Kültür Mirasımızın Münevverleri 6: Nurettin Topçu

“Şüphe yok ki ümitsizlik, imansızlığa götürür. Kendine güvensizlik, kuvvete teslim eder. İradenin gevşemesi kaderci yapar.” Nurettin Topçu

SHABER3.COM

M. ERTUĞRUL İNCEKUL

“Şüphe yok ki ümitsizlik, imansızlığa götürür. Kendine güvensizlik, kuvvete teslim eder. İradenin gevşemesi kaderci yapar.”    

Nurettin Topçu

20. yüzyılın şüphesiz Türk düşünce tarihine etki eden en önemli düşünce ve aksiyon insanlarının başında geliyor. Düşünce insanı olmanın bir bedeli vardır, her kesimi kucaklayacak fikirlere toprak olabilmek ise ayrı bir imtiyazdır. Ama fikir ve düşüncelerini aksiyona geçirip, birey ve toplumları kucaklayacak dev bir sera, vadi oluşturmak ise çok az düşünüre ve dava insanına nasip olmuştur. İmam Hatip Liselerinin kuruluşunda önemli bir rol oynar. İşte o dev kametlerden birisi de Nurettin Topçu'dur. 

20 Kasım 1909’da İstanbul Süleymaniye’de doğdu. İlk nüfus kaydında adı Osman Nuri olup Erzurumlu bir ailenin çocuğudur. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında orduda topçu olduğu için kendilerine Topçuzâdeler lakabı verilmiştir. 

Topçu, çeşitli liselerde felsefe gurubu öğretmenliğinin yanında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in kürsüsünde  eylemsiz doçent olarak görev yapmıştır. Doktorayı o dönemde Batı düşüncesinin önemli merkezlerinden biri olan Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlamış olan Topçu, Doğu ve Batı düşünce dünyasından birçok düşünürden etkilenmiştir. Doktora tezinde geliştirdiği isyan ahlâkı fikri hocası Maurice Blondel’in, bazı bakımlardan Immanuel Kant ve Henry Bergson etkileri taşıyan hareket (action) felsefesinden almıştır. En önemli yayıncılığını 1939-1975 yılları arasında Hareket Dergisi’nde yapıyor, derginin ismi doğrudan doktora teziyle ilgili olsa gerek. İsyan Ahlâkı, Ahlâk Nizamı, Yarınki Türkiye, Mevlânâ ve Tasavvuf, Türkiye’nin Maarif Davası başlıca eserleridir.  1975 yılında vefat ediyor.

Yazımda biyografik bir yol izleme yerine Topçu'nun fikirler evreninde çok kısa bir seyahat amaçlıyorum; 

Bireyin inşâsı:

Bireyin her şeyden önce şahsiyet sahibi bir insan olmasını ısrarla vurgular. İslâm’da tasavvuf‚ iman ve ibadet başlıklarında Nurettin Topçu da Mevlânâ gibi, ağırlıklı olarak, insanın ahlâki erdemler kazanıp kemale ermesi, yeni bir kimlik kazanması ve yeniden kendisini inşâ etmesi üzerinde yazılar yazmıştır. Kültür ve Medeniyet isimli eserinde, İslâm dünyasının ilminde aşk ve feragat, inancında ruh ve isyan getirecek ve insana ebedi olanın kodlarını verecek, zamanın ruhuna göre değişen format ve çeşitlilikle muhafaza etmenin sırrını öğretecek bir ıslah hareketine ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Ancak yapılması zorunlu olan bu ıslahat, dinin ruhu demek olan tasavvufla, ona uygun şekiller arayan dini prensiplerin uzlaştırılması şeklinde olmalıdır. Ona göre hayatımızın yenilenmesi, fikirlerimizin birleşmesi ve ruhumuzun aydınlığa kavuşması ancak kâinatın aşk ile tanınması demek olan metafizikle mümkün olur. Ruhlara evrensel metafizikle dokunmadan insanlık çapında bir yenilenme söz konusu değildir. 

Genç nesillerin kendi değerlerine yabancılaşmasını ise Türkiye’nin Maarif Davası kitabında şöyle açıklar; Kaidelerle yaşamanın sıkıntı ve ıztıraplarından bunalan gençlik, bu kaideleri yaşayanların, artık samimi bir ideal peşinde olmadıklarını, bu yaşayışın onlarda ruh kuvvetini artırmadığını görünce; kendisine ağır yük olan bütün kaideleri varlığından fırlatarak attı. İlahi kaideleri yaşatanların yakın geçmişteki samimiyetsizlikleri, bu yeni nesilde onlara karşı kin ile küçümseyiş duygularının doğmasına sebep oldu.

Toplumun inşâsı: 

Ahlâk Nizamı kitabında, Topçu batan bir dünya nizâmı içerisinde bulunulduğunu, ferdin ve neslin vicdan ile âhlak değerlerinde sistemli bir çöküşün yaşandığını; ahlâkta, hukukta, sanatta, dinde ve devlette yeni bir nizâmın zarurî olduğunu düşünmektedir. Nizâmı eşyayı düzenleme, birbirlerine bağlama ve bir ahlâk eseri; anarşizmi ise nizâm düşmanlığı olarak tanımlayan Topçu, mukaveleye (karşılıklı mutabakat) dayalı “ahlâk nizâmını” şu şekilde açıklar: Anarşiyi insanın düşünme gücü olan ahlâk değil, kaidesizliği içinde barındıran ihtiraslarımız yaratmıştır. Dolayısıyla ihtiraslardan derece derece fedakârlık etmek mukaveleyi (karşılıklı anlaşma) doğurur. İçinde yaşadığımız medeniyet ve geleneklerimizin günlük menfaat ve kararlarımızı üstün seviyeye çıkaracak olan kuvvetlere sahip olması şahsiyetimizin değerini taşıyan ve hareketlerimizle mühürlenen mukaveleyi; normal, aşikâr mühürlü mukaveleden ayırmaktadır. Böyle bir mukavele ile kurulan nizama “ahlâk nizâmı” denir.

Eğitimin ve mektebin inşâsı, yenilenmesi: 

Türkiye’nin Maarif Davası kitabında ise, her millet için inkılaplarının başladığı yer milli mekteptir. O bir milletin kendine ait tüm hususiyetlerini yansıttığı yerdir. Örfü, âdeti, metodu, müfredatı hatta mimarisi bile milletin izlerini taşır. Bizim için vaktiyle medreselerimiz milli mektepti. Fakat bu milli mektep, milletin gerisinde kaldı ondan koptu ve çöktü. Açılan yeni mektep ise milletten izler taşıyamadı hakikat aşkının taşındığı ve arandığı yerler olamadı. Nurettin Topçu, gerçek manada milli mektebin var olmasını hakikat aşkı taşıyan, kendini buna adayan, cemiyet içinde en önemli yerin mektebe verildiği bir zeminin teşekkülüne bağlıyor.

Zamanımızda her mektep, hayat mektebi olmaktadır. Gencimizin inançları, ıztırabı yoktur; pozitivisttir, tecrübeye dayanır. Hayat tecrübesi onu nerede yaşatıyorsa, orada neşelenmek emelindedir. Istırabın zehir olduğu, nesillere öğretilmiştir. 

Kültür dünyamızı yeniden inşâ;

Kültür mirasımızı yeniden keşfetme ve o keşiflerle geleceğe yürüme adına şunları söylüyor; Batı dünyası, kendi temellerini teşkil eden eski Yunan hikmetinin büyük üstadı Sokrat'ın felsefeyi fizikten ahlâka yükseltmesine karşılık, asrımızın insanını ahlâktan fiziğe çevirmiş bulunuyor. İkinci Dünya Harbi’nden bu yana Batı maarifi, kuruluşundaki ruh ve ahlâkından bütün bütün sıyrılarak sanayinin emrine girdi. Bu hal Batı medeniyetinin yıkılışıdır. Bize gelince, bin iki yüz yıldan beri tasavvufla yan yana gelişen hukuk ve kelâm ilimleri İslâm dünyasının kültürünü teşkil ediyordu. X. asırda kurulan Bağdat külliyesinde evrensel bir değere ulaştırılan İslâm maarifi, XVII. yüzyılda içtihat kapısının kapatılmasıyla ruhî feyzini kaybederek Aristo mantığının kısır çerçevesi içinde bunaldı. O zamandan beri medrese, İslâm kültürünün özünü kaybetmiş olarak kıyas mantığının kelime tekrarları içinde bocalıyordu.

Bize bir insan mektebi lâzım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlâkî değeri olduğunu tanıtsın; hâyâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin. Bu mektepte edebiyat, tarih ve felsefe kültürü başta gelecek ve onun yetiştiricileri sadece bir memur değil, örnek insan olacaklardır. Din görevinin bile para ile yapıldığı bir düzenin tersine çevrilmesi lâzım geliyor. Ancak böyle yepyeni bir anlayışın benimsenmesiyle Türk millet maarifini kurmak ve ruhlarımızda rönesans açmak kabil olacaktır.

Din
Din, bir meslek olamaz; o insanlığımızın cevheridir. Bir kısım insanların din adamı diye ayrı bir İçtimaî sınıf meydana getirmeleri, dinin bir dünya sanatı haline koyulmasına yol açmıştır. Hepimiz din adamıyız, hep Allah yolunda olmamız gerekiyor. Bu yoldan uzaklaşanları uyarmak hepimizin işi olmalıdır. Bu iş ilimle değil, irşâdla olur. Şu halde din bir irşâd mesleğidir diyebiliriz. îrşâd, Allah’a götüren yolu aydınlatmaktır; bedene değil, ruha çevrilir.

Öğretmenler ve rehberler;
Kendi de öğretmenlik yapmış, nesli bizzat okullarda tanımış bir eğitimci olarak ideal muallimi şöyle tarif eder: Muallim; gençlere bilmediklerini öğreten bir nâkil (nakledici) değildir. Bu iş, kitabın işidir, bilmediklerimiz hep kütüphanelerde bulunmaktadırlar. Her sahada yalnız bilinmeyeni bilmekle eski devrin skolastik tahsili elde edilir. Kitaplardaki örümcek kafamıza nakledilir. Ancak sınıfta okutacağı bilgilere sahip olan insanın yapabileceği iş ise bundan ileri gidemez. Bunun için kültürlü adam, kafaları işletmesini bilen adam lâzımdır. 

Ayrı bir başlıkta ise; Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkardır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar, bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhumuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakar varlıktır.

Batılılaşma ve Biz: 
Nurettin Topçu’ya göre, “milletimizin üç asırdan beri geçirmekte olduğu buhranların sebebini ve kaynağını iç ve dış siyasi alanlarda aramak yanlıştır. Ona göre yaşadığımız buhranın kaynağı, kültür ve maarif sahasında aranmalıdır. Bu alanlarda yaşanan yozlaşmalar sonucunda Batı ile karşılaşmamız sorunlu bir hal almıştır.” Ayrıca Tanzimat döneminden itibaren daha öne çıkan “şabloncu", “köksüz" anlayışa karşı daha kendi ruh ve mânâ köklerimize bağlı, Anadolulu olma anlayışı ile yeni bir düşünce biçimi geliştirmiştir. Ona göre, bu konuda ilk göze çarpan problem, cahillerin ulema sınıfına nüfuz etmeleriyle halkta kanaat uğrunda nüfuzlarının kırılması, milli karakterin zedelenmesi, (…) yeni açılan müesseseler ve mekteplerde şekle bağlı kalınması, yenilikçi bir ruh geliştirilememesi olmuştur. Avrupa’nın yani yeninin taklit edilmesi ile ilmin çeşitli dalları ile tekniğin putlaştırılması gibi nedenler yaşadığımız buhranın sebebidir. Bu buhran dolayısıyla toplum kendi kültürünün bir yabancısı haline gelmiş, kendi hareketinin üreticisi ve taşıyıcısı olmaktan çıkmıştır. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak da kendi hareketi üzerinde şuuru ve imtiyaz hakkı kalmamıştır.

Rönesans 

Yarınki Türkiye kitabında; Rönesansı gerçekleştirilecek olanlar yaşatma hazzı ile yaşayanlar mesuliyet kahramanlarıdır. Millet mistiklerini tabirini de kullanır. Ancak başkalarını kurtararak kurtulabiliriz, gerçek devlet iktisat devleti değil, ahlâk devletidir, der. 

Rönesans için uykudan uyanmayı, silkinmeyi ve kendimize gelmeyi şart koşar. Kültürümüzün kaynaklarına inmemiz gerektiğini söylüyor. Yeni bir rönesansı yapacakların Avrupa coğrafyası dışında kalanlardan olacağını savunur. Avrupa’nın hırs ve hodkâmlığından arındırılmış olması gerekiyor. Rönesansı yabancı kültürlerin ve birikiminin tercüme hareketine de bağlıyor. 

Cemiyet ve Cemaat:

Topçu için millet ve cemaat kavramı bireyleri koruyan, değerlerine sahip çıkan bir koruyucu ve bütünleyici hükmündedir. İnsan yetiştirmeye kendini adayanlar genelde cemaat kavramında birleşen insanlardır. Cemiyete karşıdır. Taklitçi ve merhametsizdir. Nurettin Topçu cemiyeti daha dağınık, birbirini sömürüye açık, bireye yeteri kadar önem vermeyen, bireyin potansiyelini öldüren bir yere koyar.
“Ölüler bizi yaşatıyor, biz yarınki ölülere hayat veriyoruz. Gece günden, gün geceden çıkıyor; diri ölüden, ölü diriden çıkıyor” sözleri ise geleceği, bugünü ve zamanın bizlere yüklediği misyonu harika özetliyor. 

Bir ömür boyu isyanını ahlaksızlığa ve ahlaksızlara karşı veren yüce ruh! Ruhun şad olsun. 

<< Önceki Haber Kültür Mirasımızın Münevverleri 6: Nurettin Topçu Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER