[Harun Tokak] Her Şey Güzel Olacak

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısı: Her Şey Güzel Olacak

SHABER3.COM

HARUN TOKAK 


Yıllar sonra yeniden gördüm onu.
Bir akşam alacasında, eski konağın ahşap pervazlı dar
penceresinden sokağa bakıyordum. Dışarda incecikten bir kar yağıyordu.
Saf bir elmas gibi kristalleşen gökyüzünden yağan karın altında hafif sekerek yürüyordu.
Üşüyen sokak lambasının loş ışığında dikkatlice baktım, oydu.
Karda düşmemek için bir eliyle yanındaki gencin omzuna tutunarak yürüyordu.
Doğunun sarp yollarında bir küheylan gibi koşan insan düz yolda zor yürüyordu.
Çatı arasındaki odamın ahşap penceresinden “Hacı Murad!” diye seslendim.
Başını kaldırınca, beni gördü. Kar kelebekleri arasından gülümsedi.
Gurbetin bu ilk gününde eski bir dostla karşılaşmak yangın yeri yüreğime, umutsuz bir orman yangınının üzerine yağan sürpriz yaz yağmurları gibi geldi.
Sonradan anlayacaktık ki gurbet günleri hep böyle soğuk, yüreklerimiz hep yangın yeri
olacaktı. Ahmet Kaya’nın dediği gibi mesele yorgan ya da kalorifer meselesi değil, memleket meselesi idi. İnsanın gurbette kışın da yazın da hep üşüyeceğini öğrenecektik.
“Hangi rüzgâr attı?” dedi Hacı Murad.
“Hangi dala konacağını bilemeyen yuvasız kuşlar gibi olduk.” dedim. “Ülkemizin hali malum işte! Arkadaşlarımızı bir bir tutukluyorlar. Anamı köyümüzün mezarlığına alelacele
defnettikten sonra hemen çıktım Türkiye’den.
Bir gece, rüyamda kalabalık bir polis grubu apartmanımıza geldi. Bana, beni sordular.
Onlara üçüncü kattaki oturduğum daireyi göstererek aralarında geçip gittim.
Arkadaşlar hep, çıksan iyi olur, diyorlardı ama rüyanın bana yapılan son ikaz olduğunu hissetti kalbim.
Ben çıktıktan iki gün sonra da evimizi bir sabah vakti polisler bastı.
“Neyse, boşver! Bugün biraz senden konuşalım.
Ayağına n’oldu?
“Genetik. Beyin zamanında komut vermiyor.”
“Şark’ta, ölümün pusu kurduğu yollarda birlikte koşarken yorulmak bilmeyen küheylan
gibiydin.”
Acı acı gülümsedi.
“Bir ara Asya steplerine gittiğini duymuştum.”
“Uzun hikâye.” dedi.
“Uzun hikayeleri daha çok severim ben.” dedim.
“Anlatayım öyleyse.” dedi.
“1990’lı yılların başında Demirperde yıkılınca Önden Giden Atlılar Asya topraklarına
koşarken bizim de nasibimize Sibirya buzulları düştü.
İstanbul’dan Musa Öğretmen’le beni de alarak kalkan uçağımız Ulan Ude Havaalanı’na
süzülürken Sibirya semalarında akşam oluyordu.
Uçaktan inince bir otele gittik.
‘Moskova’ya sormadan misafir kabul edemeyiz.’ dediler.
‘Bu gece cevap gelir mi?’
Resepsiyondaki bayan acı acı gülümsedi.
Çaresizce ve boynu bükük, havaalanın karşısındaki okulun bahçesindeki bir banka oturduk. Bizden önce Sibirya ülkelerini kolaçan eden Sadettin Başer Bey’in telefonunu verdiği Mirza’yı aradık. Telefonu açan kişi, ‘Mirza yazlığa gitti.’ dedi.
Kendimizi tanıtarak, yerimizi tarif ettik.
Gece ilerleyince banka uzandık. Gökte yıldızlar bize göz kırpıyordu. Üşümeyelim diye bize
iyice yaklaşmışlardı ama yer Sibirya’ydı ve mayısın sonları olsa da hava serindi.
Bir yıldız tatlı tatlı gülümsüyordu bize. Sibirya’nın o soğuk gecesinde içimizi ısıtan o yıldız
Kutup Yıldızı idi. Bir an da ürperdim, içim titredi. Gökyüzü, Sibirya’nın örtüsüne sarınmıştı,
ben gökyüzüne sarınmıştım. O yıldızın bakışları altında; eski bir türkünün, çan seslerinin
arasında sürekli kendisini doğuruyordu Sibirya. Ben yeniden doğuyordum. Başka bir ülkede kendimi yeniden inşa ediyor ve keşfediyordum.
Sabah olunca günün ışıkları ve kuş sesleri bizi uyandırdı. Bir şeyler bulup kahvaltı yapmak
için bir bakkal aradık. Küçük bir dükkânda ekmek ve kaşar peyniri bulduk.
Yanımıza ara sıra birileri geliyordu. Bir şeyler soruyor veya anlatıyorlardı ama biz
anlamıyorduk.
Pılsız-pırtısız gökten düşmüş iki insan gibiydik. 
Bir ara bazı ihtiyaçlar için havaalanına gitmiştim. Dönünce Musa’nın yanında tıknazca, orta yaşlı bizim dünyamıza, kültürümüze ait birisi duruyordu.
‘Adım Mirza.’ dedi, ‘Mirza Karayeviç.’
Mirza ile o gece geç vakte kadar yıldızların altında uzun uzun konuştuk. 
Sabah dokuzda geleceğini ve bizi Milli Eğitim Müdürü Vladimir Bey’e götüreceğini söyleyerek gitti. Nedense bizi evine davet etmedi.
Sonraki gün Mirza dediği saatte geldi. Beyaz Jiguli’sine bindik. 20-25 dakika kadar gittikten sonra bir binanın önünde durduk.
‘Geldik.’ dedi Mirza.
Kapıda uzun boylu birine sarıldı Mirza. Bağrışarak konuştular. Sonra beni gösterdi.
‘Vladimir Bey, Ulan Ude Milli Eğitim Müdürü.’ dedi Mirza.

Bütün ısrarlarımıza rağmen Vladimir Bey okul konusunda yapabileceği bir şeyi olmadığını
söyledi.
Geri “bank evimize” döndük. Gelen geçen meraklı gözlerle bize
bakıyordu. Bazen zabıtalar gelip ‘Burada kalamazsınız.’ diyorlardı. 
Sibirya’ya geleli tam bir hafta olmuştu. Banklar bizim hem ofisimiz hem evimiz olmuştu. Biz
de bunu kabullenmiştik. 
Soğuk Sibirya gecelerinde lacivert gökyüzünü bir yorgan gibi üzerimize çekip uyuyorduk. Zaman umutlarımızı öğütüyordu. Günler geçiyor hiçbir mesafe alamıyorduk. Paramız da bitmek üzereydi. Geri dönmek için teşebbüste bulunduysak da o kadar paramızın olmadığını fark ettik.
Akşamları herkes evine dönerken biz de yıldızların altında sırt sırta vermiş okul bahçesindeki banklarımıza misafir oluyorduk. Okulun öğrencileri, öğretmenleri, velileri yanımızdan geçerken meraklı gözlerle bize bakıyordu. Sonra öğrendik ki çevredeki insanlar hep bizi konuşuyorlarmış.
Son bir şansımız vardı.
Hiç değilse okullar tatil olmadan sınav yapmak. Okullar kapanınca bina verseler bile öğrenci bulamayacaktık.
Milli Eğitim Müdürü’nden zar zor bir sınav izni kopardık.
Binası, sırası, masası, öğretmeni olmayan, müdürü banklarda yatan bir okulun
sınavına kim girerdi? 
Müdür de bunu bildiği için öylesine izin vermişti.
Sınav günü geldi.
Sınav yapacağımız okulun kapısında büyük bir kalabalık karşıladı bizi.
Mezuniyet töreni kalabalığı sandık.
Meğer bizim sınava gelenlermiş.
Şaşırdık, sevindik.
Sınav bittiğinde üzerimizde tatlı bir yorgunluk vardı.
Cevap kâğıtlarını akşam “bank evimiz”de yıldızların altında okuduk.
Nihayet okullar yaz tatiline girdi.
Mirza, ‘Artık kimse olmaz buralarda. Milli Eğitim Müdürü de yazlığa gitti.’ dedi.
Kendisi de o gün yazlığına gitti.
Umutsuzluk, ıslak bir gece gibi abanmıştı üzerimize. Sibirya göğünün altında Musa ile yatsı namazlarımızı cemaatle kıldık. İşimiz mucizeye kalmıştı. Mucizelerin, beklenmeyen, umut edilmeyen süprizlerle geleceğini biliyorduk. 
Sibirya göğünün altında üşüyen iki yalnız penguen gibi ellerimizi ilahi bir süpriz için açtık.
Sonra sırt sırta vermiş iki tahta evimize, sırtımızın alıştığı kuru yataklarımıza; iki kalbi kırık garip insan olarak uzandık.
O gece her zamankinin aksine, beklemediğimiz bir şekilde gece derinleşti, hava karardı.
Oysa geceler hep aydınlık oluyordu.
Geldiğimiz günden beri ilk defa böyle oluyordu. Şaşırmıştık. Derin ve karamsar bir sessizlik çökmüştü ruhumuza. Derken Musa’nın sesi kesildi. Yorgunluktan uyuyup kalmıştı garibim.

Derken benim de kirpiklerim kapandı. İki sahipsiz insan, dünyanın bir ucunda, sokakta,
Tahta Kulübe’den dünyaya yayılan bir gönül hareketinin sahipsiz sevdalıları olarak tahta bir döşeğin üzerinde uyuyorduk.
Önce hafif bir meltem esti, bedenimi ve yüreğimi okşadı. Ruhum titredi. Bankın üstünde doğruldum. Önce ağır bir gül kokusu kapladı ortalığı. Ne oluyordu? Etrafımdan mekân
kayıyordu. Zaman durmuştu sanki. Başka bir alemin kapısı açılmıştı. Her şey kayboluyordu.
Birden mor bulutlar açılmaya, sağa sola kaçışmaya başladılar. Bulutların yarıldığı yerden bir ışık huzmesi inmeye başladı.
Yanımdaki bankta uyuyan Musa da fırladı. Sibirya soğukları yerini gül kokulu imbatlara
bıraktı.
Ay Yüzlü Sevgili’yi ilk defa gözlerim açık görüyordum. Ağzından çıkan her söz kalplerimize umut, heyecan, aşk ve şevk olarak dolup taştı. Sesinde bir baba şefkati vardı;
‘Buralara sizi biz gönderdik. Siz asla yalnız değilsiniz. Sakın dönmeyin, her şey güzel olacak! Ben Tuva’daki arkadaşlarınıza da uğrayacağım.’
O anda Ahmet Rufai gibi ‘Uzat ya Rasulallah, elini öpeyim.!’ diyecektim. Utandım diyemedim.
O gece yıldızların altında söz verdik:
‘Ömrümüz tahta banklarda geçse de dönmek yok!’
O gittikten sonra gül kokuları da yavaş yavaş çekildi. Musa da ben de sadece susuyorduk.
Dilimiz ve dudağımız kilitlenmişti ama kalbimizde coşkun ırmaklar akıyordu. İçimizde bahar
bahar çiçekler açıyordu. Anladık ki Sibirya’ya bahar geliyordu.
Bol yıldızlı o soğuk Sibirya gecesinde sarıldık birbirimize, ağladık, ağladık.
İçimiz tüm dünyayı hatta kâinatı içine alacak kadar genişledi. Artık özgür kelebekler kadar
hafiftik.
Öğle vakti Mirza geldi. Yüreğimizden taşan mutluluğu fark etti.
‘Sizde bugün daha önce hiç görmediğim bir şey var.’ dedi.
“Bank evimiz”de boş zamanlarımızda öğrendiğim Rusça ile ona:
‘Fisyö budit haraşo! / Her şey güzel olacak!’ dedim.
‘Vladimir Bey aradı. Tatilden acele dönmüş, sizi bekliyor.’ Dedi.
Ve süprize doğru yolculuk başladı.
Sekreter bu defa hiç bekletmeden bizi içeri aldı.
Milli Eğitim Müdürü Vladimir Bey bana dönerek;
‘Siz kimlerin sınavı kazandığını biliyor musunuz?’ Dedi.
‘Liste yanımda.’ dedim.
‘Kazananlar arasında Cumhurbaşkanının torunu da varmış. Haftaya okulu görmeye
gelecekmiş.’ dedi.
O gün bize güzel bir okul tahsis edildi.
Mirza şaşkınlıkla:
‘Nasıl oldu bu iş?’ dedi.
‘Sana söz Mirza! Sibirya’ya yeni baharlar gelecek!’ Dedim. 
Her şey güzel olacak!

<< Önceki Haber [Harun Tokak] Her Şey Güzel Olacak Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER