“Kurb-u Sultan, âteş-i sûzan”

Samanyoluhaber yazarı Fikret Kaplan, Peygamber Efendimiz'in (sas) bir duasını yazdı.

SHABER3.COM

“Kurb-u Sultan, âteş-i sûzan”
Fikret Kaplan
 
O gece, oldukça bitkindi. Uykusuz geçen korkunç ve kabuslu gecenin sabahında iki kişiyle nöbetleşe yattığı yatağın kenarına oturmuş, düşünüyordu. Ne olacaktı? Sonu nereye varacaktı bu esaretin? 

Bütün koğuş kimisi yerde, kimisi sırtını duvara dayamış, kimisi de bir battaniye üzerinde uyuyordu. Ortalık zifiri karanlıktı. Kendisini dipsiz karanlık bir kuyuya atılmış hissediyordu. 
 
Gözünün önüne altı aylık yavrusu, genç hanımı geldi. Hayata doymadan bu zindanlarda çürüteceklerdi onu. İhtiyaç sahibi insanlara hayır için verdiği birkaç burs ve iki üç kurban için burada yok edeceklerdi onu. Bu karanlık düşünceler içinde dalmış, gözlerinden yaşlar akıyordu. 

Birden kalın bir ses kendisini bu kâbustan uyandırdı:
-Ne oluyor delikanlı? Niye ağlıyorsun?

Karşısındaki iki kez ağırlaştırılmış müebbet alan samimi bir Hizmet sevdalısıydı. O da sabah erkenden uyanmış, yatağında düşünceli düşünceli tesbih çekiyordu. 
-Nasıl ağlamam! Bana otuz yedi yıl vereceklerini öğrendim.

Tebessüm etti:
-Sana bu kadar cezayı verecekler diye, üzülme! Hakkında henüz verilmiş kesin bir hüküm yok. Oysa ben hükmü yedim. Beni bugün ya da en geç yarın tek kişilik karanlık bir hücreye atacaklar. Eşim de başka bir hapishanede… Çocuklarım desen ortada kaldı. Kabre çok yakın olan yaşlı annem var arkamda bir tek. Bak, ağlıyor muyum? 

Durdu, yutkundu, boğazına bir şeyler düğümlenmişti: 
-Ama, Hizmetimize yapılan bunca haksızlığa ve zulme yanıyorum tabii ki… diye devam etti. İçim parçalanıyor, gözyaşlarım sel olup akıyor… 

O başka! Bak, Ali Ayverdi Ağabeyimiz ayrılıp gitti aramızdan… Suçu neydi? Terörist miydi? Elbette ki hayır… Bugüne kadar hiç suça bulaşmamış bir insan sadece hayır duygularından dolayı birilerinin zulmüyle eriyip gitti bu diyardan. Alacaklı gitti. Kendisine bunu yapanlardan, onlara taraftar çıkanlardan, bunca zulmü görmezlikten gelenlerden alacak hakkını… Bir bakıma da onun adına seviniyorum… Ecel mukadder, ama zalimin saflarında, yanında, berisinde, arkasında… Bütün bir camianın kul hakkını sırtına alıp gitmek de var… Allah muhafaza! Zulme uğramış bir masum olarak kavuştu Rabbine o. 

Ama yine de hüzünleniyor insan… Efendimiz’in Aleyhissalatu Vesselam, Hz. Hamza’ya, Mus’ab bin Umeyr’e…Uhud şehitlerine ağladığı gibi… 

Nice güzel insan dâussıla duygusuyla yaşadığı bir diyarda ya da iç içe gurbeti yudumladığı öz yurdunda bir garip olarak ahirete yürüdü; Allah, onları Ashâb-ı Bedir’le, şüheda-i Uhud’la beraber haşreylesin!.. 

Cezaevlerinde eriyip giden hasta mahkûmlara yanıyor gönül… Masum bebeklere ve onların şefkatli annelerine… Çünkü imtihan ağır… Sevdası büyük olanın imtihanı da ağır oluyor. 

‘Kurb-i sultan ateş-i suzan!’… yani Sultan’a yakın olmak isteyen ateşten gömlek giymeye razı olmalı. Hele, nam-ı Celil-i Muhammedî'yi dünyanın her yerine ulaştırma sevdasında olanlar…  

Allah’a şükürler olsun ki ne kadar sert eserse essin, kökleri sağlam olan bu hizmet çınarlarını sökemedi bu süreç. Eritemedi onları Nemrut’un İbrahimler için hazırladığı kin ateşi.   

Efendimiz aleyhissalatu vesselam "Kardeşlerim." diyerek kendisine yakışır şekilde günümüzde insanlığa hizmet edecek samimi kardeşlerine iltifat ederken, bu iltifatın muhatapları olmak isteyen yiğitler de her türlü sıkıntıya maruz kalacaklardı muhakkak. 

Bir gün Taif’i, diğer gün Uhud’u, Hendek’i… ya da sonraki gün üçünü birden iç içe geçen sarmallar halinde yaşayacaklardı… Zira, daha sonra gelip, O’nun davası uğruna gece gündüz çalışıp her türlü çile ve ızdırabı göğüsleyen ve böylece davayı nübüvvete vâris olduğunu gösterenler ancak O'nun kardeşleri olabilirdi. Sahabeye yakın bir kıvam kazanmadan olamazdı bu yakınlık. 

Dine hizmet davasının üstünde bir güneş gibi daima varlığını hissettiren Yüce Rehber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sıkıntılı dönemde samimi Hizmet insanlarını bir kere daha vesâyâsı altına alıyor ve "Kardeşlerim diyerek onlara sahip çıkıyor. Asr-ı Saadet’teki sıkıntıları, ağır imtihanları kardeşleriyle bir kere daha yaşıyor.  

Üç yıl yine boykota maruz kalıyor O (sallallâhu aleyhi ve sellem). On beş asır önce söylenen ‘Size bir damla su yok… Ağaç kabuklarını yiyin!’ sesi yine yükseliyor günümüzde. “Biz, bu işe öyle bir zamanda sahip çıktık ki, günlerce aç kaldığımız olurdu. 

Bir gece ihtiyaç için dışarı çıktığımda sert bir şeye dokundum. Baktım, kurumuş deri parçasıydı, temizleyip onu yedim.’ diyen Sa’d ibn Ebî Vakkas gibi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kardeşleri de zor günler geçiriyor. Gerekirse çöpten ekmek topluyor, ama davasından ödün vermiyor.

Takibe uğrayan, hapse atılan, hicrete zorlanan ve gurbet içinde gurbetlere maruz bırakılan Hak erleri ‘Kardeş’ olma bahtiyarlığı içinde ashab-ı güzin gibi sağlam duruyorlar; şiddetli fırtınalar karşısında devrilmemek için, din ü takvada daha bir derinleşiyorlar. 

Derken sıkıntılar, ayyuka çıkıyor. Kardeşlerinin yanına Mus’abları, Hz. Osmanları koyup Hristiyan diyarlara… Habeşistan’a, Yunanistan’a… daha birçok yere hicrete gönderiyor. Oradaki Melikler Hristiyan da olsa daha vicdanlı… ‘Gidin orada, yanındakilere zulmetmeyen bir Melik var!’ diyor kardeşlerine.  

Bir yanda, İslam dünyasında çokları O’nun kardeşlerine yapılan zulümlere göz yumup ortak olurken, diğer tarafta insanlığını ortaya koyan ve “cebrî hicret” muhacirlerine kol kanat açan kimselerin civanmertlikleri de Necaşiler gibi tarihe nakşoluyor. 

Artık, yeryüzünde samimi olarak Allah’a kulluk yapan Mü’minleri, Darü’n-Nedve’de Şeytanın da iştirak ettiği bir soykırımla yok etmek düşünülünce kader O’nu da (sallallâhu aleyhi ve sellem) cebr-i hicrete çıkarıyor. "Allah'ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin.'' Eğer buranın halkı beni zorla çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım." (Heysemi, Mecmau‘z-Zevâid, 3/283) buyuruyor Efendimiz. 
Sevr Sultanlığı’nda kardeşlerine ‘gaybubet’i öğretiyor. Hicret yolculuğunda Hz. Hz. Ebu Bekir ve kendisine henüz İslam'ı kabul etmemiş ama güvenilir bir kimse ve maharetli bir kılavuz olan Abdullah b. Uraykıt belli bir ücret karşılığında rehberlik yapıyor. 

Bu çok sıkıntılı, belki çok meşakkatli bir yolculuk… Tarlalarda, ormanlarda, Meriç’te takılıp kalmak var. Ve hicret yolunda sonsuza kanat açıp gidiyor bazıları ötelere. “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne kavuşma (ve onların rızası istikametinde) hicret için evinden çıkar da daha yolda iken ecel gelip kendini yakalarsa, hiç şüphesiz (o da mükâfatı hak etmiştir) onun (geçmiş günahlarını affetmek ve) mükâfatını vermek Allah’a aittir.)” (Nisâ, 4/100) müjdesini fısıldıyor ‘Kardeşleri’nin kulaklarına, Sallallâhu aleyhi ve sellem. 

O gün Medine’de bugün dünyanın dört bir tarafında: ‘İman edip hicret edenler, Allah yolunda gayret edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya, İşte gerçek Müminler bunlardır. Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir nasip vardır.’ (Enfal Suresi, 74) yeni nazil olmuş gibi Muhacirle Ensar’ı yine kardeş yapıyor. 
Nam-ı Celili Muhammedî’yi (sallallahu aleyhi ve sellem) hakiki manasıyla yeniden yücelten o kardeşlerinin yanında… onların başını okşuyor Yesrib’i Medine yapmak için gayret eden ashabına iltifat ettiği gibi. “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir.)” (Meryem, 19/96)

Bedir’e, Uhud’a gidiyor Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).  Mübarek başı yarılıyor, sinn-i şerifi (şerefli dişi) düşüyor o meydanlara. Diğer taraftan da seyyidinâ Hazreti Hamza gibi birisi şehit oluyor… Sokaklarda Efendimiz ile beraber el ele koşuşturmuşlar, beraber aynı memeden süt emmişler; aralarında bir-iki yaş farkı var. Amcası… Göğsünü germiş; her yerde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa etme mevzuunda kalkan gibi davranmış. Fakat orada kalleş bir mızrak ile şehit oluyor. 
Yine, Sahabe-i kirâm arasından seçip Medine’ye gönderdiği insanlardan bir tanesi, Mus’ab İbn-i Umeyr… 

Genç yaşında oraya gitmiş. Tehlikeleri göğüslemiş, başında kılıçlar kavis çizmiş; fakat Allah’ın izni ve inayetiyle yirmiler, otuzlar onu dinlemiş; bir gün gelmiş, kadın-erkek, çoluk-çocuk yetmiş insanı Akabe’de, Allah Rasûlü ile buluşturmuş. O, Uhud’da evvelâ bir kolunu, sonra başka bir kolunu, sonra başını kalkan yapıyor. Ve daha niceleri orada şehadet şerbeti içiyor. Yetmiş tane şehit var orada. 

Bunların hepsi, Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinde derin bir hüzne dönüşüyor. O’nun o hassasiyeti, derinliği ve ashabına duyduğu alâka bugün de kardeşleri için büyük bir ızdırap olmuş. Çünkü memleketin sokakları, zindanları, hapishaneleri birer Uhud’a dönüşmüş. Mü’minin münafıktan, vefalının vefasızdan, yiğidin kalleşten, Nebi’ye gerçekten bağlı olanın, yüreğinde zaaf bulunandan ayrıldığı Uhud’a!..
Sürekli, bir şey yapıyorlar. Her gün yeni yeni elem argümanları kullanıyorlar. Kardeşleri, her birinde Mus’ab gibi bir kolunu, öbür defasında başka bir kolunu, öbür defasında ayağını, öbür defasında başka bir ayağını feda ediyor; kütükte doğranır gibi doğranıyorlar. 

Hazreti Aişe validemiz (ra), Peygamber Efendimiz’e hitaben: “Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?” diye soruyor. O da “Yemin olsun ki kavmin Kureyş’ten gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü (Tâif’e gidişte) karşılaştığım zorluk hepsinden şiddetli idi.” buyuruyor.   

Orada şöyle dua ettiğini naklediyor Şefkat Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin, benim de Rabbimsin; beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

“Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim.” “Kâle almam o zaman!” diyor. 

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) misyonunu bihakkın edâ etti ve ediyor. Hala ilk günkü gibi davasının başında.  Her şey tamamen hiç bitmemiştir ve bütün renklerini bütün bütün kaybetmemiştir. Güneş, bütün bütün batmamıştır; ay, bütün bütün husufa uğramamıştır. Allah’ın izni ve inayetiyle, mevsimi gelince, o yeniden bir kere daha dolunay gibi tulû edecektir. 

Belki bir kısım elemler çekiyor, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kardeşleri. Fakat unutmayalım ki, küfre, şirke, zulme saplananların hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayacaktır!..

Evet, “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) 

Bugün onu diliyorlar, söndürmek istiyorlar; söndürmede bir türlü doyma bilmiyorlar, “Bir daha! Bir daha!” diyorlar. Şeytan akıllarına ne getiriyorsa, o ışığı söndürmek için hemen hepsini yapmaya, akıllarına gelen her şeyi, geceyi-gündüzü beklemeden yapmaya çalışıyorlar. “Sürekli üfleyip duruyorlar: Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim!..” diyorlar. 

Neyi söndürmeye çalışıyorlar?!. “Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar.” Oysa Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!”

Neticede O’nun “Kardeşlerim!..” hitabına mazhar olmak varsa, zindana, işkenceye, hicrete, çekilen her şeye değmez mi?!. O mazlumların, mağdurların, zulme uğrayanların, gadre uğrayanların, azledilenlerin, tevkif edilenlerin, ta’zîb edilenlerin hep yanında. Şefkat âbidesi, türlü türlü tazyikler altında, sarsılmasınlar diye geliyor, ara sıra ‘Kardeşleri’nin arasına giriyor, “Bakın, Ben sizinle beraberim!” diyor. 

-Sen de üzülme bu kadar delikanlı! Kaderi tenkit edip musibeti ikileştirme! Sabır kuvvetini, ümidini sağa sola dağıtıp yok etme! 
Delikanlının gözleri dolu doluydu. Sadece tasdik manasında bir baş sallaması… 
-Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim,

Benim iktidarım bir zayıf zerre gibidir. Düşmanlar, illetler, kuruntular, korkular, elemler, hastalıklar, zulmetler, sapıklıklar ve uzun seferler ise hesaba gelmez. Bütün bunlardan beni kurtaracak kudret ve onlara karşılık verecek kuvvet ancak Senindir, ey kuvveti bütün kâinatı kaplamış ve bütün varlıkları zapt ederek hükmü altına almış olan Kavî, 

Ey dilediği her şeyi en mükemmel şekilde sür’atle ve kolayca yaratabilen ve kâinattaki her şeyi sonsuz kudreti altında tutan Kadîr, Ey her şeye her şeyden daha yakın olan Karîb, Ey dualara en güzel şekilde cevap veren Mücîb, ey bütün varlıkların, hallerinden hareketlerine kadar her şeyini ve bilhassa insanların ve cinlerin bütün amellerini dikkatle kaydedip koruyan ve bütün varlıkları her türlü kötülük ve tehlikelere karşı muhafaza eden Hafîz, ey Kendisine tevekkül edenlere başarı ihsan eden, isteklerine cevap veren ve bütün dertlerini gideren Vekîl!

Bize düşmanlık yapan, kadın-erkek asker, siyasetçi, istihbarat elemanı, polis, hariciyeci ve içişleri personeli her kim varsa, hepsine karşı bize yardım ve nusret lütfeyle!.. Ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!.. Amin!

<< Önceki Haber “Kurb-u Sultan, âteş-i sûzan” Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER