“İnsanlar dindarlara bakıp dinden çıkacak “

Yeni Hayat gazetesi yazarlarından Ali Bulaç, Tefsir çalışmasını tamamladı ve önemli uyarılarda bulundu: Türkiye’de öyle bir süreçten geçiyoruz ki, din ve dindarın itibarı adeta sıfırlandı, Bu ülkede zulüm, adaletsizlik var. Kur’an okuyoruz, ama amel etmiyoruz.

Ali Bulaç 'Muhalif medyayı susturma' talimatını değerlendirdi

Video: Arşiv

‘Meal yapma niyetim yokken meal, tefsir yazma planım yokken tefsir yazmak nasip oldu” diyen yazar, sosyolog, araştırmacı, gazeteci Ali Bulaç, 10 yıl boyunca üzerinde çalıştığı Kur’an-ı Kerim tefsirini tamamladı. 2005 yılının sonlarında Fatiha suresinin tefsiriyle başlayan, bu sene Mart ayında tamamladığı ve Çıra yayınlarının bastığı eser 7 ciltten oluşuyor.

İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümlerini bitiren Bulaç, 12 Eylül darbesinden sonra Düşünce Yayınları Dergisi’nin kapatılmasının ardından bir meal hazırlaması teklifi alır. Ve o dönemde 3 yıllık bir çalışma sonucu bugün piyasada neredeyse 2 milyon baskıya ulaşan mealini tamamlar.

Bulaç, tefsir yazmaya başlamasıyla ilgili de1991’de yaşadığı zorunlu sürgününe atıf yapıyor. Hollanda’da 5 aylık mecburi inzivası sırasında iş dünyasının tanınmış bir simasının ‘niye tefsir yazmıyorsun’ tavsiyesi 2005’te ete kemiğe bürünüyor. Çocukluğundan beri İslami ilimler ve Kur’an ile hemhal olan Bulaç, 2004’te geçirdiği by-pass ameliyatında kalp damarlarının dördünün değişmesinden sonra bu fikrin iyice netleştiğini anlatıyor: “Yaş geçiyor, yıllar su gibi akıyor. Her geçen gün tefsir yazma arzusu içimi alev alev sarıyordu. Nihayet 2005 yılının sonlarında Fatiha suresine başladım. Fatiha’nın tefsirini 5 Şubat 2006’da bitirdim. Kehf suresine gelinceye kadar -Mehmet Akif gibi- bir kaç kez yazmaktan vazgeçtim, çünkü yazdıklarımı beğenmiyordum.”

Bulaç, her defasında Allah’a akide ve sahih İslami tefekküre zarar vermeyecek bir çıkış yolu göstermesi için dua ettiğini kaydediyor. Ardından yazdığı tefsiri Türkiye’nin önde gelen entelektüellerine ve alimlerine göndererek tavsiyelerini alıyor. Nihayet 23 Mart 2016’da 7 ciltlik Kur’an Dersleri (Dirasatu’l Kur’an) isimli tefsirini tamamlıyor.

Tefsirde izlediği usulü, “Prensip olarak önce Kur’an-ı Kuran ile, sonra sünnet ile, sonra sahabe kavli ile, sonra ise bizim muteber müfessirlerimizin eserleriyle tefsir etmeye gayret ettim.” diye tarif ediyor. Bulaç, konulu tefsir ve bir Kur’an ansiklopedisi mahiyetindeki Kur’an’ın Dili (Lisanül Kur’an) ismiyle yeni bir çalışmayı da 2-3 sene içinde tamamlamak istiyor.

Bulaç, tefsiri yaparken duraksar ve Kehf Suresi’nde 2-3 ay ara verir. Tefsir bilgisine ve Türkçe’ye hakimiyetine güvendiği Ahmet Turan Alkan’a, Kadir Yıldırım’a, Doğu illerindeki bazı alimlere gönderir. “Devam et” dua ve telkiniyle tefsire tekrar döner ve eser tamamlanır. Bulaç ile hayatımızdaki Kur’an’ı, İslam coğrafyası ve Türkiye’deki temsilini konuştuk.

 Kur’an ayındayız. Geniş manasıyla Kur’an-ı Kerim nedir?

Kur’an’ı Kerim tek kelimeyle vahiydir, Vahyin zincirinde başlangıcında Allah var. Allah’tan olan ilim ve haber Levh-i Mahfuz’da kayıtlıdır. Levhi Mahfuz, teşbihte hata olmasın, kainatın yazılım programıdır. Oradan Cebrail Aleyhisselam alır, Hz. Peygamberin kalbine ilka eder. O da kalbine ilka olduğu gibi ona herhangi bir müdahalede bulunmadan tebliğ eder. Vahyin zinciri budur. Vahiy, insanın kendi çabasıyla elde edebildiği bir bilgi değildir. Elde ettiği bilginin referansıdır. O açıdan bilgiyi üç kategoriye ayırmak mümkün, öğretilmiş bilgi, vahyedilmiş bilgi ve öğrenilen bilgi. Öğretilmiş bilgi doğuştan beraberimizde getirdiğimiz genlerimize kodlanmış isimlerdir. Hz. Adem’e öğretilmiş isimlerdir. Cenab-ı Hak Adem’i yarattı, ruhundan üfledi ve ona isimleri öğretti.

Ne öğretti?

Üç isim öğretti. Bir kendini isimlerle tanıttı. “Ben” dedi, “senin Rabbinim, Rahman’ım, Rahim’im, Hayyım…” Böylelikle isim, sıfat ve fiiller üzerinden Adem, Allah’ı tanımış oldu. Allah’ın zatıyla bir münasebet kurmadı. İsim, sıfat ve fiiller üzerinden tanıdı. İkinci öğrettiği ise kainatın bilgisidir. Kainat, isimlerin varlık alanına çıkması, var olmasıdır. Eğer bir çiçek güzelse Cemal sıfatının tezahürüdür. Eğer Erciyes dağı muazzamsa o Azamet’in tecellisidir. Böylelikle Adem bilgiyle donatılmış olarak geldi.

Her insan ve kainattaki her şey Allah’ın bir ayetidir, işaretidir…

Evet. Diğer bilgi türü de Allah, Adem’e, bize, insana isim verme, koyma yetisini kazandırdı. İsim Arapça’da bir tepeye bayrak dikmek yahut da hayvanı dağlamaktır. Bir tepeye bayrak dikersen orayı temellük etmiş, tanımlamış oluyorsun. İsimlendirme aynı zamanda tanımlamadır. Peki insan o zaman nasıl bilir? Potansiyel olarak genlerinde kodlanmış olan bilgiyle bilir. Kur’an-ı Kerim vahiyle bu bilgiyi açığa çıkarır, yani hatırlatır. Yani Eflatun da öyle diyor, öğrenme hatırlamadır. Kur’an da zikirdir. O var olan bilgiyi hatırlatır.

Mesela bunu şuna benzetebiliriz. Diyelim ki 3 yaşında bir çocuğun var ve o çocuğa ilgin şöyle bir şey: Diyorsun ki bu hep vardı. Ama üç sene önce yoktu. Fakat bizim zihnimizde bu çocuk, ona yönelik sevgi, şefkat hep varmış gibi geliyor. Aslında ruhlar aleminde vardı. Biz onu tanıyorduk, o bizi tanıyordu, sırası zamanı gelince ete kemiğe büründü, doğdu. Bize yabancı gelmemesi aşinalığımızdan. Hakikatin bilgisi, ilahi bilgi de tıpkı bu misalde olduğu gibi bizde içkindir. Vahiy ile Kur’an bu bilgiyi açığa çıkarır. Eğer Kur’an vahiyle bilgiyi açığa çıkarırsa, hikmet ve irfan olur. Vahyi referans almazsan kültür olur.

Günümüz Müslümanlarının Kur’an’a dair üç yanılgısı var diyorsunuz, nedir bunlar?

Kur’an-ı Kerim bir şifre veya fal kitabı değildir. Ondan hareketle gayb veya gelecekte vuku bulacak olaylar kestirilemez. O, El Alim olan Allah’tan bir vahiydir. Ama bir bilim kitabı değildir. Bir hidayet ve hayat kitabıdır. Bir diğer yanılgı, Kur’an’ın 1400 yıldır anlaşılmadığı iddiasıdır. Haşa! Bu bizi bugüne kadar anlaşılmamış bir kitap iddiasına götürür. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin; muhaddisler, fakihler, müfessirler, Sufiler, Emeviler, Endülüs, Selçuklu, Osmanlı anlamadı, biz 21. yüzyılda anlamaya başladık… Bu doğru bir yaklaşım değil. Tarihte ümmet Kur’anı anladı ve anladığı kadarıyla hayatına tatbik etti. Ne zaman ona sıkı sıkıya bağlandı, büyük inkişaflar ve medeniyetler kurdu. Ne zaman ki ondan koptu, tereddi etti.

Yazarı olmayı bir kenara bırakırsanız, sizin tefsirinizin diğerlerinden farkı nedir?

Bu zor bir soru. 66 yaşındayım. Altı yaşından beri İslamî ilimlerle meşgulüm. Altı yaşında hocaya gitmeye başladım. Hem ilahiyat hem sosyoloji okudum. Batı dünyasını yakından tanımaya çalışıyorum. Antropoloji, sosyoloji, psikoloji, iktisat, hukuk, Avrupa’nın siyasi tarihi, Hıristiyanlık ve Yahudilik tarihi üzerine çok okumalar yaptım. Her Ramazan Kur’an ile beraber risaleden bir kitap ya da Hz. Ali’nin Nehcül Belaga’sını okurdum. İslami ilimlerle uğraşıyorum. Yarım asırda bende bir birikim meydana geldi. Bu birikim Türkiye’de birçok insanda var. Tek bir kişide toplanmaz. Yüzlerce insan var. Fakat şöyle düşündüm, İslam dünyasının yeni bir rönesansa, uyanışa ihtiyacı var. Bunu üç kaynaktan sağlayacak. Birisi Kur’an, ikincisi Peygamber Efendimiz’in sünneti, diğeri ise siyer. Bu üç kaynak yeni bir uyanışın referansı olacak. Kur’an yeni bir alem tasavvurunun, yeni bir dünya, yeni bir insan ve hayat anlayışın referansıdır. Müslümanlar yeniden Kur’ana dönmek zorunda.

Neden ve nasıl?

Nasıl Abbasiler, Me’mun zamanında entelektüel hamle yaptılarsa ve onun arkasından Safevi, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluk ve medeniyetleri doğduysa bu da olacak. Onların beslenme kaynağı Kur’andı. Müslümanlar tekrar Kur’an’a döndüklerinde yeni bir rönesans ve hamle yapacaklar. Ama şu anda Müslümanların zihni müşevveş vaziyette. Kur’an okuyorlar fakat anlamıyorlar. Anlıyorlar ama amel etmiyorlar. Bizim epistemolojik olduğu kadar ahlaki olarak da sorunumuz var.

İkinci kaynak sünnet, ancak o da öksüz…

Kur’an vahyi, Hz. Peygamber’in hayatında ete kemiğe büründü. “Kur’an nasıl bir insan ve toplum tasavvuru çıkarıyor?” dediğinizde bunu Hz. Peygamberin şahsında ve Asrı Saadet’te bulabiliyoruz. Hz. Aişe’ye “Hz. Peygamber’in ahlakı nasıldı?” diye sorulduğunda, o şöyle cevap verir: Hiç Kur’an okumuyor musunuz, o idi, o yürüyen Kur’andı. Peygamberimiz Kur’an’ı tebliğ etti, açıkladı, pratiğe döktü ve anlaşıldığına dair şahitlikte bulundu. Bugün bütün İslam coğrafyası çatışma halinde yaşıyor. Oysa siyer, bir arada yaşamanın parametrelerini veriyor. Peygamber’in sireti (hali) ve siyeri, Türkiye’de, bölgede ve dünyada farklı dini grupların, etnik grupların, sosyal sınıfların nasıl barış ve adalet içerisinde hakkaniyete göre bir arada yaşayacaklarını gösterir. Kur’an temeldir, dolayısıyla Kur’an’a dönmek gerekiyor. Yazılmış binlerce tefsir var. O tefsirlere bir tane daha ilave etmek gerekmez. İnsanlar tefsir okur. Ama bu perspektiften ben Kur’an’ın yeniden okunmasında fayda mülahaza ediyorum. Bu üç esasın merkezinde bir Kur’an okuması yapmak istedim. İkincisi, Türkçe tercüme tefsirler var. Tefsir bir bakıma ortaya çıktığı sosyal iklimin de ürünüdür. Onun rengini, damgasını üzerinde taşır. Türkçe konuşan insanların zevki, anlayış kapasitesine, algısına göre de bir tefsir yapmak istedim. Ben Arapça düşünen, Türkçe konuşan, anında simültane tercüme yapan bir insanım. Ve bu dile de Kur’an üzerinden hizmet etmek istedim.

-İslam coğrafyasında kan, savaş, zulüm var. Kur’ansızlığın ıstırabı yaşanıyor. Tüm keşmekeşliğimize rağmen Kur’an’ın günümüze verdiği en mühim mesaj nedir?

Geçen yüzyılda Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Ümmet başsız kaldı, paramparça oldu. Fakat, sadece siyasi olarak dağılmadı. Ahlaki olarak da çöktü, entelektüel olarak da bir boşluğun içine düştü. Pozitivizmle bir inkar fırtınası geldi. Üstad Saidi Nursi, bütün politik mücadele biçimlerini bir kenara bırakıp doğru bir teşhis koydu: “Tekrar Kur’an’a dönmek gerekir. Bu iş tekrar Kur’an’dan başlayacak,” dedi. Benzer bir tespiti Muhammed Abduh yapıyor. İnsanlar Kur’an okuyor, ona çok büyük tazim gösteriyor, fakat hayatında herhangi bir etkiye sahip değil. Nasıl Avrupa aydınlanma ile büyük bir zihinsel ve bilimsel sıçrama yaptıysa ve bunu yaparken antik Yunan’a, Sokrat öncesi döneme dönüp oradan entelektüel kaynak devşirip bir hamle yaptıysa, Müslüman dünyanın da güçlü bir entelektüel hamle yapması lazım. Bunun referansı Kur’an’dır.

Giriş yazınızda, “ilim yetmez, amel lazım” diyorsunuz.

Müslümanlar bilgisini imana dönüştürmüyor. İmanı amellerinde tezahür etmiyor. Kur’an okuyan, bilen ve amel etmeyen; hem iman eden, hem amel etmeyen takvasız bir insan profili görüyorsun. Ancak tefsirle nüfuz edebiliyorsun o ayetlere, Kur’an’a. Nüfuz ettiğin zaman orası seni çok ürkütüyor. Ben şunu sordum kendime, ‘Kur’an ve tefsir ile hemhalim, Ya Rabbi bu sınavı nasıl vereceğiz, ne yaman sınavdır! Dua ettim. Biz bu imtihanı nasıl vereceğiz? Çok kötü durumdayız. Zihinsel ve ahlaki olarak İslam dünyasının Kur’an ile tekrar ayağa kalkması lazım. Tefsir bu uyanışın önemli kaynaklarından birisi olacak. Sadece tefsir yetmez ama; hukukun, idarenin, iktisadın, sosyal hayatın bu referansla yeniden yapılandırılması gerekiyor. Çünkü İslam dünyası darmadağın vaziyette ve çok kötü durumda.

Tefsirinizi “değişim” adı altında siyasi, psikolojik, politik buhranların yaşandığı son 10 yılda yazdınız. Türkiye’nin bu buhrandan çıkışı nerede?

Doğrusu, Türkiye’deki durum çok trajik. Bu konuşmanın politik bir şeylerle sonuçlanmasını istemiyordum. Fakat şu anda Türkiye’de öyle bir süreçten geçiyoruz ki, din ve dindarın itibarı adeta sıfırlanmış durumda. İkincisi, artık din bir referans değil. Bundan önce politik, sosyolojik, iktisadi adalet için, ahlaki hamle için bir referanstı. Şu anda maalesef İslamiyet referans olmaktan çıktı. Geçen yüzyılda nasıl pozitivizm bir gelişme gösteriyor idiyse şu anda gençler arasında ateizm, materyalizm ve nihilizme doğru kayış var. Çünkü insanlar gündelik pratiklere bakıp “bu din, nasıl bu kadar adaletsizliğe, vicdansızlığa referans olabiliyor?” veyahut da “Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede nasıl bu kadar adaletsizlik olabilir?” diye soruyorlar. Sonra şöyle düşünüyorlar, ‘Dinde bulabileceğimiz bir şey yok. Çünkü din iyi bir şey olsaydı, insanlarda tezahür ederdi.’

Herkes dindar, fakat dinin içi boşalmış. Dindarlığın için boşalmış, tamamen gösteriye, şova dönük bir dindarlık. Dindarız ama dinin muamelat kısmını rafa kaldırmışız. Mesela, kutsal geceler büyük bir şaşa ile kutlanır. O geceyi kutlayınca insanlar bir sonraki geceye kadar kendini özgür zannederler. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama namaz kıldım mı bu bana yeter. Halbuki bu toplumda adaletsizlik var, zulüm var, haksızlık var. Ahlaki bakımdan bir çöküntü hali yaşıyoruz. Aile dağılmış vaziyette. Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerimiz kesilmiş, insanlar bizden korkuyor. Ama dindarız ve din şimdi güya el üstünde tutuluyor. Fakat bu din adalet sağlamıyor, ahlakilik, dürüstlük sağlamıyor. Birlik, vahdet sağlamıyor, özgürlük getirmiyor.

Dini referans gösteren bir iktidar var oysa.

Kur’an’ı ve dini referans alan iyi bir yönetimin dört kriteri olur. Bu yönetim ne kadar özgürlük getirdi? Alevi, Sünni, gayr-i Müslim ne kadar özgürdür? Farklı gruplar, cemaatler, tarikatlar, dini gruplar ne kadar özgürdür? Bu bir kriterdir. Çünkü bu dinin temeli özgürlüktür. Cenab-ı Hak, kendi varlığını reddetme özgürlüğünü bile vermiştir insana. Dolayısıyla Müslümanların yönetiminin ana kriteri özgürlük olmalıdır. Bu, liberal özgürlükten tamamen farklıdır. İkinci kriteri ahlaktır. Bu yönetim ne kadar ahlakidir ve bu toplum ne kadar ahlaklıdır? Ahlak sadece çıplaklıktan, kadının, insanın bedeninden ibaret değildir. Trafikte, alışverişte ne kadar ahlaklıdır? Kaynak dağıtımında, statülerin dağıtılmasında ne kadar ahlakidir?

Hayatın her alanında olmalı yani.

Evet, çünkü bu dinin amacı ahlaktır. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyor Peygamberimiz. Üçüncü kriter adalettir. Bu toplum ne kadar adildir? Bunu da iki kategoride düşünüyorum. Biri cezai adalet, yani her hak sahibi hakkını alabiliyor mu, mahkemeler adaleti tesis ediyor mu? İkincisi de sosyal adalet. Gelir eşitsizliği ne kadar giderildi, yoksulluk ne kadar önlendi? Zengin ile fakir arasındaki mesafe ne kadar kapatıldı? Yoksa açıldıkça açılıyor mu? Kaynaklar eşitsizce mi dağıtılıyor? Dördüncü kriter de vahdettir. Yani içeride sosyal barış ne kadar sağlandı? Farklı cemaatler, dini gruplar arasındaki birlik, sosyal barış ne kadar sağlandı? İttihad-ı İslam’a ne kadar hizmet edildi? Bizim ülkemiz bu birliklere hitap eden bir rotada mı yoksa, uzaklaşıyor mu?

Bunlar aynı zamanda insanlığa hizmet eden evrensel kriterler…

Tabi elbette, çünkü barış esastır. ‘Vessulhu hayrun’, “sulh hayırdır” diyor Kur’an. İslam, barış ve esenlik dinidir. Allah’a, onun iradesine teslimiyet demektir. Yani hukuka, ilahi hükümlere teslim olmak demek. Yoksa gece gündüz namaz kılmak değildir tek başına. Namaz kılmak onun temrinidir. Yani ben senin adaletini, hükümlerini tesis edeceğim, bunu da namazımla ifade ediyorum, demektir.

Şimdi ceset var, ruh yok yani?

Maalesef, içi boşaltılmış, gösteriye dönük, tüketim toplumuna da son derece uygun bir din pazarlanıyor. Eğer tekrar dinin özüne, kaynağına dönüp bu gidişin önüne geçemeyecek olursak, o zaman içi boşalmış dindarlara bakıp, dinden çıkanlar olacak. Ve çıkıyorlar da. Bu çok büyük bir tehlike.

KUR’AN’IN DİLİNİ TÜRKÇE YAZMAK İSTİYORUM

Türkçe, zengin ve güzel bir dildir. Fakat, şu anki Türkçe zengin değil. Yoksullaştırılmış ve sekülerleştirilmiş bir dildir. Servet-i Fünun diline dönmeden, 20. yüzyılın ilk yarısındaki Türkçe üzerinden yeniden bu dili zenginleştirmek ve kelam, felsefe, tasavvuf, hukuk terimlerini içine alabilecek hale getirmek mümkün. Ben tefsirimde bunu bir şekilde denemeye çalıştım. Yani Kur’an’ın temel ıstılahlarından hiç fedakarlık yapmadan bunların Türkçeleştirilebileceğini de göstermeye çalıştım. Fakat, bunu tefsirde tam olarak yapamadım. Çünkü o zaman tefsirin alanı dışına çıkmış olacaktım. Bu yüzden iki üç sene de bitirebileceğimi düşündüğüm Kur’anın Dili’ni 5 cilt halinde Türkçe olarak yazmak istiyorum inşallah. Hem kavramlar, hem konulardan müteşekkil Türkçe bir eser yazmak istiyorum.


<< Önceki Haber “İnsanlar dindarlara bakıp dinden çıkacak “ Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER