Hüseyin Çelik'ten AKP'ye sert eleştiriler

AKP'de en uzun süre Millî Eğitim Bakanlığı, ardından parti sözcülüğü yapan Hüseyin Çelik, dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Çelik, "Otoriterleşme zıtları birleştirir. Bir araya gelmesi mümkün olmayanları otoriterleşme bir araya getirir" dedi.

SHABER3.COM

AKP'nin kurucularından olan eski Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Hüseyin Çelik, AKP'nin MHP ile ittifakının muhafazakâr Kürt seçmeni küstürdüğünü, yargının muhaliflere karşı sopa olarak kullanılmaması gerektiğini söyledi. Çelik, 6'lı masadaki 5 partinin inançları ve dünya görüşleri bakımından AKP'ye daha yakın olduğunu ancak CHP ile ittifak yaptıklarını belirterek, AKP'lilerin "şapkasını önüne alıp düşünmesi" gerektiğini vurguladı.

Gazete Duvar'dan Serkan Alan'a konuşan AKP'li Çelik, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş amacıyla kurulan 6'lı muhalefet masasına işaret ederek, "Otoriterleşme zıtları birleştirir. Birbiriyle bir araya gelmesi mümkün olmayanları otoriterleşme bir araya getirir. Şimdi, Sayın Ali Babacan, Sayın Ahmet Davutoğlu, Sayın Temel Karamollaoğlu, Sayın Gültekin Uysal ve Sayın Meral Akşener. Beş isim sayıyorum. İnançları, dünya görüşleri, hayatlarını tanzim etme biçimleri bakımından AK Parti’ye mi daha yakın CHP’ye mi? AK Parti’ye ama CHP’yle ittifak kuruyorlar. AK Partililerin bunu oturup düşünmesi lazım. Şapkamızı önümüze alıp düşünmemiz lazım" diye konuştu.

'MİLLİ EĞİTİM BÜTÜN İKTİDARLAR DÖNEMİNDE ADETA ATEŞTEN GÖMLEKTİR'

AK Parti iktidarında 6 yıl ile en uzun Millî Eğitim Bakanı görevini üstlenen isim oldunuz. Sizden sonra çok sık bakan değişikliği eleştirilere de neden oldu. Bu tabloyu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben AK Parti iktidarının ikinci Milli Eğitim Bakanı’ydım. Benden önce 5,5 ay kadar Sayın Erkan Mumcu bu görevi yapmıştı. 59’uncu Hükümet kurulunca Millî Eğitim Bakanlığı’na getirildim. Benden sonra da altı arkadaş geldi. Dolayısıyla AK Parti döneminde sekiz Milli Eğitim Bakanı oldu. Maalesef bu durum Millî Eğitim Bakanlığı’nın kaderidir. Benden önce bakanlık yapan, seleflerim olarak kabul ettiğim 32 bakan bir yılı doldurmadan ayrılmıştı. Milli Eğitim bütün iktidarlar döneminde adeta ateşten gömlektir. Bütün tartışmaların odağındadır. Bütün toplumu ilgilendiren bir bakanlıktır. Böyle olunca herkesin Millî Eğitim Bakanlığı'yla ilgili söyleyecek sözü var. Bilse de bilmese de.

‘BENDEN SONRAKİ BAKAN ARKADAŞLAR YAPTIĞIMIZ KÖKLÜ REFORMLARIN ÇOĞUNLUĞUNA MÜDAHALE ETTİLER’

Bence bu kadar bakan değiştirilmesi doğru bir şey değil. Ortalamaya bile vurduğunuzda her bakana 2,5 yıl süre düşüyor. En uzun süre görev yapan benim. Eğer Millî Eğitim’de istikrar istiyorsanız, yapılan reformların sonucunu almak istiyorsanız bu sürenin daha uzun olması gerekiyor. Çünkü eğitimde yaptığınız reformlar belediyenin hizmetleri gibi değil. Bu iş asfalt dökmeye benzemiyor. Bu yıl aldığınız bir karar en erken sekiz, on yıl sonra meyvesini veriyor. Benden sonra gelen bakan arkadaşlar maalesef bizim yaptığımız köklü reformların büyük çoğunluğuna müdahale ettiler. Daha meyve alınmadan değişikliklere gittiler. Dolayısıyla sonuç alınamadı.

‘MİLLİ EĞİTİM’DE KURUMSAL HAFIZA KAYBI EN ÇOK DİNÇER DÖNEMİNDE YAPILDI’

Göreve gelen her yeni bakan kendi metodunu mu uygulamaya çalıştı?

Benden önce altı yıl boyunca Millî Eğitim Bakanlığı DSP’li bakanlar tarafından idare edilmişti. Ben geldiğim zaman Millî Eğitim Bakanlığı’nın tavrı, tarzı, eğitime bakış açıları tamamen farklı bir kadrosu vardı. Benim onlarla yola devam etmemem, üst düzeydekileri değiştirmemin tabi hakkım olduğunu düşünüyorum. Ancak benden sonra gelen arkadaşlarımın, sanki iktidar değişmiş gibi tepeden tırnağa yeniden değişikliğe gitmeleri Millî Eğitim Bakanlığı’nda bir çeşit kurumsal hafıza kaybına yol açtı. En büyük kurumsal hafıza kaybı Sayın Ömer Dinçer zamanında yapıldı. Sayın Dinçer, Millî Eğitim Bakanlığı teşkilat kanununu değiştirdi. Daha doğrusu Meclis’ten alınan KHK yetkisine dayalı olarak Millî Eğitim Bakanlığı için bir teşkilat KHK’sı hazırlandı. Millî Eğitim Bakanlığı’nda ne kadar üst düzey yönetici varsa, bakanlığın kurumsal hafızası diyebileceğimiz ne kadar tecrübeli eğitim yöneticisi varsa hepsi havuza atıldı.

'BU İNSANLAR BANKAMATİK MEMURU’

Bu ne demek? Siz yıllar yılı tecrübe edinmiş, eğitimin her şeyini bilen, yapılanları bilen insanları bir anda gönderiyorsunuz, onların yerine bütün bunlardan habersiz olan yeni bir ekip getiriyorsunuz ve onlarla yeni bir şey yapmaya çalışıyorsunuz. Şimdi eski tanıdığım bürokratlara soruyorum. "Ne yapıyorsunuz" diyorum, “Sayın bakanım havuzdayız" diyorlar. Hatta bazen takılıyorum, "Hâlâ yüzme öğrenemediniz mi” diyorum. En az on bin insan, müsteşar yardımcısından, genel müdür ve genel müdür yardımcısına, daire başkanından şube müdürüne, il ve ilçe milli eğitim müdürleri, Talim Terbiye Kurulu başkanından üyelerine eğitimin bütün kademelerinde yer alan yöneticiler bugün elini soğuk sudan sıcak suya batırmadan, hiçbir şey yapmadan, evlerinde oturup maaş alıyorlar. En son olarak Sayın Mahmut Özer’le de konuştum, "Siz bu insanlara bir çare bulmalısınız" dedim. Şu anda bu insanlar bankamatik memurudur. Ama suç bunların değil. Bu insanlara siz iş verseniz çalışacaklar. Bunları atıl, batıl kenarda oturmaya biz ittik. Bu, çok büyük bir hatadır.

'TÜRKİYE’DEKİ EĞİTİM ALANI YAZBOZ TAHTASINA DÖNÜŞTÜ’

Ben öğrencilerin bütün yıllar boyunca eğitime ilgisini artırmak için sekiz yılın sonunda yapılan lise giriş sınavlarını üçe böldüm. Bugün LGS denilen sınavı üçe bölmüştüm. Bunun mantığı şuydu. Bir çocuğun sırtına yüz kiloluk yük yüklerseniz taşıyamaz ama üç parçaya bölerseniz taşıyabilir. Öğrencilerle, velilerle, bütün uzmanlarla görüşerek sınavı üçe bölme kararı aldık. Benden sonra gelen bakan arkadaş, "Efendim bu öğrencilere çok büyük yük getiriyormuş" deyip pat diye değiştirdi. Benden sonra bakan arkadaşlar yapılanları geliştirmek yerine ya bizim adımlarımızı uygulamadılar ya da kaldırdılar. Türkiye’deki eğitim alanı, dolayısıyla bir yazboz tahtasına dönüştü. Yazboz olunca da olumlu sonuç alamazsınız.

Bu kadar bakan değişikliğinin eğitim politikalarını olumsuz etkilediğini düşünüyorsunuz.

Kesinlikle.

‘ANAYASA MAHKEMESİ EN MİLİTAN DÖNEMİNDEYDİ’

Millî Eğitim Bakanlığı döneminize dair hazırladığınız “Millî Eğitim’de Üç-Beş Nöbeti” kitabınız okurlarla buluştu. Bakanlık döneminize dair çok sayıda anekdotun olduğu, bakanlığın mutfağını anlattığınız bir kitap. Bunu yazma süreci nasıl gelişti?

Adından başlayayım. Üç-Beş Nöbeti, askerlikteki en zor nöbettir. Niye kitabımın adını böyle koydum? Ben Milli Eğitim Bakanı’yım Sayın Ahmet Necdet Sezer de Cumhurbaşkanı. Sayın Sezer, biz kanun çıkarırız bunu veto eder. Ben bir bürokrat kararnamesi gönderirim bunu iade eder. Bizim yaptığımız eğitimle ilgili her uygulamaya Sayın Sezer ana muhalefet gibi karşılık verirdi. Bu benim için bir problemdi. Anayasa Mahkemesi en militan dönemindeydi. Türkçesini söylüyorum bundan rahatsız da olabilirler. Anayasa Mahkemesi son derece ideolojik bir yaklaşım içerisindeydi. Yargıtay benim üst düzey bürokratlarımı içeriye atmak için pusuda bekliyordu. Danıştay beni çalıştırmamaya adeta yeminliydi. Yargı iktidara karşı bir sopa olarak kullanılıyordu.

‘BİZ YARGIYI MUHALİFLERİMİZE KARŞI SOPA OLARAK KULLANMAMALIYIZ’

Yargı o gün başka bir grup tarafından bizim hükümetimize ve iktidarımıza karşı sopa olarak kullanılıyordu. Ama bizim bugün böyle bir şey yapmamamız gerekiyor. Mademki güç kuvvet bizde, o zaman biz yargıyı başkasına karşı, siyasilere karşı, muhaliflerimize karşı sopa olarak kullanmamalıyız.  Bunu Enis Berberoğlu’na haksızlık yapıldığını söylerken de vurguladım, Osman Kavala’yla ilgili olarak da söyledim. Canan Kaftancıoğlu’na verilen cezada da söyledim. İlk defa söylemiyorum. Yargı, hukuk terazisi, asla şaşmamalıdır. Kiminle ilgili olursa olsun gerçek manada hukuk uygulanmalıdır.

‘BENİM DÖRT TEKERİME ON DÖRT FREN TAKILMAYA ÇALIŞILIYORDU’

Bizim dönemimizde bu işin mağduruyduk biz. Asker istisnasız her şeye burnunu sokuyordu. Türkiye’de asker oldum olası kendini memleketin sahibi kabul ediyor. Biz ilk muhtırayı 27 Nisan Muhtırası olarak değil 2004’te YÖK kanunu dolayısıyla yedik. Defalarca askerlerden bize adeta parmak sallarcasına muhtıralar verildi. Özellikle merkez medyamız da oldum olası askerin paralelinde hareket eder. Sözüm ona STK’lar da askerin paralelinde hareket ederlerdi. TÜSİAD’ından tutun da bizim gözde sivil toplum örgütlerimiz maalesef askerle ve statükoyla hareket ederlerdi. Medya da bize linç uyguluyordu. Üç günün ikisinde aleyhime manşet atıldığında üçüncü gün "Neyse aleyhime bir şey yok" diyordum. YÖK başka bir dertti. Bütün üniversite rektörleri kendilerini muhalefet partisi lideri gibi konumlandırmıştı. Benim dört tekerime adeta on dört fren takılmaya çalışılıyordu.

‘HAYATIM BOYUNCA ZİLLETE DÜŞMEDİM’

Arkaya dönüp baktığım zaman, ben hayatım boyunca zillete, çok şükür, düşmedim. Boyun eğen bir tavırda olmadım, hiçbir lafın da altında kalmadım. Askerler benimle ilgili çirkin bir şey söylediklerinde misliyle iade ederdim. Yaptıklarımız ortadadır. Dolayısıyla kitabımın adının “Üç-Beş Nöbeti" adını taşıması, bakanlık yaptığım dönemin zorluğuna işaret etmek içindi.

‘TARİHE NOT DÜŞMEK İSTEDİM’

Peki neden yazdınız?

Söz uçar yazı kalır. Ben tarihe not düşmek istedim. Bu kitap bir otobiyografi değil. Hayat hikâyemi anlatan bir şey değil. Bakanlık dönemimde ülkemde olup bitenler, bir siyasetçi gözüyle, bir eğitim uzmanı, öğretim üyesi gözüyle ele alındı. Bu olup bitenlerde baş özne bendim elbette. Olabildiğince objektif kalmaya çalıştım. Birileri buna itiraz edecekse de, ben buraları resmi belgelerle doldurmak istemedim. Söylediğim iddiaların hepsinin resmî belgeleri de var bende.

‘TÜSİAD’IN BAZI EKONOMİK GELİŞMELERE İTİRAZ ETMESİNİ NORMAL BULUYORUM’

Kitabınızda 2003 yılına gidip, "Bütün darbe dönemlerinde, tek endişeleri servetleri olan TÜSİAD üyeleri, daima haklının değil güçlünün yanında durmuştu" ifadelerini kullanıyorsunuz. Yakın dönemde de TÜSİAD ile iktidar arasında bir gerilim söz konusu.

Bugün ekonomik zorluklar, ekonomi politikaları fakir fukarayı da ilgilendirir fakat iş dünyasını daha fazla etkiler. TÜSİAD üyesi dediğimiz insanlar büyük yatırımları, sermayeleri olan insanlardır. Hükümet politikaları eğer onları sıkıntıya sokacak türdense onlar da zaman zaman hükümete tepkiler gösteriyorlar. Onların demokratik tartışma çerçevesindeki tepkilerini hiçbir zaman yargılamam. Askerin yanında saf alarak, meşru hükümetin devrilmesi için üzerine düşeni yapmak başka bir şeydir, ama mevcut hükümetin beğenmediğiniz uygulamalarına karşı usul ve erkan dahilinde itirazlarınızı dile getirmeniz başka bir şeydir. Bu çerçevede TÜSİAD’ın bazı ekonomik gelişmelere itiraz etmesini normal buluyorum. Bunu yadırgamıyorum. Buna tepki gösterilmesini yadırgıyorum. O günkü ile bugünkü çok farklıydı.

‘CUMHURİYET DÖNEMİ BOYUNCA DEVLETİMİZİN KÜRTLERE UYGULADIĞI POLİTİKALAR GAYRİ İNSANİ’

Kitabınızın bir başka dikkat çeken başlığı Kürtler ve Eğitim bölümü. Van’da bakan olarak katıldığınız bir programda Kürtçe şarkı çalınmasının ardından hedef gösterildiğinizi ifade ediyorsunuz. Kürtçeye dönük çalışmaları hatırlatıp, “Ne yazık ki tüm bu demokratik ve daha da önemlisi insani gelişmeler, gerek HDP ve PKK’nın ustaca sabotajları gerekse de AK Parti’nin MHP ile ortak olup devletçi politikalara angaje olmasıyla sekteye uğradı" diyosunuz. Bugün Kürtçeye dönük tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yakın dönemde Kürtçe şarkıların çalındığı konserler yasaklandı.

Bugünü eğer geçmişle mukayese ederseniz bir hayli mesafe kat edildiğini ifade etmek lazım. AK Parti hükümetlerinin bu konuda hakkını yememek lazım. Kürtler ve Kürtçe ile ilgili AK Parti birçok olumlu adım attı. Birçok demokratik gelişme sağladı. Cumhuriyet dönemi boyunca oldum olası bizim devletimizin Kürtlere uyguladığı politikaları gayri insanı buluyorum. Bu politikaları üç kelimeyle ifade ederseniz, inkâr, asimilasyon ve yeri geldiği zaman imhadır. Takrir-i Sükûn Kanunu'ndan sonra, ondan önce TBMM’de Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, her konuşmasında bütün etnik unsurları sayarken onların başında Kürtleri de sayıyor. Kürtler Millî Mücadele'ye olması gerektiği gibi destek veriyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nda herkes yoluna giderken Kürtler Türklerle, devletle birlikte kalıyorlar. Millî Mücadele bitip yeni devlet kurulunca Takrir-i Sükûn Kanunu’na kadar anormallik görülmüyor. Bu kanunla bizim devletimizin mantığı şu: Herkes Türk olacak. Herkes Müslüman olacak. Herkes Sünni olacak, herkes Hanefi olacak ama herkes Alevi gibi yaşayacak. Alevilerin dini algılaması, yaşama biçimleri farklı biliyorsunuz. Bizim devletin kurgusu budur. Dolayısıyla "Herkes Türk olacak, Kürt diye bir şey yoktur" dönemi başladı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra Kenan Evren Paşa bunları dillendirdi. "Kürt yoktur, Kürdün dili de yoktur, örfü adeti de yoktur" dedi. Bir insanın karşısına geçip "Sen yoksun" deyince "Ben varım" diyecektir.

‘BÜTÜN FARKLI KÜLTÜRLERİ İMHA EDEN BİR ANLAYIŞ VAR’

Van’da öğretim üyesiydim. Bizim kafatasçı hocalardan birisi sınıfa gidip, "Kürt ve Kürtçe diye bir şey yoktur" demiş. Bizim öğrencilerden biri, "Kürt diye bir şey var: İşte ben. Kürtçe diye bir şey de var" demiş ve yanındaki arkadaşıyla Kürtçe konuşmaya başlamış. Hocaya bu konuşmayı anlayıp anlamadığını sormuşlar, hoca tepki göstermiş. Öğrenci, "İkimiz arasında iletişimi sağlayan ve sizin anlamadığınız bir şifre sistemi var ve ona da Kürtçe deniyor" demiş. Ben bölüm başkanıydım. Hoca geldi, "Bu öğrenciye soruşturma açmanız lazım" dedi. Ben de, "Soruşturma açılması gereken sensin" dedim. Dolayısıyla devletimizin baştan beri bütün Kürtlere yönelik, bütün etnik unsurlara yönelik tavrı budur. Kitabımda Çerkeslerle ilgili de bölüm var. Çerkeslerin dilini unutturmuşsun. Bütün farklı kültürleri imha eden bir anlayış var.

ÇÖZÜM SÜRECİ: MASAYI MAALESEF PARAMPARÇA ETTİLER

Gelelim çözüm sürecine. Bu işin çözülmesini esasında PKK da HDP de istemiyordu. Çözüm sürecinde iki madde vardı. Bütün parmaklar tetikten çekilecek, bütün silahlı unsurlar Türkiye’yi terk edecekti. Çatışma bitince Kürtlerin demokratik haklarıyla ilgili yapılması gereken neyse ilmin ışığında, bu ülkenin birliğini bütünlüğünü sağlamaya yönelik adımlar atılacaktı. PKK’nın etkinliği ortadan kalkacaktı. Diğer taraftan Suruç’taki iki polisimizin şehit edilmesinden sonra masa devrildi. Ama bu masayı bir taraf devirmedi. Bu masayı maalesef paramparça ettiler. Şimdi hele hele AK Parti’yle MHP’nin müttefik olmasıyla bu işler daha da çıkılmaz bir hale geldi. MHP’yle bu işlerin yapılmayacağını hepimiz biliyoruz. Türkçü ve etnisite üzerinden siyaset yapan bir partinin herhalde bu işlerde olumlu bir gelişmeye katkı sağlamasını kimse beklemez.

‘MHP GELİP İŞİN İÇİNE GİRDİ, DURUM ORTADA’

Siz bakanlığınız ve ardından yaptığınız AK Parti Sözcülüğü döneminizde MHP’yle bir ortaklık öngörebiliyor muydunuz? MHP’yle partinizin yol yürüyebileceğini düşünüyor muydunuz?

Aksine. Benim bakanlığım döneminde de parti sözcüsü olduğum dönemde de Sayın Bahçeli her toplantıda AK Parti’ye, AK Partililere ve Sayın Cumhurbaşkanına ağız dolusu hakaretler ediyordu. Bir ara Sayın Bahçeli dozu o kadar artırdı ki, ben ona genel merkezde yaptığım bir toplantıda karşılık verirken şunu söyledim. "Eğer saygı görmek istiyorsanız saygılı davranacaksınız. Ben bugün kullanacağım bütün kelime ve cümleleri Sayın Bahçeli’den ödünç alarak kullanıyorum" dedim. Onun hakaretlerine karşılık vermem gerekiyordu, "O bunları çok seviyor" dedim. Sayın Erdoğan’ın, AK Parti’nin MHP’ye yönelik tutumu belliydi. Ama sonra tabii MHP gelip işin içine girdi. Durum ortada.

ÖĞRENCİ ANDI

Öğrenci Andı meselesine dair de kitabınızda anekdotlar var. Millî Eğitim Bakanlığı döneminizde, sonrasında da MHP’nin bu konuda tepki gösterdiği isimler arasındasınız.

And meselesiyle ilgili Alanya’da, Bodrum’da yaşayan Almanlar, İngilizler var. Bana mektuplar yazdılar. “Biz sizin ülkenizde yaşıyoruz, Türk değiliz, çocuklarımız, torunlarımız sizin okullarınıza gidiyor. Her sabah bunlara and içeriyorsunuz, bu doğru mu” diye sordular. Daha sonra Milli Eğitim Bakanı olan Sayın Ziya Selçuk benim Talim Terbiye Kurulu Başkanımdı. Çağırdım, “Bu ne saçma bir şey. Biz elin çocuğuna her sabah yalan söyletmek zorunda mıyız” dedim. Bir Alman çocuğu “Türküm” diye başladığında bu yalan mı, yalan. Bir de arkasından “Doğruyum” diyor. Birincisi yalan olunca, ikincisi otomatikman yalan.

‘YARGI ŞARTLARA GÖRE, İKTİDARLARA GÖRE KARAR VERMEMELİ’

Bugün Cumhur İttifakı ortağı olan MHP, son yargı kararının ardından bu konuyu gündeme getirmiyor.

Yargının dönemsel karar vermesi çok doğru değil. Biz iktidardık ama yargı başka telden çalıyordu. Şu anda durum farklı. Yargı, şartlara göre, kişilere göre, iktidarlara göre karar vermemeli. Hukukun temel mantığı neyi gerektiriyorsa ona göre karar vermeli. Yarın diyelim ki yargı üzerinde etkinliği olan başka bir iktidar gelirse yargı onlara göre mi hareket edecek? İşte bizim yargımızın büyük problemidir bu. O gün başka bugün başka karar, doğru değil.

‘GÖRDÜĞÜM EKSİKLİKLERİ SÖYLEDİM’

Kitabınızda dönemin Başbakan’ı Erdoğan’a karşı dershanelerin kapatılması üzerinden dile getirdiğiniz karşı tezlere de yer veriyorsunuz. Eğitim alanına dair başka yanlış olduğunu düşündüğünüz adımlar var mı? İtirazlarınıza rağmen hayata geçen uygulamalar oldu mu?

Ben Fatih projesinin bir cinnet olduğunu Sayın Cumhurbaşkanı’na anlattım. Nabi Bey (Avcı) o zaman Milli Eğitim Bakanıydı, çağırdı. “Bak Hüseyin Bey böyle diyor” dedi.  Nabi Bey, “Ben de aynı görüşteyim” dedi. Bunun üzerine “Peki sen neden Milli Eğitim Bakanı olarak bunu söylemedin” sorusu üzerine Nabi Bey de, “Bakan arkadaşlarımın icraatlarını kötüleyen bir duruma düşmek istemedim. Devr-i sabık oluşturan bir Bakan olmak istemedim” dedi. Sonraki dönemlerde Sayın Ziya Selçuk’la görüştüm. Kendisi bu projeye karşı olduğunu, göreve gelmeden önce Sayın Cumhurbaşkanı’yla bir görüşme yaptıklarını, Fatih projesini kesinlikle uygulamayacağını Sayın Cumhurbaşkanına arz ettiğini söyledi. Ben Millî Eğitim Bakanlığı’ndan 1 Mayıs 2009’da ayrıldım. Kısa bir aradan sonra altı yıl Parti Sözcüsü’ydüm ve Sayın Cumhurbaşkanına o dönem en yakın olan, çok rahat görüşme fırsatı olan birisiydim. Gördüğüm eksiklikleri, aksaklıkları tabii ki her vesileyle söyledim. Onların kaçı yerine geldi, gelmedi kamuoyu karar verecek.

‘KOMPLO TEORİLERİNE İTİBAR ETMEYEN BİRİSİYİM’

Yakın dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gezi’ye katılanlara ilişkin “sürtük” ifadesi çok tartışıldı.

Gezi olayları başlangıçta çok masumaneydi. Ben öyle arkasında büyük komplo teorileri arayan birisi değilim. Ayrıca komplo teorilerine de itibar etmeyen birisiyim. Sonra hareket büyüyünce, malum kurt puslu havalarda avlanır, Türkiye’de ne kadar illegal örgüt varsa bunlar gelip işin içine girdiler. Atatürk Kültür Merkezi’ni illegal örgütlerin sloganlarıyla doldurdular. Herkes kendi açısından bu işten nemalanmaya çalıştı.

‘DIŞ GÜÇLER BUGÜN İCAT EDİLMEDİ’

Komplo teorilerine gelince… Bizim bütün Müslüman dünyasının şöyle bir çıkmazı var. Başımıza ne kadar musibet, olumsuzluk gelse bunu kendi dışımızdaki olaylara havale ederek kendimizi sorumluluktan kurtarmak gibi kolaycılık tercih ediyoruz. Maalesef. Bu doğru değil. Dış güçler bugün icat edilmedi. Oldum olası vardı. Ülkeler arasında ebedi dostluk ve düşmanlık yoktur, ülkelerin menfaatleri vardır. İlkokulda 9 ya da 10 alınca “Ben aldım”, 1 ya da 2 alınca “Hoca verdi, bana gıcık” diyorduk. Bu doğru değil. Dış güçler var mı, var kardeşim. Biz inanan Müslümanlarız, Cenab-ı Hak, yarın mahşerde “Kulum ben bunu yasaklamıştım sen neden bu günahı işledin” dedi. Cevap olarak “Ya Rabbi sen şeytanı yarattın başımıza musallat ettin, o dürttü ben de işledim” demek insanı kurtarır mı? Sen çobansın, koyunlarını koruyacak köpek almıyorsun, yardımcı çoban almıyorsun, kurtlar gelip koyunlarını kapınca avazın çıktığı kadar "kahrolsun kurtlar” demenin faydası var mı? Dolayısıyla ülkemizde iyi bir şey olunca biz yapıyoruz. Faiz Gezi olaylarının arifesinde 4,6’ya düşmüştü. O zaman biz indirmiştik. Faiz çıkınca, dış güçler, faiz lobileri çıkarıyorlar. Kendimize bunu yapmayalım. Bu kolayı seçmektir. Doğru bir zeminde siyaset yapmamaktır. Bugün AK Parti de başkaları da bunu yapsa yanlıştır.
<< Önceki Haber Hüseyin Çelik'ten AKP'ye sert eleştiriler Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER