otobüse binerken bana sarılıp 'Sen bir kahramansın' demesini unutamam. Onun bu sözü, ister bendeki bir boşluk olarak değerlendirilsin, isterse Salih Özcan'ın iltifatı sevmesine verilsin; fakat bana büyük bir moral vermişti.”

Hocaefendi bu arada hiç ara vermeden nefsini terbiye etme metoduna devam ediyor ve o günlerde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Riyazat yaptığım devrede, önce nefsimi bir kedi gibi gördüm ve onu kovaladım. Riyazata devam ettim. Bütün bu riyazatlara rağmen anladım ki nefsim beni sağ tarafımdan vuruyor. Çünkü o devrelerde başkalarını ve bilhassa oburca yemek yiyenleri hep başka türlü görüyordum ve yer yer onlara kızıyordum. Ve anladım ki, nefis ile mücadelede insanlardan bir insan olarak hareket etmelidir. İlahi davaya omuz verme, ayağımız kaymadan yaşayabilmemizin en büyük teminatıdır. Mücadele ruhu varsa bu bir fa'li hayırdır..”

İKİ İDAM

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Edirne'de yaşadığı önemli hadiselerden birisi de iki idamda ruhanî reislik yapmış olmasıydı.

“Bunlardan ilki 1959 senesinde oldu. Benim Edirne'de ilk senemdi. Üç Şerefeli Camii’nde imamlık yapıyordum. Bir gün biri geldi ve 'Gani Bey seni istiyor' dedi. Gani Bey hâkimdi. Ben kendisine bazı kitaplar vermiştim. İlk önce endişe ettim. Ve yanına bu endişe ile gittim. Bana: 'Bir idamlık var. Seni Ruhani Reis olarak bulundurmaya karar verdik.' dedi. Esasen hassas bir insanım. Böyle bir teklife 'Evet' demem mümkün değil. Beni tanıyıp itimat ettikleri için çağırdıklarını söylediler.

Eskiden idamlar millete ibret olsun diye açıkta yapılırdı. İhtilalden sonra açıkta idamı kaldırdılar. Gece beni gelip aldılar. Arabaya binip hapishaneye gittik. İdamlığın adı Rasim Dik'di. Hücreye girdik. Elleri bağlıydı. Herhalde saldırmasın diye bağlamışlar.

"ATATÜRK GELECEK"

İdam kararının Meclis'te tasdik edildiğini daha önce gazeteden öğrenmiş ve şoke olmuş. Konuştukları hep hezeyan.. Ne anlattıysam dinlemedi. Devamlı olarak: 'Atatürk gelecek ve eve gideceğiz.' diyordu.
Biraz sonra gelip beyaz gömleği giydirdiler. Boynuna da işlediği suçu bildiren bir yafta astılar. İdam sehpası Üç Şerefeli'nin önüne, şimdi park olan yere kurulmuştu. Halk etrafı doldurmuş. Ortalık panayıra dönmüş. Kimisi kuru yemiş, kimi şerbet satıyor. Kimsede ibret almaya niyet yoktu. Sadece Kuşcudoğan Camii’nde müezzinlik ve aynı zamanda Kur'an kursu öğretmenliği yapan, o gün elli yaşlarında bir İbrahim Efendi vardı. Üzüntü içinde olan bir onu gördüm. Hatta bir hafta kadar da idam yapılan bu yerden geçmemişti.

SON TELKİN

Ruhani Reis olarak son telkinimi yaptım. Ve sehpanın üzerine çıkardılar. Yakından görmek, o ruh halini yaşamak, şimdi canlı olan bu insanın birkaç saniye sonra ölü olacağını düşünmek ve bunu bizzat müşahede etmek, dinlemekten çok farklıdır. Anlatan kim olursa olsun, bu manzaranın dehşetini dile getiremez... Gani Bey Rasim'e yaklaşarak: Son bir arzun var mı? dedi. O yine 'Atatürk gelecek, eve gideceğiz' diye karşılık verdi. Bir cellat getirmişler, adam körkütük sarhoş. Zaten adet böyleymiş. Rasim'i kıbleye çevirdi. Zorla ipi boynuna taktı. Fakat ceset tam kıblenin tersi istikamete döndü. Simsiyah kesilmişti. Rasim'in dili bir karış dışarıya sarktı. Ertesi gün öğle vaktine kadar da ceset orada asılı kaldı.. Ancak yine kimsenin ders aldığı kanaatında değilim. Sonra ipi koparıp cesedi alıp götürdüler. Nasıl gömdüklerini bilmiyorum...

Artık meşhur olduğumdan ikinci idama yine beni çağırdılar. O zaman dışarıda asmak yasaklanmıştı. Herhalde teşhirin faydasız olduğunu onlar da görmüşlerdi. İkinci idamlığın adı Mehmed'di. Ona Memo diyorlardı.

Hükümet tabibi Sofyalıydı. Ben iç avluda oturuyordum. Biraz önümde de hâkim, savcı ve jandarma komutanı oturuyor. Daha sonra hükümet tabibi geldi. 'Papaz geldi mi?' dedi. İşte öyle birisiydi. Beraberce hapishaneye gittik. Benim üzerimde yine cübbe var.
Mehmed çok temiz çehreli bir gençti. Katil olacağına ihtimal vermiyorum. Bizi görür görmez ayaklarının bağı çözüldü. Felç olmuştu. Bir kanepeye oturduk. Anlatmaya başladım:
- Mehmed, işte durum bu. Meclis tasdik etmiş. Bundan sonra başka çare yok. Allah'a giden bir yoldasın ve başka yollar da kapalı.. 
Abdest almak ister misin? diye sordum. İsterim dedi. Ayaklarına gelince takati kesildi., Bugünkü gibi hatırımda. Ve bunları ben vicdanımda yaşadım. Yıkayamadı ayaklarını...
Amentü'yü okutmaya başladım. Biraz okuyor; fakat gerisini getiremiyordu. Kelimeler aklından siliniyordu. Arada da 'Beni bir daha adlî tıpa verseniz' diyordu. Halbuki adlî tıpa verilse ne olacak. Yaşayacağı bir iki hafta daha. İşte orada hayatın kıymetini daha iyi anladım. Sanki idama götürülecek olan o değil de bendim. Aradan seneler geçmesine rağmen hatırladıkça bu hicranı yaşarım. Mehmed'e çok acımıştım. Bir çoban öldürmüş dediler ve onun boynuna da böyle bir yafta astılar..

Cellat sarhoştu. Ayakta duramadı ve yıkıldı. O hükümet tabibi hemen sehpaya sıçradı ve cellatlığı o yaptı. Mehmed etrafına küskün küskün baktı. Sitemkâr bakışları ciğerime işlemişti. Sonra da sehpanın itilmesine yardım eder gibi ayaklarını oynattı. Bir iki sallandı ve hemen ruhunu teslim etti.” 

DARWİNİZM VE HOCAEFENDİ


Bazı zatlarda vesvese dönemi olur. Bu aslında bir billurlaşma dönemidir. Hocaefendi de hayatında iki defa çok şiddetli vesvese geçirdiğini aktarıyor. Birincisinin ise Edirne'de ilk kaldığı yıllarda olduğunu ifade ediyor. 

Bu idamların yapıldığı günlerde Hocaefendi, bir roman okuyordu. Bu Türk romancı, kitabında yer yer Darwinizm'den de bahsediyor, hatta bu teoriyi varoluşun niceliğini ve niteliğini açıklayan tek bilimsel gerçekmiş gibi sunuyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi, çobanlık yaptığı günlerden biliyordu Darwinizmi. Fakat romandaki anlatım ustalığı bir başkaydı. Belki peş peşe yaptığı iki ruhani reislik görevi onu çok sarsmıştı.

‘Acaba Darwinizm'le anlatılmak istenen ne?’ diye içinden geçiriyordu. Aynı dönemde Hamdi Yazır bu görüşe yumuşak bir tarzda yaklaşıyor, Hüseyin Cisri isimli İslam bilgini ise 'Bu, bir ilmi teoridir. Eğer ilmen ispat edilirse, ayetlerle telif ederiz' diyordu! Halbuki, evrim meselesi tarihte İslam âlimlerince birçok kereler ele alınmıştı. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme isimli eserinde, Allah'ın yarattığı varlıkların 'cemadat' (cansızlar), 'nebatat' (bitkiler) 'hayvanat' ve 'insan' hiyerarşisine sahip olduğunu yazıyordu ki, bu hiyerarşide, birbirinden türemek yoktu. 'İlmen ispatlanırsa, ayetlerle telif etmek' de ne demekti. Hocaefendi’nin içini bir kurt kemirip durmaya başladı.. Bir müddet Darwinizm ile uğraştı, okudu, yazdı çizdi. Bu konuyu ileride konferans konusu yapacak derecede inceledi. Neticede ilmi bir değer taşımadığı kanaatına vardı ve böylece fikri rahatsızlığını atlatmış oldu.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Edirne’deyken dönemin başbakanı Adnan Menderes, her yıl 25 Kasım günü yapılan Edirne’nin kurtuluş yıldönümü kutlamaları için üç defa bu şehre geldi. Yanında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun vardı. Ama Menderes, yanı başında olan ihtilali göremiyordu. 

Bu tarihlerde, Üstad Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ, Ankara, Konya, İstanbul ve Isparta’yı kapsayan bir dizi geziye çıktı. Sanki son günlerinde talebeleriyle vedalaşmak istiyordu. Yirmi sekiz sene gurbetlerde, hapis ve mahkemelerde çileli bir hayat geçiren Bediüzzaman’ın son günlerdeki bu ‘veda’ yolculuklarını bir kısım gazeteler mesele hâline getirdiler. Yalan ve iftiralarla ona saldırdılar. Bundan dolayı, 11 Ocak 1960 günü öğleden sonra Ankara’ya gelen Said Nursî’ye hitaben, hükümet bildirisi olarak radyodan Emirdağ’da ikamet etmesi tavsiye ediliyordu. 

Bediüzzaman, bir zaman sonra Menderes için: 'Menderes bizi anlamadı. Ben yakında gideceğim, onlar -ellerini ters çevirerek- tepetaklak olacaklar' dedi.

Üstad Bediüzzaman, 19 Mart 1960 Cumartesi günü, ikindi namazından sonra Isparta’ya geldi. 20 Mart 1960’ta da Urfa’ya hareket etti. Ve 23 Mart 1960 günü sabaha karşı Urfa'daki İpek Palas Oteli’nin 27 numaralı odasında vefat etti. Asrımızın bu büyük dava adamı, dünya adına arkasında hiçbir şey bırakmadan bir otel odasında göçüp gitti ahiret yurduna. 

HOCAEFENDİ'NİN EMNİYET'TEKİ İLK HÂDİSESİ


Bu dönemde, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin insanlar üzerinde müspet etki yapan yaşayışı, bir kısım insanları rahatsız ediyordu. Gizli gizli başlayan bu rahatsızlık giderek büyümeye başladı. Kendinden memnun olmayanlar bir araya gelip fısıltı halinde, 'bu adamın hakkından nasıl geleceklerini' konuşmaya başlamışlardı. 

Gerisini Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hatıralarından takip edelim:

“Galiba mahalli bir seçim vardı. Seçim yasakları çerçevesinde belli bir saatten sonra konuşma yasaktır. Caminin tam karşısında kavun karpuz satan birisi vardı. Kahvehanede oturmuş birkaç kişiyle sohbet ediyordum. Hemen gidip, 'Seçim yasağını ihlal ediyor' diye şikayet etmiş. Ben, başimam Salim Arıcı Bey ile kahvede bir çay içip pencereme dönmüştüm. Birden bir patırtı koptu. Hiç görülmedik şey camiyi basmışlardı! Işıkları yaktılar ama pencerenin içi karanlık olduğu için kitapları göremediler.
Beni tartaklayarak, kötü sözler söyleyerek emniyete götürdüler. Ben de lafların altında kalmadım. Merdivenlerden çıkarken beni boşluğa atacaklardı ki Emniyet Amiri Resul Bey aniden ortaya çıktı. Beni severdi. Bolu'lu Topal Hafiye, tam merdiven boşluğunun hizasında bana laf atıp karşılığını almış ve beni aşağıya itecekti ki, Resul Bey birden bağırdı:
- Durun!
Karpuzcu da oradaydı. Hepsi donup kaldı. Bana hitaben Resul Bey: 
- Sen burada ne arıyorsun? diye sordu.
- Beni alıp getirdiler. Seçim yasağını ihlal etmişim. Hepsi iftira, diye cevap verdim. Resul Bey yine aynı sertlikle bana bağırdı:
 -Çabuk buradan defol!
Bu Emniyetle alakalı ilk hadisem oldu. Bayağı içerlemiştim. Üzüntü ile pencereme döndüm. Hakkımdaki şikayetlerin ardı arkası kesilmiyordu.” 

Hocaefendi, bu kötü hadiseden sonra tekrar penceresine döndü. Fakat artık kötü günlerin ilk işareti verilmişti. Buna rağmen o Edirne'yi çok seviyordu. Çünkü hayatında büyük etkileri olan ailesi ve aile yakınlarından uzakta kendi kişiliğini bulmaya başladığı şehir Edirne'ydi. Burada yeni yeni ilişkiler kuruyordu. Kimi zaman düşmanlık şeklinde gelişen ilişkiler, kimi zaman sevgi etrafında filizlenip büyüyen dostluklar... Mesela bir Süreyya Bey vardı. PTT müdürlüğü yapmış, sözü sohbeti, ahbabı seven bir insandı. Prof. Badi Efendi'den nakiller yapardı. Bir başka camide vaaz eden Burhanettin Babayakalı, gelir Üç Şerefeli'de namaz kılardı. Sigarayı bırakmasına vesile olduğu Halil amca vardı...

“Edirne'yi çok sevmiş ve Edirne ile iyice bütünleşmiştim. Münzevi bir hayat yaşıyordum; benim inziva anlayışım değişikti. Onun için içtimai yönümü kesintiye uğratmıyordu. Edirne ileri gelenleriyle diyalog içindeydim. 

Alışkanlıklarımı burada kazandım. Bu beldeyi çok beğenmiştim. O yüzden Trakya'yı özellikle Edirne'yi Anadolu'dan ayıran Boğaz’a bile canım sıkılır. O kadar Anadolu ile müşterek mütalaa ediyordum. Orada eskiyi iyi bilen dostlar da vardı. Balkan Harbi'ni görmüş, Osmanlı'yı idrak etmiş yaşlı kimselerdi bunlar. 
O zamanlar orada kahvede oturan insanlarla ahbaplık kurar, onları camiye çekmeye çalışırdım. Hatta sigarayı bırakan insanlar oldu. Bunlardan biri de Halil Amca’dır. Bir gün canına tak dedi, bıçakla paketi kesti attı bir daha da sigara içmedi.”

YAŞAR KEMAL'İN KAHRAMAN KAYMAKAMI

Romancı Yaşar Kemal’in Teneke romanında, toprak ağalarına karşı Çukurova’da köylüyü koruyan Kaymakam Fikret Irmaklı, Aydın Bolak’tı. 

Köylünün ezildiğini görünce toprak ağalarıyla savaşmış, kaymakam olarak çeltik tarlalarına kadar giderek halkın arasına girmişti. Onun bu mücadelesi birilerinin dikkatini çekmişti. 

Hocaefendi’nin Edirne’de olduğu 1960’lı yıllarda, Türkiye’de filizlenen devrimci sol hareketin karargâhlarından biri olan Doğan Avcıoğlu’nun Yön grubu, Bolak’ı içlerinde görmek istiyordu. 

Ancak Bolak, Avcıoğlu’nun girişimlerine cevap vermedi. Bunun üzerine Yön dergisi “Teneke’nin Kaymakamı Teneke Çıktı” biçiminde bir yazı yayımladı. Fakat, Aydın Bolak ileride, aradığı ufku Fethullah Gülen Hocaefendi’de yakalayacak ve insanlık için çok büyük hizmetlere vesile olacaktı.
 

27 MAYIS VE 1960 DARBESİ

'DP hükümetinin faaliyetlerinden ve Adnan Menderes'in askere yönelik söylediği iddia edilen sözlerden' rahatsızlık duyan bazı general ve subayların oluşturduğu 38 kişilik komite, 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece Harp Akademisi’nde bir toplantı yaptı ve 27 Mayıs'ın ilk saatlerinde tanklar hareket etti. Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile ''ihtilal'' bütün dünyaya duyuruluyordu. Böylece, Bediüzzaman’ın ikaz ettiği ve Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu’nun 1957'de bizzat Menderes’e ihbar ettiği 27 Mayıs 1960 darbesi yapıldı. 

İhtilalin havası Türkiye genelinde hissediliyordu. Bazı müftüler, ihtilalcilere yakın görünüp sürgünden kurtulmak için sakal ve bıyıklarını kesiyorlardı. Baskı havasının sürdüğü o günlerde Hocaefendi de dikkatliydi. Okuduğu kitabı ve gazeteyi gömleğinin içinde taşıyordu.



YAŞAR TUNAGÜR HOCA'NIN EDİRNE'YE MÜTFÜ OLARAK TAYİN EDİLMESİ 

Yaşar Tunagür, Balıkesir'de müftü iken 27 Mayıs 1960 İhtilali oldu ve askerler onu nezarete aldılar. Ardından 1960 yılının Ekim ayında hemen tayinini çıkarıp Edirne'ye müftü olarak sürgün ettiler.  

Yaşar Tunagür Hoca müftülüğe gelince etrafı şöyle bir kolaçan etti, daireyi gözden geçirdi. Etraf dağınık ve metruk vaziyetteydi. Müftülüğün odacısına 'burada ne kadar eski eşya varsa hepsini bahçenin bir kenarına atacaksın' diye emir verdi. Bir iki ay geçince de yavaş yavaş etrafı tanımaya ve camileri dolaşmaya başladı. 

Bir gün Üç Şerefeli Cami'ye gitti. Fethullah Gülen Hocaefendi yine her zaman yaptığı gibi namazdan sonra bir sayfa Kur'an okuyup, meal ve tefsirini yapıyordu. Yaşar Hoca bu genç hocayı habersizce dinledi. Sohbetine ve ilmine hayran kaldı.

Hocaefendi ile tanıştığı günlerdeki bir hatırasını şöyle anlatıyor Yaşar Hoca: “Müftülüğe ilk gittiğimde hoşgeldine geliyor hocalar. Orada baktım bir genç, çok nurani bir hali var, sordum, 'Üç Şerefeli Cami ikinci imamı Fethullah Gülen' dediler. Bir gün gideyim dinleyeyim, dedim. Ve bir vakit namazında camiye gittim. Baktım özel bir cemaati var hocanın, namaz kıldırıyor, kıldırdıktan sonra bir aşr-i şerif okuyor ve okuduğunu da tercüme ediyor. Bu gençte çok cevher var dedim. Başka bir gözle bakmaya başladık hocaya. Sonra birkaç üniversiteli gençle tanıştık, siz ne okuyorsunuz diye sordum onlara. Arapça metinler söylediler. Siz nasıl okuyorsunuz falan derken 'Biz Üç Şerefeli Cami'deki hocayla ders yapıyoruz' dediler. Kendi kendime, bu gençte daha başka iş var dedim."

Yaşar Tunagür’ün Edirne'ye gelmesi ile birlikte Fethullah Gülen Hocaefendi yeni bir dost kazandı. Hocaefendi, hayatının ilkbaharında hem kişiliğini geliştirdi, hem insanlarla ilişkilerini. Bundan sonraki hayatı Edirne'de geçirdiği iki buçuk senelik zamanın üstüne bina edilecekti. 

“Yaşar Hoca geldikten sonradır ki, himaye gördüm. O bir parça hakkımdaki menfi düşünceleri tadil etti. Yaşar Hoca valiyle ve diğer üst seviyedeki bürokratlarla iyi görüşürdü. Onlarla hemen kaynaşmasını bildi. Selimiye'de yaptığı vaazlarda etkili oluyordu. Kısa zamanda büyük bir cemaat topladı. Edirne'nin İslam'a karşı yumuşamasında onun hizmetleri inkar edilemez. İhtilal'den sonra sürgün olarak gelmişti. Fakat halk Yaşar Hoca'ya fevkalade rağbet ediyordu. Ben Üç Şerefeli'de vaaz eder, hutbe dinlemeye Selimiye'ye giderdim.

Onun yaptığı o coşkun konuşmalar, o güne kadar duyduğum en içten ve en samimi konuşmalardı. Hutbelerinde muhakkak sahabeden örnekler verirdi. Ben zaten sahabe aşığı idim. Bu da beni onu dinlemeye koşturan sebeplerden biriydi.

Yaşar Hoca, Edirne'ye Diyanet adına itibar da getirdi. Personelde de bir canlılık oldu. Vali ile benim hakkımda aralarında geçen bir konuşmayı sonra bana şöyle anlatmıştı:

Vali ona beni nasıl tanıdığını sorar. O sırada Rakım Efendi de oradadır. Halbuki beni şikâyet edenlerden biri de odur. Yaşar Hoca Vali'ye: 'Efendim, der, onu benden evvel Rakım Efendi tanır. Onun nasıl fazilet abidesi bir genç olduğunu size o anlatsın.' Rakım Efendi bu emri vaki karşısında ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez. Mecburen müsbet şeyler söyler. Bu da valiye tesir eder. Zaten vali de yumuşak bir insandı. Asker kökenliydi. Adı Sabri Sarptır.”

İhtilalden sonra Edirne’ye vali olarak gelen emekli Albay Sadri Sarptır görev yaptığı dört yıl boyunca Edirne’de dindar insanlara hiçbir rahatsızlık vermedi. Kimseyi tutuklamadı, zulümlere maruz bırakmadı. Vali Sarptır, Hocaefendi hakkında bir araştırma yapmış ve olumlu kanaatlere sahip olmuştu. 

Hocaefendi, henüz 22 yaşındaydı ve bu valinin ihtilal ortamından kaynaklanan ihbarlara yüz vermeyip, dindar insanlara sıkıntı vermemesini takdirle izledi. Oysa ondan sonra Edirne’ye atanan Vali Ferit Kubat ise sivil olmasına rağmen Hocaefendi’ye çok ciddi sorunlar yaşatacaktı.

Bu arada Yaşar Hoca, Fethullah Gülen Hocaefendi’yi evlendirmeye kesin kararlıydı. Bir ailenin kızını beğenmişti. Durumu anlattı ona fakat Hocaefendi kesin bir dille reddetti:
- Ben bu meseleyi artık kafamdan sildim, boşuna ısrar etmeyin, dedi. 
Hizmetin dışında gözlerinin içine başka bir hayalin girmesini istemiyordu. Teşebbüslerin ardı arkası böylece kesildi. Bundan sonra aracılar çekildi ama bir başka seferinde, bir başka ailenin tek kızı, Hocaefendi müezzin mahfilinde otururken camiye geldi. Camide başka kimse yoktu. Yanına doğru bir kızın geldiğini görür görmez, Hocaefendi, kendini penceresine zor attı. Genç kız dondu kaldı. Biraz sonra öfkeden kızarmış yüzüyle ona:
- Cami pencerelerinde gebereceksin, dedi ve hızla uzaklaştı.

“Vazife yaptığım caminin arka maksurelerinden birinde otururken, tıpkı Hz. Yusuf'a (as) olduğu gibi, birileri tarafından taarruza uğradığımı ve Rabbimin inayetiyle kendimi pencereden içeri attığımı ve mütearrizenin arzusunu yüzüne çarptığım için, pencerenin dışında "burada öyle perişaniyetinle kal, geber!" diyen birisini de hayal meyal hatırlıyorum.

Esasen bu ailelerin hepsi de iyi ve mazbut insanlardı. Ne var ki ben daha birinci teşebbüste kararımı vermiştim. Kendimi İslamî hizmetlere vakfedecek ve evlenmeyecektim.” diyor Hocaefendi.

 

<< Önceki Haber [Tarık Burak yazdı] "Gözlerime başka bir hayal girmesin!" Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER