Hizmet Gönüllüleri musibet zamanlarını nasıl değerlendirmeli...

Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde Hizmet gönüllülerine önemli tavsiyelerde bulundu...

SHABER3.COM

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin herkul.org internet sitesinde yeni Bamteli sohbeti yayınlandı... Haftanın Bamteli sohbetinde Hocaefendi önemli tavsiyelerde bulundu... 


Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
   “Düşmanlar düşman tamam, ona bir şey diyemem; can azap, cânân azap, her günkü yâran azap!..”

“Bağ bozuk, bağban yaslı, güllere hazan azap / Yaz günü yaprakları solduran hicran azap // Düşmanlar düşman tamam, ona bir şey diyemem / Can azap, cânân azap, her günkü yâran azap.” Düşmanın düşmanlığına, eyvallah; dostların vefâsızlığı, azap!..

Şu kadar var ki, bu azaplar da boşuna değil. “Azap” ile “azb” aynı kökten gelir; azb, tatlı, lâtif, hoş, lezzet demektir. Burada çekilen “azap”lar, öbür tarafta “azb”e, yudum yudum lezzete, zevk yudumlamaya vesile olacak. Evet, azaplar -aynı kökten gelen- azbe inkılâp edecek; onlara azap, size azb olacak. “Size” dedik; çünkü kendimizi sizin arka saflarınızda görüyor, ötede saklanarak, başını saklayarak dururken, bize de belki bir “Sen de geç!” falan denir, rahmet tecellî dalga-boylu bir iltifat gelir ve halk ifadesiyle “paçayı sıyırırız” mülahazasını taşıyoruz. İçimin sesi!.. Her zaman böyle dedim; yaşadığım sürece de böyle diyeceğim; çünkü böyle düşünüyorum.

Düşünceye muhalif bir söz ve bir davranışta bulunmak, münafıklıktır. Dün başka, bugün başka; kalb başka, dil başka; o düpedüz münafıklıktır. Ve bu çağ münafık çağı olduğu için, her yerde daha ziyade -her yer-de da-ha zi-ya-de- onlar hükümfermadır. Namazda içinizde bulunurlar, oruç tutuyor gibi görünürler, Kâbe’yi tavaf ediyor gibi orada sekerler. Huzur-i Risâletpenâhi’ye gider, Peygamber’e bende gibi görünürler. Her defasında sizin karşınızda İslamî kıyafete bürünürler. Ve böylece siz de hüsnüzanna memur olduğunuzdan dolayı inanırsınız.

Nasıl hüsnüzanna memur olmayacaksınız ki,  buyurmuş Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hüsnüzan etmek, ibadetlerin en güzelidir.” Siz de “Acaba o güzel şeye sahip olabilir miyiz?!” diye, onlara hüsnüzan etmişsiniz. Onlar ise bu hüsnüzannı kendileri için bir malzeme olarak size karşı kullanmışlar. Zulümlerini bile meşru göstermek suretiyle, o işleri daha azgınlığa götürmüş, işlenmedik mesâvî bırakmamışlar; öyle ki şeytana bile yapacak iş bırakmamışlar; adeta “Sen artık yapacağın şeylerden âzâdesin!” demişler.

Çünkü çağ, Süfyân çağı; üst üste Süfyânlar gelir, bunlar -bir yönüyle- Deccâl’ın avenesidir. Âhirzamanda otuz küsur deccâl zuhur edecek. Bazıları, günün şartlarına, konjonktüre göre nasıl görünmeleri gerekiyorsa, öyle görünecekler. Fakat ortalık, bir yönüyle avamca, cahilce “sürü” düşüncesiyle Müslümanlığa şöyle-böyle yönelmişse, bu defa da bu deccâllar, Müslümanlığı bir argüman gibi kullanacaklar. Hadis ve Siyer kitaplarındaki Kitabü’l-Fiten ve’l-Melâhim’e baktığınız vakit Efendimiz’in âhirzamanla alakalı beyanlarında aynen bunların resimleriyle karşı karşıya kalacaksınız. “Allah Allah! Ne kadar isabetli resimler bunlar!” diyeceksiniz.

Günümüzün Firavunları, Deccâlları mabette varlar; Kâbe’yi tavafta varlar; Ramazan’da sahurda varlar, oruç tutuyorlar mı belli değil, iftarda varlar. Namaz kılıyor gibi görünüyorlar ama Allah’ın huzurundalar mı, değiller mi, onu Allah bilir! Fakat bütün işleri, hep aldatmaca olacak!.. Bunlar, Süfyân kolu, Süfyân… Kaçını gördük bunların şimdiye kadar?!. Bundan sonra da kim bilir kaçına şahit olacağız?!. Cenâb-ı Hak, basiret ihsan eylesin! Doğruyu, doğru görmeye muvaffak kılsın!.. Ve -onlar karşısında çok defa aldandık- bir defa daha bizi aldanma mahkûmu yapmasın!..

El-Hâdî  celle celâluhu. Ey hidayet eden Allah’ım! Bizi, Sırât-ı müstakîme hidayet eyle! Her türlü aldanmadan, “mağdûbî aleyhim”  olmadan, “dâllîn”  olmadan muhafaza buyur! Vesselam.

   Şeytana mağlup kimseler fani güzellik ve dünyevîlikler için “Daha yok mu?” deyip dursunlar, Hak erleri Cennet ve Rü’yetten sonra bile “mezîd” arzulayacakları sürprizlerle dolu bir âleme koşuyorlar.

Şimdi Şeytan, her şeyi değerlendirir. Süfyânlar da -esasen- şeytanın bir numaralı çıraklarıdır. Şeytan, değişik insanlardaki farklı ruh haletini değerlendirir. Mesela bir yerde insanlar, servet ve gınaya erdikleri zaman, “Ben şimdi bunu nasıl değerlendireyim buna karşı! Kârûn gibi ‘Hel min mezîd!’ dedirteyim!” “Derken Kârûn, ihtişam ve debdebe ile kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Kârûn’a verilenin benzeri bize de verilseydi, doğrusu o çok şanslı!’ dediler.” (Kasas, 28/79) Kârûn, saltanat, debdebe, ihtişam, kervan, kârubân, sârubanları ile çıkıp çalım sattığı zaman, saf sürüler, “Keşke bizim de böyle olsa!” falan derler. Malum, ehl-i ilim de diyor ki; “Allah’a sığının, o hiçbir şey değil!” Çünkü akıbeti görüyorlar: “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas, 28/81) İlim ehli onu müşahede ediyorlar.

Evet, şeytan belli bir dönemde insanın o duygusunu köpürtür, “Hel min mezîd!” dedirtir. Bir yerde bir tane köşk yaparsa, şeytan ona “Yahu falan şehirde de bir tane olsun! Mesela, Kahire’de var, Nil’in başka bir yerinde daha niye olmasın?!. Amnofisler, Ramsesler, İbnü’ş-Şemsler, böyle kocaman kocaman ehram (piramitler) yapmış; orada niye benim bir villam olmasın! Firavun’un dediği gibi, ayağımın dibinde Nil çağlayıp duruyor; neden içinde benim birkaç tane filom olmasın?!. Bir yerden bir yere -böyle- kervanlar gibi -esasen- çaldığım-ettiğim şeyleri taşımasın?!.” dedirtir. Şeytan, insanı servet ile böyle vurur.

Din-diyanet adına, dinde derinleşme adına, Allah “marifet”inde derinleşme adına, marifette derinleşe derinleşe “muhabbet” ufkuna ulaşma adına, muhabbette derinleşe derinleşe “aşk u iştiyak” ufkuna ulaşma adına nasıl hakiki mü’minler “Hel min mezîd! – Daha yok mu?” diyorlar?!. Peygamber ile diz dize geldikleri zaman, o “zevk-i ruhânî” ile mest oluyor, Peygamber’in “insibağ” fırçası ile fırçalanıyor; birden bire kendilerini Ebu Bekirler gibi, Ömerler gibi, Osmanlar gibi, Aliler gibi (radıyallahu anhüm) duymaya başlıyorlar. Ama onu tadınca da “Hel min mezîd!” demeye devam ediyorlar, “Daha yok mu?!” Hazreti Pîr, Âyetü’l-Kübrâ’da ifade ediyor, “Hem min mezîd?”

Zannediyorum böyleleri, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ettikleri zaman bile bunu söylüyorlar. Çünkü O, nâmütenâhidir. “Allah, her şeyi kuşatır, her şeyi ile ama kat’iyyen kuşatılamaz!” “Yarattıklarının önündekini arkasındakini, geçmişlerini geleceklerini, bildiklerini ve bilmediklerini bilir; onlar ise, O’nun ilminden dilediğinin ötesinde hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara, 2/255) Dolayısıyla o mevzuda seyr nâmütenâhîdir ve onlar orada Cenâb-ı Hakk’ın Cemâlini müşahede edince bile “Allah’ım, biraz daha! Allah’ım, biraz daha! Allah’ım biraz daha!” diyeceklerdir.

Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun ihata etmek, mümkün değildir. O, herkesin idrak ufku itibarıyla insanı bayıltacak, kendinden geçirecek bir güzellik ile tecelli edecektir. “Bed’ü’l-Emâlî”de dendiği gibi;

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” Gördükleri zaman, bayılıp geçecek, Cennet nimetlerini unutacaklar; arkada huriler varmış, gılmanlar varmış, ayağının dibinde Nil çağlıyormuş, filolar gidiyormuş, saraylar varmış; hepsini unutacaklar.

Mü’minlerin rıza, şevk ve iştiyâk-ı likâ yolunda “Allah’ım, daha yok mu, daha yok mu?!” demelerine mukabil, tamamen kendini dünyaya kaptırmış, servet çağlayanına yelken açmış insanlar, bir daha da -çoğu itibarıyla- geriye dönmeye fırsat bulamazlar. Bütün sahiller, silinir gider onların nazarında. Orada dünya ve dünyevîlikler hesabına “Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!” diyerek, hafizanallah, boğulabilecekleri bir yere kadar sürüklenir giderler. Yine benim şair arkadaşımın ifadesiyle, “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni!” Bir isyan deryasına yelken açarlar ki servetle, kenara çıkmaya koymaz artık onları!..

   Şeytanın çok tuzakları ve nüfuz yolları vardır; o ve avenesi kimini malla, kimini makamla, kimini de şehevânî duygularla aldatmaya çalışır.

Kimisi makam ve mansıp delisi olur; böyle gittiği yerde herkes, halk onu alkışlasın ister. Bir tane eskort takip ediyorsa, “Yahu iki tane niye olmasın?!.” der. Bir yerden bir yere gidiyorken “Beni bir ihtişam ile görsünler!” filan diye düşünür. Bu da “makam cinneti” esasen, “makam zehirlenmesi”. “İki tane olsun; yahu iki tane de olmuyor, üç olsun, on olsun; on, yirmi, otuz olsun! Böyle camiye giderken, arabalar bir arkama takılsınlar, bakanlar ona bir daha baksınlar böyle, bir başları dönsün. Nasıl baş dönermiş, görsünler!” filan… Şeytan, bu defa onu değerlendirir, saltanat zehirlenmesini değerlendirir, güç ve kuvvet zehirlenmesini değerlendirir. Bazen de öyle olur.

Bazen bir insana şehevânî duygular kapısını aralar; o kapılar, ona aralanır. Bir kere -hadis-i şerifin ifadesiyle- göz bakar, adım ona doğru atılır, el ona doğru uzanır ve ondan sonra da o mevzudaki o menfur, o müstehcen fiil irtikâp edilir. Bir kere de yaptı mı?!. Nasıl ki, bir kere yalan söyleyen, sonra her zaman yalan söyler!.. Evet, şimdikilerin birkaç yüz, belki daha fazla yalanına şahit oldunuz. Bir kere iftira eden, ondan sonra bin defa iftira eder. Bir kere bohemliğe düşen bir insan da elli defa bohemliğe düşer, hafizanallah. Bu defa da şeytan, onların o zayıf yanını yakalar.

“Şeytan” dediğiniz şey, böyle -bütün bütün insanı tecrîd ederek- sağlam karakterlere gelip musallat olacak birisi değil. O gelse, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çarpsa, orada İnsanlığın İftihar Tablosu, bir tokat ile onu yere serer. Çünkü öyle bir immün sistemi var ki O’nda, öyle bir virüsün ne haddine O’na tesir etsin!.. Ama bizim gibi zayıf insanlar söz konusu olunca, hafizanallah, bir kere göz kaydı, bir kere ayak yanıldı, bir kere el uzandı, bir kere o fiil, müstehcen fiil irtikâp edildiyse, “İki tane niye olmasın? Üç tane niye olmasın? Dört tane niye olmasın!..” Bu defa onun o zayıf yanını değerlendirir.

Bakın şeytanın çok yolları var! Çok yolunun olduğunu göstermek için üç tane misal verdim. Kendimi sıksam, on tane misal verebilirim, müsaadenizle. Şimdi onun bir de musibet zamanlarını değerlendirmesi var.

Bir musibet verir Allah (celle celâluhu). O musibetin geliş sebep ve sâikleri olabilir, şart-ı âdî planında. Mesela size lütfettiği ihsanları, böyle şükür ambalajlı her zaman değerlendirememişsinizdir. Size gelip ulaşan nimetler karşısında gereken şükrü eda edememişsinizdir.

Orada (elektronik tabloda) ilk defa o çıkmıştı; “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız.” “Dünya nimetleri, zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır.” “Dünya, dâru’l-ücret ve lezzet değildir; dâru’l-hizmettir!” diyor Hazreti Bediüzzaman. Allah (celle celâluhu) bizi değişik nimetler ile serfirâz kıldı ama acaba biz onun şükrünü tam eda edebildik mi? Her birimiz kendi açısından düşünmeli bunu. Hani ben kendi açımdan düşünmeliyim. “Bunu Osman hoca böyle düşünüyor, Ahmet hoca düşündü mü, Cemal hoca böyle düşündü mü, Celal hoca böyle düşündü mü?” Onlar, suizan olur. Evet, bizim hakkımız, vazifemiz suizan ise, içimizdeki suizan duygusunu tamamen kendimize tevcih etmeliyiz. “Acaba benim şu davranışımda bir inhiraf oldu mu? Eğilmiştim böyle, içimden geliyor gibi oldu, öyle bir ‘Subhânallah!’ dedim ki, saftakilere bir sinerji oluşturdu. Fakat acaba ben nefsimi karıştırdım mı buna? Ulan nankör nefis, karışmış olabilirsin sen!..” Böyle en olumlu, bizi kanatlandıracak/şahlandıracak şeyler karşısında bile, “Acaba bir bit yeniği var mı?!” mülahazasına meseleyi bağlayarak, her zaman temkinli hareket etme!.. Bu kendimiz için… Ama başkalarının da arpa kadar iyiliğini gördüysek, “Yahu bu kadar iyiliği olan bir insan… Allah, bunu yüzüstü bırakmaz!” Başkalarına bakarken de öyle bakmalıyız.

Şimdi kendi açımdan, her zaman kendimi bir kıtmîr gördüm. Siz biliyorsunuz; sana sorsam, şimdiye kadar elli defa mı, yüz defa mı demişimdir? Cenâb-ı Hakk’ın Kıtmîr’e ihsan ettiği lütuf… Sâfiyâne, halktan olanlardan, okumuş insanlardan binlerce, yüzbinlerce insan, “Yahu bu yol isabetli yol, Peygamber yolu!” dediler. Nedir o yol? Eğitim ile dünyaya açılma.. fakirliğe savaş ilan etme.. ihtilafa savaş ilan etme.. cehalete savaş ilan etme… Yahu çok makul bir şey; dünyada böyle bir şeye “Hayır!” diyecek insan çıkmaz. Dolayısıyla işin tabiatının icabı, gönüllere sizin için hüsnüzan vazediliyor, vüdd vazediliyor; gittiğiniz her yerde hüsnükabul ile karşılanıyorsunuz. Ve Cenâb-ı Hak, çok önemli hizmetlere sizi muvaffak kılıyor. Aklınızdan geçse ki “Bunu, ben yaptım!” hafizanallah, Cenâb-ı Hak, hafif kulak çeker, ensene bir tokat vurur, Süfyânlardan bir tanesini musallat eder.

   “Öyle bir fitneden sakınınız ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar!..”

Tabiî bu arada pek çok masum da acı çekebilir. Kur’an buyuruyor:  “Bir de, (samimî olanı samimî olmayandan ayıracak imtihan niteliğinde) öyle bir fitne, bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar. Yine bilin ki Allah, cezalandırması çok çetin olandır.” (Enfâl, 8/25) Bir fitneden, bir imtihandan, bir sorgulanmadan korkun ki, geldiği zaman sadece mücrimlere münhasır olarak gelmez, çok masumlar da beraber orada gider! İsyan edenler, etmiştir; zelzele olur, fay kırılır. Başı yerde olan insanlar da orada şehit olarak ölür. Zâlimler, hainler, Süfyânlar, Süfyân çırakları da orada mort olurlar; onlara “öldü” denmez, onlar ebediyen mahvolmuş demektir.

Allah (celle celâluhu) lütfetti… “Acaba biz mi yaptık bunu; şu kadar ülkeye biz mi açıldık?!.” Ne haddimize? Cenâb-ı Hak, sizi o yola sevk etmeseydi.. sizin aklınıza o türlü şeyler gelmeseydi.. siz arkadan bazı imkân sahipleri tarafından desteklenmeseydiniz.. gittiğiniz o farklı kültür iklimlerinde, farklı yerlerde, farklı kültürler ile yetişmiş insanlar tarafından hüsnükabul görmeseydiniz… Bunları nasıl yapacaktınız ki? Demek ki, bütün bu olup biten şeylerin arkasında, on tane, yirmi tane vesile var. Bütün bunlara hükmeden bir Kudret-i Bâhire, bir İrade-i Muhîte, bir İlm-i Muhît var; O (celle celâluhu) yapıyor. Öyle ise, bütün bunları görünce, yürekten “Küfür ve dalaletten başka her halimize hamd dolsun; şükür Allah’adır.” demek gerekirdi. Demediğimizden dolayı, bir tokat gibi bir musibet gelebilir. Bu mesele, bir.

Bir ikinci husus: Böyle bir fırsat elimize geçmiş, “Acaba atımızı biraz daha mahmuzlamak suretiyle daha hızlı yürüyemez miydik? Mesela, sekiz saat mesai yapacağımıza, on sekiz saat yapamaz mıydık? Mesela, yirmi saat yapamaz mıydık? Dört saat, dinlenmeye yeter bir insan için; yirmi saat yapamaz mıydık? Yirmi saat yapsaydık, gidilen ülkelerin sayısı açısından yüz yetmişi, üç yüz kırk yapardık, Allah’ın izniyle. O yaptırırdı; yüz yetmişi, üç yüz kırk yaptırırdı Allah (celle celâluhu). Dolayısıyla imkanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı, buna da “imkan-zaman israfı” denir. Bir de bundan dolayı kulak çekme olur. Dolayısıyla bir tokat vurur, müşterek; hakikaten o işi bihakkın yerine getirenler de diğerleri ile beraber o tokadı yerler.

Acaba fırsat elimizdeyken, mesela televizyon varken, gazete varken… Mesela, bu gazete bir milyona ulaşmıştı; bu, iki milyon yapılamaz mıydı? Ve onun içindeki sesiniz-soluğunuz sizin, Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin sesi-soluğu olamaz mıydı?!. Bir mecmua çıkarıyordunuz; bir taraftan ilmî, bir taraftan edebî; fakat bir taraftan da tekvinî emirlerin tefsiri/tahşiyesi ile beraber, teşriî emirlerin orada yorumu vardı. Kalite itibarıyla, keyfiyet itibarıyla, muhteva itibarıyla acaba biz onu, daha rantabl bir hizmet unsuru haline getiremez miydik? Demek ki getirmemişiz ki, Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), bir kısım mütegallipleri, mutasallıtları, mütehakkimleri musallat etti; tagallüp, tahakküm, tasallutlar ile tepenize bindirdi, el koydurdu onlara. Zâlimler, el koydular, yok ettiler, bitirdiler o meseleyi. Bundan dolayı müşterek bir tokat yedik.

Belki bu türlü şeylerde bile “sûitaksir”de bulunma, bir yönüyle belki “suiistimal” etmiş olma, belki bunları birer niam-i İlahî görüp şükretmeme mevzuunda bile şeytanın bir kısım şerareleri vardır, “zulmânî tayflar”ı vardır ona da “tayf” denirse, vesveseleri vardır, -en güzeli- “dürtü”leri vardır. O mevzuda, onları aksatma mevzuunda da şeytan rolünü oynamış olabilir ve yine onun dürtüleri ile aksatmış olabiliriz. Böyle bakmalıyız meseleye.

   Şeytan, musibet zamanlarını kendi açısından büyük fırsatlar mevsimi olarak görür ve o döneme özel ayak oyunlarıyla insanları baştan çıkarmaya çalışır.

Bir diğer taraftan, musibete maruz kaldık; bela ve musibetler kapıyı çaldığı zaman, yakamıza elini uzattığı zaman atf-ı cürümler olabilir. Hukukta “atf-ı cürüm” denen bir şey vardır; bu, İslamî adalet sisteminde de vardır. İnsanlar sıkıştıkları zaman başkalarını suçlamaya dururlar. Buna şahit oldum ben, değişik yerlerde; böyle kodese tıkıldığımız zaman da en yakın arkadaşların “Vallahi bizim böyle şeylerden haberimiz yoktu ama bu adam bunları bize öğretti!” falan dediğine şahit oldum. Atf-ı cürümde bulunmak suretiyle kendileri o işten sıyrılmaya çalışırlar, hafizanallah. Şimdi burada da şeytanın değerlendireceği argüman, budur. “Ha, şöyle olsaydı, bu olmazdı! Böyle olsaydı, şu olmazdı! Yanlış şeyler yapıldı; insanlar Amnofis’i bile idare etmeliler. Jull Sezar’ı idare etselerdi, onu kandırsalardı, onun için bir şey yapsalardı, herhalde gücünü-kuvvetini kendi hesaplarına kullanabilirlerdi!..” falan. Bu türlü atf-ı cürümler; bu da sıyrılma adına.

Bir de birileri zorlayarak bu türlü sıyrılmalara sevk ediyorlarsa, “Aman, tam onların içinde görünmeyin! Tam o resimde, o karede bulunmayın! Sıyrılın; bu işin içinden sıyrılmaya bakın! Bu dünya dâru’l-lezzettir! Bence dünyadan lezzetinizi almaya bakın! Dâru’l-ücrettir; ücretinizi almaya bakın!” falan diye şeytanın kandıracağı dünya kadar insan vardır immün sistemi güçlendirilememiş. Ne ile? İman-ı billah, Marifetullah, Muhabbetullah, Aşkullah, Şevk-i likâullah ile immün sistemleri güçlendirilememiş. Yani manevî anatomileri güçlendirilememiş; çok küçük bir virüs, bir mikrop karşısında sarsılacak kadar zayıf. Küçük bir yel karşısında devriliyor. Öyle devrilecekse, -Allah göstermesin- bir fırtına, bir hortum, bir tayfun -yakında Amerika’ya gelip çarpan tayfun gibi bir şey- geldiği zaman, kökü bile sökülür gider onun. “Bir daha yedi ceddime tevbe, ben bunlar ile bulunursam!” diyen müfteriler, affedilmeyecek cinayetler bile işleyebilirler.

Şimdi Şeytan, “Yahu iyi bir fırsat, tam; şimdi ben bu insanlarda atf-ı cürüm duygusunu tetiklemeliyim! Elimde hazır körük var, vesvese körüğü var; bu körük ile bunların üzerine gitmeliyim, o ateşe benzin sıkmalıyım. Bunlara, birbirlerini tecrim ettirmeli; ‘Senin yüzünden oldu! Bu iki tane, üç tane Süfyân ikna edilemez miydi? Yaptığımız şeylerden bazıları onların adına yapılamaz mıydı? Bazı yerlerde bir-iki tane filo onlara verilemez miydi? Bir-iki yerde onların adı bayraklaştırılamaz mıydı?’ demek suretiyle makul gibi şeyler söyletmeliyim.” der. Dürtükler şeytan… Tanıyorum ben onu, o mel’ûnu… Hazreti Âdem gibi Safiyullah’ı bile bir zelleye maruz bırakan ne profesyonel bir şeydir o!.. Hollywood’un senaristleri onun yanında halt etmişler. Tâ Hazreti Âdem’den bu yana şeytanlık yapa yapa, şeytanlıkları onun için çok rahat, peynir-ekmek yiyor gibi kolay hale gelmiştir: “Yahu ben bu hazır tabloyu çok iyi değerlendiririm. Nasıl değerlendiririm? Bu defa da mağduriyete, mazlumiyete, mehcûriyete, mahkûmiyete, muzdarriyete, mutazarrıriyete -diyeyim-, mahrumiyete, mütezelliliyete (tezellül yaşamaya, münkesiratü’l-kulûb olmaya) maruz kalmışlar. Hazır bu türlü şeylere maruz kalmışlarken diğer arkadaşlarına, hususiyle başlarındaki büyüklerine, serkârlarına karşı bunları ayaklandırmalıyım! Sürekli bunların aleyhinde onları dürtmeliyim, konuşturmalıyım!” falan… Böyle bir pozisyonu değerlendirebilir, hafizanallah..

Bakın, şeytan değişik pozisyonları, değişik şekilde değerlendirir; hiç tereddüdünüz olmasın! Serkârları da öyle değerlendiriyor, ortadaki sürüleri de öyle değerlendiriyor, Hak yolunda, Peygamber yolunda yürüyenleri de değerlendirmek ve onlara da dediğini-ettiğini yaptırmak için onlara göre argümanlar kullanıyor. Şeytan bu, kullanıyor, kullanabilir bunu.

ÖNE ÇIKAN HABERLER