Herkul.org editöründen sözde kahriye iddialarına cevap!

Herkul.org sitesi Editörü Osman Şimşek, hükümet tarafından ortaya atılan asılsız sözde cami okullarında kahriye okutma iddiasıyla ilgili konuyu değerlendirerek çarpıcı bir üslupla kaleme aldı.

Herkul.org editöründen sözde kahriye iddialarına cevap!

Şimşek'in yazısı hem Herkul.org sitesinde hem de twitter'da şahsi hesabından paylaşıldı.

İşte Osman Şimşek'in “Ağlayın, su yükselsin!” isimli yeni yazısı;

Necip Fazıl ne hoş söyler “dua”sında:

“Bıçak soksan gölgeme / Sıcacık kanım damlar / Gir de bak bir ülkeme / Başsız başsız adamlar…

Ağlayın, su yükselsin! / Belki kurtulur gemi / Anne, seccaden gelsin / Bize dua et, e mi!”

Dün ikindi namazından sonra kısacık hasbihal eden muhterem Hocaefendi’yi dinlerken önce “Bari annemi arayayım; ölü kalbime bedel ondan gözyaşı dileneyim: Seccadeni hiç kaldırma anacığım!” diyeyim düşüncesi doldu zihnime.

Keşke kalbi hüşyâr, gözü yaşlı bir insan olabilseydim!.. Keşke hıçkırıklarla ağlayabilse ve suyun yükselmesine katkıda bulunabilseydim!..

Neden mi? Hem sebebini hem de dünkü hasbihalden bazı paragrafları aktaracağım. Fakat evvela twitter üzerinden paylaştığım bugünkü mesajları tavzih edeyim:

Önce tekye adabıyla müeddep zannettiğimiz bir bakan “Üç yıldır Erdoğan’ın ölmesi için beddua ediliyor” dedikodusunu seslendirdi. Sonra havuz medyası (!) hep bir ağızdan kahriye haberleri yapmaya ve bunu sahte ihbarlarla şişirmeye başladı. Akabinde “sayın” ile “muhterem” berzahında yaşayan bir yazar on kişiye kahhariye okunduğunu yazdı. Dahası -aslını hiç araştırmadan- Dışişleri Bakanı’nın da, hakkında kahriye okunan kimseler arasında bulunduğunu yaydı.

Nihayet, öfke patlamasına şahit olunan miting meydanlarında, varlığı şüpheli birkaç talebenin iftiraları dile getirildi. Yozgat’ta bazı kız öğrencilerin gece zorla kaldırılıp Başbakan’a beddua ettirildiği üst perdeden seslendirildi.

Camia içerisinde biraz bulunmuş insanlar bu iddiaların hiçbirinin gerçeği yansıtmadığını ve birer iftiradan ibaret olduğunu bilirler. Belli ki bu iftiraları seslendirenler ve yayanlar ya kasden hilaf-ı vaki beyanda bulunuyor ya da güftugûlarla aldatılıyorlar. Belki de sinsice araya sızmış/sızdırılmış kullanışlı kimselere önce o çirkin şeyleri yaptırıp sonra da camiayı karalıyorlar.

İddia sahipleri isim versinler, hep beraber onları kınayalım, hatta tel’in edelim; yoksa bu iftiraları seslendirmek Allah’tan korkmazlığın ifadesidir.

Bu camiada Kur’an talebeleri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) önemli bir sünnetini ihya etmek için sadece iki ay ya da üç yıl değil onlarca seneden beri hemen her gece teheccüde kalkarlar. Katiyen hiç kimseyi, hatta evliler kendi eşlerini ve çocuklarını bile zorla uyandırmaz, sadece sohbetler esnasında teheccüde teşvik ederler.

Çünkü teheccüd, ötelerin karanlığına karşı bir meşale, berzah azabından koruyan bir zırh ve ahiret için mühim bir azıktır. Hak erleri gecelerin zülüflerinde seccadelerine koşar; iki, dört ya da sekiz rekat namaz kılar, sonra da Mevla-yı Müteâl’e yakarırlar. El-Kulubü’d-Daria, Cevşen-i Kebir, Bir Kırık Dilekçe gibi mecmualardan bazı bölümler okur; bütün insanlığa, özellikle ümmet-i Muhammed’e ve umum hizmet erlerine dua ederler.

Bizim meşrebimizde kahriye okumak yoktur ve hiç olmamıştır. Çaresiz kaldığımız zamanlarda bile zalimleri Allah’a havale etmekle yetiniriz. Onu da “şartlı havale” şeklinde yapar, önce ıslah ve hidayet diler, “Murad-ı ilahî bu değilse, Rabbimiz, Sen bilirsin!” deriz.

Ayrıca adanmış ruhlar hiçbir zaman şahısları hedef almazlar, onların problemi kötü “sıfatlar”ladır.

Katiyen beddua ve kahriye olmayan şartlı havalelerimizin konusu zulümdür; sadece kendimize değil kim olursa olsun müminlere yapılan zulüm.

Bu itibarla da haramîliğini müminlere gadrederek gizlemeye çalışanlar ve diğer zalimler dışında kimsenin teheccüd dualarından rahatsız olmaması gerekir.

Yolsuz, yalancı ve zalim değilseniz, hiç korkmayın, hiçbir “havale” de size dokunmaz; aksi halde bir de iftiralara dil oluyorsanız, titreyin!..

Bu zaruri açıklamayı tekrarladıktan sonra şimdi başlangıçtaki hissiyata geçiyorum:

Elhamdulillah muhterem Hocamızın sağlık ve sıhhati her zamanki gibi. Sabahları tefsir ve fıkıh derslerimizde inkıta yok. Fakat, Hocaefendi, sohbetler konusundaki sükût tercihini devam ettiriyor. Bazen namazları müteakip çok kısa hasbihallerde bulunuyor. Dün de beş on dakika kadar böyle bir hasbihal oldu. Girişte de dediğim gibi kalbimin katılığını ve gözlerimdeki yaşın azlığını sadece anneciğimle tamamlamaya ve aldığım notları arşive kaldırmaya niyetlenmiştim. Zira, hemen her sözümüzün sağa sola çekilmesi âdetten oldu. Fakat, sonra “Kim ne derse desin, hiç olmazsa dostlarım, arkadaşlarım, kardeşlerim nasiplensin!” mülahazasıyla bazı paragrafları paylaşmaya karar verdim:

İşte dünkü kısa sohbetten insanın yüreğini kavuran o cümleler:

Dünya alevler içinde kıvranırken, etrafımız ateş çemberine dönmüşken, Türkiye bir belalar ve musibetler sarmalı içindeyken, hasımların hakim olduğu dönemde bile görülmemiş kötülükler planlanırken böyle bir dönemde burada oturup yemek -ki ne kadar yediğimi de arkadaşlar biliyorlar- yerken, “Böyle yemek yemeye, bu çayı içmeye hakkım var mı benim?” diye düşünmeden edemiyorum. Belki bütün rahat yaşayanlara da “Etrafta yangın almış gidiyorken, be utanmaz adam, yemek yiyecek zaman mı, çay içecek zaman mı?!.” demek iktiza ediyor.

Meselenin ciddiyetine ne kadar inanıyoruz? Hepimiz ölüp gitsek ne çıkar? Hiç önemli değil! Fakat seneden beri taşınagelen bir emanet var üzerimizde. El değiştire değiştire bu günlere kadar gelmiş bir emanet. Şimdi dört bir yandan böyle tecavüzler ve saldırılar oluyor. Böyle bir dönemde, bence yemeyi içmeyi bile sorgulamak icab ediyorsa, oturduğumuz yerde boşuna oturma, orada eğlenceye dalma, konuşma, gülme, insanları eğlendirme.. bu türlü şeyleri zaman ve konjonktür açısından haram saymak lazım.

İmkan varsa, mesela oturduk bir yerde, karşılıklı laf edeceğimize Cevşen’i bölüştürelim. On insan varsa orada, on faslın her bir faslını bir arkadaş okusun, orada bir Cevşen tamamlanmış olsun. Daha fazla zamanımız varsa, Evrâd-ı Kudsiye’yi de okusun arkadaşlar. Kendi aralarında Salât-ı Tefriciye’yi taksim etsinler. Bulundukları yerde varsa o taksime tâbi olacak arkadaşlar, her gün onu kendilerine, her bir ferde 40-50-60 ne kadar düşüyorsa, pay etsinler; gezerken, otururken, hatta istibra yaparken, yemek yerken, dişlerini fırçalarken, ellerini yıkarken en azından mülahazalarla Allah’a yönelsinler; hiçbir zaman aralığını boşa geçirmesin, her ânı Cenab-ı Hakk’a tazarrû ve niyazla değerlendirsinler.

Başımıza gelen musibetlerden murâd-ı ilâhî bizim kendisine yürekten dönmemiz ise, döneceğimiz âna kadar o musibetler gırtlağımızı sıkar ve devam eder. Kendisine dönmemiz için o musibetleri salması bile bir yönüyle rahmetin ayrı bir tecellî dalga boyudur. Kullarını Kendisine döndürmenin bir vesilesi onları ızdırar içinde bırakmak ve bütün sebepleri ellerinden almaktır; ta ki nur-u tevhîd içinde sırr-ı ehadiyeti duysun, görsün ve hissetsinler. Yunus ibn Mettâ (alâ seyyidinâ ve aleyhisselam) gibi “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” desinler. Geceleri yataklarından fırladıklarında abdest alsın, başlarını yere koysunlar. Gözleri yaşarmıyor ve ağlamıyorsa, kendilerini levmetsinler; “Yuf bana, bu kadar da katı kalblilik olur mu?” desinler. Gözlerinin yaşlarını salabiliyorlarsa, o esnada ellerini Allah’a açsınlar, “Allahım bütün ümmet-i Muhammed’den belaları musibetleri def eyle, hususiyle memleketimizde bozulan vifak ve ittifakı temin buyur; çünkü o, Senin tevfîkinin en büyük vesilesidir” desinler.

Kendimiz için yaşamamamız lazım. İmkan varsa, evi barkı olan arkadaşlar bile buralarda kanepelerde tüneyin, bir iki saat uykuyla iktifa edin, sonra kalkın 50 rekat namaz kılın, sonra da başınızı yere koyun ağlayın, hıçkıra hıçkıra ağlayın. Cenab-ı Hak, emanet olarak yüklediği bu mefkureyi -ki başkalarının da hukuku işin içine girmiştir- bizimle zayi etmesin.

Bütün dünya bu ızdırabı duymayabilir. Türkiye’de mütecâvizlerin zaten öyle bir derdi yok, inananıyla inanmayanıyla. İnanan nasıl böyle bir zulmü yapar, onu Allah’a bırakmak lazım. O mevzuda bir şey demeyelim. Mürüvvetimizin, insan olmamızın gereği “Allah hepimizin kalbini, kafasını, efkârını, ukûlünü ıslah eylesin!” demekle iktifa edelim.

Böylesine iç içe asimetrik saldırılar karşısında bence itikaf yapıyor gibi bir yerlerde -bağışlayın- tünesin arkadaşlar. Kalksınlar, soldan sağa, sağdan sola dönüşlerinde “Allahım bizi ıslah eyle, bela ve musibetleri sav üzerimizden; kusurlarımızdan dolayı gelmişse, bizi bağışla; bizi imtihan ediyorsan, o mevzuda bize mukavemet, sabır, azm-ı ikdam lütfeyle!” desinler, yalvarıp yakarsınlar.

Bir dakikayı boş geçirmeyin. “İstibra” dedim, o anı bile boş geçirmemeli. O esnada bazı duaları dilinizle söylemeyi saygıya aykırı buluyorsanız, içinizden söyleyin onu, niyet edin, kelam-ı nefsî ile mırıldanın.

Bilemediğimiz bir cendereden, bir preslenmeden geçiyoruz. Dünyadaki bütün insanlık da geçiyor. Suriye’de olup biten şeylere içimizde acı hissetmiyorsak, insanlığımızı yitirmişiz demektir. Somali’de olup biten şeylere içimizde bir ızdırap duymuyorsak, insanlığa ait çok şeyleri yitirmişiz demektir. Sahipsiz, himayesiz, inayetsiz, riayetsiz, dünyanın bakıp da bir şey yapmadığı Myanmar’da, o saf inanan insanlara yapılan mezâlim karşısında yüreğimiz titremiyorsa şayet, vicdanımızı yitirmişiz demektir. Kalbimiz yok demektir. Ya kendi ülkemiz!..

Bir de yapılan hizmetler var. Kadınıyla erkeğiyle fedakâr arkadaşlar 160 ülkeye gitmişler. Şimdi, bağışlayın, hayasızca, edepsizce, saygısızca onlara da saldırılıyor. Allah, bu hayasızlığın cezasını verir mi, biz istemiyoruz, “Allah ıslah etsin” diyoruz. Fakat öyle bir edepsizlik müsellemdir, muhakkaktır.

Şimdilik bize düşen Allah’a tevekkül etmek.. sa’ye sarılıp hiç boş durmamak; biri bin etmeye bakmak.. ve hikmete râm olmaktır: “Allâh’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” (M. Akif)

Şu anda öyle bir ruh haleti içerisindeyim ki; annemi babamı çok severdim.. ahirete yürüyeli biri 40 sene oldu, biri de aşağı yukarı 20 seneyi geçti. Hâlâ aklıma geldiklerinde burnumun kemikleri sızlıyor. Fakat şimdi onlar olsalardı, ev başlarına yıkılsaydı ve cayır cayır yansalardı, Allah uzun ömür versin, kardeşlerim de cayır cayır yansalardı, ben bu kadar üzülmezdim. Ülkeye, millete, dine, davaya ve hizmete gelen zarar karşısında şu anda üzüldüğüm kadar üzüntü duymazdım. Hem de sizinle beraber secde eden insanlar tarafından, din düşmanlarının dahi yapmadığı şekilde bir saldırı yapılması karşısında ondan çok daha derin bir üzüntü duyuyorum.. o ölçüde üzüntü duymayanlara gönlümün kırıldığını da burada söyleyeceğim, söylemeliyim. “Bunlar hiç bu meseleleri anlamıyorlar mı? Hadiseyi ferdî ya da sadece bir şahs-ı maneviye ait mi görüyorlar? Bu mevzuda insânî değerlere bu kadar yabancılaşma mı olmuş?” diyorum.

Herkese de deyin! Tebessümle dudağı geri giden herkese, “Mevsim o mevsim değil arkadaş!” deyin. “Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan / Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!” (M. Akif)

Çalmadık, çırpmadık, rüşvet almadık, irtikâba/ihtilâsa girmedik, kimsenin hukukuna tecavüz etmedik, bazen hakkımız gibi görünen şeylerden bile fedâkârlıkta bulunduk. Fakat suçlu gibi, müebbet mahpuslar misillü cefâ görme meselesi öyle bir bela ve öyle bir musibettir ki şayet bu durumda bulunan insanlar Allah karşısında bu halin gerektirdiği şeyleri yerine getirmezlerse, Allah hesabını sorar.

Osman Şimşek

<< Önceki Haber Herkul.org editöründen sözde kahriye iddialarına cevap! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER