[Fikret Kaplan yazdı] Hicret, Aşure ve göz yaşartan hüzün…

Muharrem Ayı, hicretiyle, aşuresiyle; göz yaşartan hüznüyle… değerlendirilmesi gereken bir Hizmet mevsimi olarak başlıyor bugün…

SHABER3.COM

Hicret, Aşure ve göz yaşartan hüzün…
FİKRET KAPLAN

Muharrem Ayı, hicretiyle, Aşuresiyle; göz yaşartan hüznüyle… değerlendirilmesi gereken bir Hizmet mevsimi olarak başlıyor bugün… Allah’a şükürler olsun ki samimi hizmet insanları, yaşadıkları Kerbelalar ne kadar zor da olsa dilsiz şeytan olup kalmadılar… 

Çıktıkları Hicret’le peygamberlerin yolunda olduklarını gösterdiler. Bugün olduğu gibi dün de o Kerbela’da olsaydılar haksızlıklar karşısında susup kalmayacaktılar. Çünkü onlar, hiçbir zaman zulmedenlerden olmadılar!.. 

Zulmü görüp ses çıkarmayan dilsiz şeytanların tarafında durmadılar. Bir menfaat için sesini yükseltmeyen talihsizler gibi devrilmediler!.. İtiraz etmeyenlerden fersah fersah uzak kalmayı tercih ettiler! 


Muharrem Ayı, Hicri takvimin ilk ayıdır ve Müslümanlar tarafından feyizli günler olarak kabul edilmiştir. Aşura ya da Aşure günü denilen Muharrem ayının onuncu gününde tarihte pek çok önemli hadise meydana gelmiştir. Aşure, Arapça on sayısı demek olan “aşere”den gelen bir kelimedir. Hem Muharrem ayının 10. günü, hem de geçmiş Peygamberlerin yaşadığı on hadisesinin vuku bulduğu gün olması hasebiyle Aşure olarak ifade edilir.  

Hazreti Adem’in tevbesinin kabulü, Hazreti Nuh’un gemisinin tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine oturması; Hazreti İbrahim’in ateşten kurtulması, Hazreti Yakub’un oğlu Hazreti Yusuf’a kavuşması ve Hazreti Musa’nın Firavun’un tasallutundan necâtı… bunlardan sadece birkaçı... 

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Muharrem ayında oruç tutmanın faziletine dair beyanlarda bulunmuş; hususiyle bu ayın dokuz, on ve on birinci günlerinde oruç tutmayı ashabına tavsiye etmiş; Aşura gününde tutulan orucun, geçen bir yıl boyunca işlenen hata ve günahların bağışlanmasına vesile olabileceğini müjdelemiştir. (Tirmizî, Savm: 40; İbni Mace 1738)

Bu feyizli ay.. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun vahşet ve denaetten sıyrılarak, Sevr sultanlığında muvakkaten ikamet buyurduktan sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiği Muharrem ayı.. Müslümanların Hicret’in önemine binaen sene başı olarak kabul ettikleri mukaddes ay…  

Hicret aynı o günkü gibi zulümden sıyrılmak için Rasûl-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasından yola düşmüş yiğitlerle devam ediyor bugün. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabı nasıl Hicret etmişse Hizmet gönüllüleri de yerlerini-yurtlarını, mallarını-mülklerini terk ettiler; “Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın da ne olursa olsun!” diyerek hicret yollarına düştüler. 

Zira, bir Müslüman için en büyük örnek, peygamberler ve onların izinden gidenlerdir. Bütün peygamberlerin hayatında hicretin önemli bir yeri vardır. Bunu cahiliye putperestliğine bulaşmamış hakikî bir Hıristiyan olan Varaka b. Nevfel çok iyi ifade etmektedir. Efendimiz'e ilk vahiy geldiğinde Hz. Hatice Vâlidemiz, Efendimiz'le beraber Varaka'ya gitmişlerdi. 

Peygamberimiz gördüklerini anlatınca Varaka durumu şöyle yorumlamıştı: 
'Gördüğün, daha önce Hz. Musa'ya vahiy getiren Nâmus, yani Cebrâil'dir. Keşke ben, Senin dine davet edeceğin o günleri görebilsem de kavminin Seni yurdundan çıkaracakları, hicret etmek zorunda kalacağın güne yetişip, o gün Sana destek verebilsem!' Bunun üzerine Peygamberimiz:
'Beni, yurdum Mekke'den çıkaracaklar mı?' diye sormuş,
'Evet, Senin tebliğ ettiğin hakikatleri insanlara anlatan herkes mutlaka düşmanlıklara maruz kalmıştır. Şayet o gün geldiğinde hayatta olursam, Sana gücümün yettiğince yardımcı olurum.' cevabını almıştı." (Buharî, Bed'ü'l-Vahy 1; Müslim, İman 252; Tirmizi, Menakıb 13) 
Varaka b. Nevfel bütün peygamberlerin hayatında hicretin mühim bir yeri olduğunu daha risaletinin başlangıcında Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) haber vermişti.
 

KERBELA

Bediüzzaman’ın “ciğersûz/ciğer yakan” bir hadise olarak ifade ettiği “Kerbelâ Hadisesi” de bu ayda…Muharrem ayının onuncu gününde vuku buldu (Hicri 61/Milâdi 680). Hazreti Hüseyin’in şehit edilmesinden dolayı Aşure günü bir yönüyle hüzün hislerini de tetikleyen bir gündür. 

Üstad Bediüzzaman’ın ‘…Cevşen-ül Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali'den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşen-ül Kebir'le daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım.’ (Emirdağ Lâhikası-1) dediği Efendimiz’in mübarek torunu Hazreti Hüseyin Aşure günü Kerbelâ’da Revan nehri kenarında hunharca katledildi. 

Bu mübarek ay, öyle bir kirleniyor ki artık ondan sonra Muharrem ayı dediğimizde aklımıza o geliyor bizim.

Savaşamayacak insanların üzerine gitmek, insanlığını yitirmiş canavarlara mahsus bir şeydir. Günümüzde de ülkemiz dahil olmak üzere değişik yerlerde aynı vahşeti görmek mümkündür… İslam dünyasında vahşet içinde aynı zulümler işleniyor. 

Bütün bu zulümlerden daha vahim olan şey ise, o vahşet, o denâet, o şenâet, o yalanlar, o iftiralar, o intikam duyguları ve o birilerini karalamalar karşısında Müslümanım diyen, insanım diyen, insan hakları savunucuyum diyen kimsenin sesini çıkarmaması… Dilsiz şeytan kesilip kalması.

‘Siz Seyyidina Hazreti Hüseyin’i çağırdınız, ehl-i beyti ile beraber, çocuklarıyla beraber. Hepsini kılıçtan geçirdiler. E, madem çağırmıştınız, ey Persliler, ne diye onların imdadına koşmadınız? Yezid yerin dibine batsın, Allah’ın cezası bir insan; fakat (zulüm karşısında sessiz kalıp sustuğunuzdan dolayı) sizinkine de Yezidlik denmez mi?’ ***

Birileri kinle hareket ederken, onca insanın, haksızlık karşısında susarak dilsiz şeytan kesilmesi, zulüm yapanlardan daha garip ve acı bir durum. Evet, zalim, zulüm yapıyor; fakat birileri onun zulmüne karşı, “Hayır olmaz bu!” demiyor. Madem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir parçası, ona sahip çıkmak gerekirken durup uzaktan o işe bakma… şehit edildikten sonra da onların orada şehadetleri üzerinde ağıtlar yakma…

‘Bu, insanca bir tavrın işareti değildir! İnsanca tavrın işareti, Sa’d bin Rebî’in Uhud’da yaptığı şeydir! “Rasûllullah (aleyhissalatü vesselam) vefat etti!” diyorlar. Kılıcını çekiyor, ileriye atılıyor: “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz?” diyor. Böyle yapmak gerekmez miydi? Mus’ab ibn Umeyr gibi yapmak gerekmez miydi? Abdullah ibn Cahş gibi yapmak gerekmez miydi acaba? “Allahım! Tam fırsatıdır. Beni burada şehit etsinler; kolumu kol, bacağımı bacak, kafamı kafa… koparsınlar. Ben Senin huzuruna kanlar içinde geleyim. Bana Sen diyesin ki: ‘Abdullah sana ne oldu?’ Ben de ‘Rasûlullah’ın yolunda, önünde kalkan olmaya çalıştım, böyle oldum!’ diyeyim!” demek gerekmez miydi?

Yezid öyle bir Yezid’dir ki, Yezid ismini kirletmiş. Sadece Ehl-i Beyt muhabbetiyle meşbû insanlarda, Alevilerde değil, Sünnî dünyada da Yezid adı yoktur. Hiç koymamışlar. Oysaki Ashâb-ı Bedir arasında, bir tespite göre dört tane, başka bir tespite göre beş tane Yezid vardır. Yezid, Arapça bir kelime, “artar” veya “arttırır” manasına gelen ve çok kullanılan bir kelime. Fakat adeta Yezid ismi adına, Yezid’in dönemi bir dönüş noktası olmuş. Onunla artık Yezid ismi kullanılmayan, başkalarına verilmeyen mel’ûn bir isim haline gelmiş.’ ***

Bu zulmün sebebi ne peki? 

Müminim diyen kişilerin dünya saltanatını kaybetme endişesi… Bir vehim… Sadece bir şüpheye binaen yapılan katliamlar, zulümler… Hazreti Hüseyin’in şehadeti de bir şüpheye binaen. Şüphe şu: Bir yerde bu adamlar, tam bizim gibi düşünmediklerine göre, kuvvetli bir şüphe var. Yarın bunlar bize engel olabilir… Dolayısıyla, bunları hemen yok etmek lazım.. Bunların canına okumak lazım. Ne diyordu Yezid? 
“Şayet bunlar Kufe’ye varırlarsa, Iraklıların bize karşı çıkmaları bir şüphe teşkil ediyor. En iyisi biz bunların kellesini alalım, dolayısıyla o şüpheye meydan vermeyelim!”

Bugün de buna benzer vehimlerle öyle zulümler işleniyor ki…şuursuz, muhakemesiz insanlar üzüntü duymuyorlar, Allah’a teveccüh etmiyorlar, içlerini Allah’a dökemiyorlar. Haksızlıklar karşısında seslerini çıkarmıyorlar. Çünkü onlar da genel tablodan zehirlenmiş bulunuyorlar. Bir tanesinden müdafaa edici bir ses yükselmiyor. 

‘Ben duymadım. Sadece bir zat -büyük diyeceğim bir zat- zannediyorum ya telefon etti veya bir adamı ile haber gönderdi Fakîr’e. “Ben, bu olumsuz şeyler karşısında, az buçuk olumsuzluklarını ifade edince, etrafımdaki müritlerim bile dağıldı!” dedi. Bu, doğru ise şayet, o zatı Cenâb-ı Hak, payidar eylesin! En azından tek başına sahip çıktı.

Burada söylemekten hicab duyuyorum: Kendilerinden bir sesin yükselmesini beklediğimiz insanlar arasında, bundan elli sene evvel Fakîr’e talebelik yapan İlahiyatçılar var, üniversitelerde profesörler var… Yahu insafın ifadesi olarak, yarım kelimelik bir şey söylenemez miydi? En azından, bu ızdırap paylaşılamaz mıydı?!.

Onlar yapmadıkları gibi, kendilerini Allah yolunda zanneden o tekkelerden ve zaviyelerden de hiçbir ses yükselmedi!.. Ama hiçbir ses… “Değme, iyi oluyor. Yıkılmalarında yarar var bunların. Onlar yıkılınca, meydan bize kalacak orada!” mülahazalarına kapıldılar. Böyle tamamen din ile alakalı bir meselede hiss-i rekâbete yenik düştüler. Şeytan, o mevzuda onları nakavt etti; kündeye aldı veya el-enseye aldı ve dolayısıyla yere serdi, hafizanallah.’ diyor yolumuzu aydınlatan Rehber. 

Zalim, zulme doymuyor; hain, hıyanete doymuyor… Bunun karşısında sessiz kalma, alakasız kalma, insanlık adına ciddî kayıp sayılır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu buyuruyor zaten. O fesada kilitli şerirler karşısında, o mazlumiyet ve mağduriyete maruz kalanların dertlerini içinde paylaşmıyorsan şayet, onlar ile o derdi hissetmiyorsan, sen onlardan, o mazlumlardan ve o Müslümanlardan değilsin buyruluyor hadiste!.. 

Öbür tarafta “Sen hele şöyle kenarda dur! Onlar, göreceklerini görecekler, alacakları mükâfatı alacaklar!” denecek. Bu, muhakkak; bunda kimsenin şüphesi olmasın!..

 ‘Ben de olup biten hadiseler karşısında iki büklümüm. Evet, ümidimi hiç yitirmedim, reca duygumda hiç kayıp yaşamadım; Rabbime karşı ümidimde bir sarsıntıya maruz kalmadım. Ama şunu itiraf edeyim; immün sisteminin çökmesi karşısında, yirmi tane rahatsızlık ile yirmi dört saat inlediğim de muhakkak. İmmün sistemim, tamamen “Pes!” dedi bana; “Ben artık bu kadar fecayi’ ve fezayi’ karşısında -bir kısım vücuda musallat olan virüsler ve mikroplara karşı- mukavemet edecek güçte değilim!” diyor bana her an, her dakika. 

İşte on dakika evvel de ayağıma refleksoloji ile alakalı takunyaları takmış, odanın içinde dolaşıyordum; “Gidemem galiba, namaza gidemem; bu arkadaşların huzuruna çıkamam!” diyordum. Fakat dişimi sıktım, her şeye rağmen…’ diyor bize yol gösteren Rehber…

Peki bu hadiselerin hikmeti ne?

Üstad Hazretleri diyor ki; "Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtri birer vazife başına geçer. Öyle de Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. "İslamiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu."

Bugün de yangın var!.. Bugün de çok ciddi Kerbelalar yaşanıyor dünyada… Onun için Yüce Allah, hicretle sevk etti dünyanın dört bir tarafına. Ruh-u Revân-i Muhammedi’nin her yanda şehbal açmasını murad buyurdu. 

O halde, küçük farklılıkları kavga sebebi yaparak hasımlarımızın ekmeğine yağ sürmemeliyiz; Alevîsiyle Sünnîsiyle el ele vermeli ve hep beraber Allah'a yürümeliyiz. Irkî mülahazalara girmeden, mezhep farklılığı gözetmeden ve meşrep ayrılığını "öteki" saymaya vesile etmeden bütün fertlerle dostça yaşamalıyız. Sosyal coğrafyadaki bütünlüğü nazara almalı, ona göre bir hizmet için yol haritası belirlemeli ve herkese karşı aynı saygı ve sıcaklıkla muamele ederek ihtilafların ve iftirakların önünü almalıyız.

Muharrem ayı vesilesiyle iftar sofralarında bir araya gelebilir, aşure ikram edip ağızları tatlandırabiliriz. Alevi-Sünni aynı masa etrafında bir araya gelip bir halka teşkil etmek her zamankinden daha çok önem arz ediyor bugün. Ehl-i Beyt’in ve Kerbelâ şehitlerinin faziletleri, bilhassa Hazreti Hüseyin’in derinliğini anlatarak bütünleşme yolunda bazı meselelerin müzakerelerini yapabiliriz. Aksi halde, kadere taş atma da sayılabilecek şekilde sadece matem havasına bürünmenin ve yas tutmanın bir sevabı söz konusu değildir.

Bütün bu Hizmetlerin yanında, Aşure günü dolayısıyla 'Noah's Pudding' (Nuh'un tatlısı) diye bilinen aşureleri, bulunduğumuz ülkedeki komşularımıza ikram ederek onlarla bir gönül köprüsü de kurabiliriz. Belki ilk başta izah etmekte zorlanabiliriz ama sonrasında: 'Yine mi o tatlıdan getirdiniz?' diye sevinerek kapılarını sonuna kadar açacak ve aşurenizi alıp sizinle yakınlaşacaklardır.  

Hasılı, Muharrem Ayı, hicretiyle, aşuresiyle; göz yaşartan hüznüyle… değerlendirilmesi gereken bir Hizmet mevsimi olarak başlıyor bugün… Allah’a şükürler olsun ki samimi hizmet insanları, yaşadıkları Kerbelalar ne kadar zor da olsa dilsiz şeytan olup kalmadılar…çıktıkları Hicret’le peygamberlerin yolunda olduklarını gösterdiler. 

Bugün olduğu gibi dün de o Kerbela’da olsaydılar haksızlıklar karşısında susup kalmayacaktılar. Çünkü onlar, hiçbir zaman zulmedenlerden olmadılar!.. Zulmü görüp ses çıkarmayan dilsiz şeytanların tarafında durmadılar. Bir menfaat için sesini yükseltmeyen talihsizler gibi devrilmediler!.. İtiraz etmeyenlerden fersah fersah uzak kalmayı tercih ettiler! 

<< Önceki Haber [Fikret Kaplan yazdı] Hicret, Aşure ve göz yaşartan... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER