[Fikret Kaplan yazdı] Samimi insanları çok arayacaksınız!

Samanyoluhaber.com yazarı Fikret Kaplan, Hizmet Hareketi mensuplarına reva görülen zulme seyirci kalanları bekleyen tehlikeyi yazdı.

SHABER3.COM

Samimi insanları çok arayacaksınız
FİKRET KAPLAN

Önce sağına sonra soluna başını çevirerek selâm verdi iyilikleri ve kötülükleri bir bir yazan meleklere. Ellerini kaldırıp gönlünün derinliklerindeki gizli arzularını sunmak istiyordu Ezel ve Ebed Sultanı’na; ama hiç anlam veremediği bir kabz hali  vardı ruhunda. 

Başını öne eğdi, düşünmeye başladı. İbadete karşı duyduğu bu isteksizlik hali de neydi? Bu bezginlik nasıl oluşmuştu? Huşu ile hareket eden bir kalpden ölü bir cesede nasıl dönmüştü bu denli! Uzun zamandan beri ne eline bir kitap almış, ne de bir sohbetin insibağıyla boyanma imkanını bulmuş.

 Tesbihi eline aldı. İpe dizili taşları parmakları arasından geçirerek, Rabb’in azametini ilan etmek niyetindeydi ki dış kapının açılan sesiyle irkildi. Ani bir hareketle başı o tarafa döndü. Tesbihi yarıda bırakarak ayağa kalktı. Kapıya seslendi:

- Oğlum!... Nereye gidiyorsun?
Cevabını beklemeden aceleyle kapıya gitti. Gencin kapı kolu üzerindeki elini yakaladı. Avucu içine aldı. 
- Evlâdım!... Bir yere gitmeyeceğini sanıyordum?!
Sesinde endişenin ürkütücü izleri vardı. Anne yüreği son günlerde hop onunla oturuyor, hop onunla kalkıyordu. Bir tehlike sezmiş gibi diken üstünde yaşıyordu.
Delikanlı suçüstü yakalanmış bir insanın kızgınlığıyla annesine cevap verdi:
- Birisiyle…şey…bir arkadaşla… Aziz’in kahvehanesinde buluşacağız... Oradan bir yere gideceğiz... Bir arkadaşı görmeye...
Sesi hırçındı delikanlının. Sinirli bir hali vardı. Telâş, heyecan, karasızlık gözlerine ve parmaklarına bulaşmıştı. Titriyordu elleri. Çok gergindi. Ateş püsküren gözlerle baktı annesine.
- Anne! Ya ben çocuk değilim artık!... Bugünlerde çok hassaslaştın. Neredeyse beni dışarı bile çıkarmayacaksın! 
Annesinin kızaran gözlerini görünce ister istemez yumuşadı, örtü içindeki yüzünü avuçları içine aldı. 
- Hadi ama anne! Bu gözlere keder yakışmıyor! Hadi gül bakayım!... Hadi... Hadi!... dedi ve onu teşvik etmek için gözlerindeki buruklukla güldü. Annesi ilk defa onun böyle bir haline şahit oluyordu. Evladının günden güne kendisine yabancılaştığını gördükçe kahroluyordu. Eli kolu bağlı, bu durum karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğini bilemiyordu.
- Yavrum! Dinlemiyorsun beni bak! Ne namazın kaldı, ne de o eski Allah ve peygamber sevgisi… kitapla, dersle, okulla hiç ilgin yok gibi… 
- Güzel anacığım! Siz yapmadınız mı bunu bana! Size o kadar yalvarmama rağmen abilerimi şikayet etmediniz mi? Bunlar terörist, eşkıya demediniz mi? Ben ne öğrendiysem onlardan öğreniyordum… Siz bana ne zaman vakit ayırıp da namazı anlattınız?  Allah’tan, peygamberden ne zaman bahsedildi bu evde! Şimdi niye bu kadar abartıyorsun? Ortada bir şey yok! Bendeki o eski halin kaybolmasına üzülüyorsan kendini üzme… Üzüleceksen biraz önce izlediğin habere üzül… O insanlar sizin yüzünüzden o denizlerde boğuluyor… o bebeklerin ne günahı var! 
- Oğlum! Bunu da nerden çıkarıyorsun? Bak, hakkımı helal etmem! Gitme. Hiçbir yere gitme. Ne okula ne arkadaşına!... Ne oldu sana, sürekli kavgalar, serserice yaşamalar! 
- Anneee!... Sen değil misin babamla konuşurken ‘galiba çok yanlışlık yaptık!’ diyen. Ben artık büyüdüm… beş senedir hangi ruh haline sahip olduğumu hiç merak ettiniz mi? Bu çocuk ne yapar, kimle gezer, ruh dünyasında hangi fırtınalar kopar! O Fatih Abim, sizden daha çok titrerdi üzerime… Yüzüme bakınca anlardı, içime düşen kirleri…kalbime bulaşan pasları… Oysa ki siz ne kadar büyük bir boşluğa düştüğümü hissetmediniz bile… madem onların yaptığı yanlıştı…teröristti onlar. Ben de şimdi sizin doğrularınızı yapıyorum işte!

Delikanlının kafası allak bullaktı. Kolunu annesinin elleri arasından çekti, kurtardı.
- Anne!... Merak etme! Bir iki saat sonra evde olurum, tamam mı! Haydi görüşürüz! 
Bir söz daha dinlemeye tahammülü olmadığını gösteren bir hareketle, hızla kapıyı çekti, çıktı gitti.

Kadın, telaşla kapıyı tekrar açtı. Kapıda ne bulduysa ayağına geçirerek üçüncü kattan apartmanın dış kapısına kadar merdivenleri haddinin fevkinde bir hızla indi. Fakat evladına yetişmek nasip olmadı. Üstü başı da müsait olmayınca sokağa çıkamadı. Yarıya kadar çektiği demir kanattan köşeyi dönmek üzere olan oğlunun arkasından bakakaldı.

- Oğlum! Canım oğlum! Ne olur dur, gitme! Diye yalvaran sesiyle haykırsa da genç dönüp arkasına bakmadı. Koşar adımlarla yürüyerek görüş alanının dışına çıktı. Sonra da karanlığın içinde tamamen kayboldu gitti.

Anne gözyaşlarını salmak istiyordu ama ıslanmaktan öteye geçmeyen gözleri, içinde ur gibi şişmiş, büyümüş, kalbinin üstüne taş gibi oturmuş sıkıntılarını akıtamıyordu dışarıya. İçindeki yangını gözyaşlarıyla söndürme hamlesi boşunaydı. Kurumuştu göz pınarları. Bir şeyler göğsünde boğulup kalıyor, dışarı çıkamıyordu. Hayret etti kendisine. 

Çaresizliğin verdiği teslimiyet içerisinde kederli yüzüyle geri döndü. Her basamakta biraz daha ağırlaşan yorgun bacaklarıyla sendeleye sendeleye duvarlara tutunarak çıktı yukarıya. Dizlerinde derman kalmamıştı. Elleriyle gözlerini yokladı, tamamen kurumuştu. Allah’ım bu nasıl bir hissizlikti! O yufka yüreğine ne olmuştu böyle! Merhamet duyguları yok mu olmuştu? Açık bıraktığı kapının eşiğinden adımını içeriye atarken bunu kabullenmek istemiyordu… 

'Hayır tabi ki! diye düşünüyordu, ‘hislerimi kaybetmiş olamam!’. Evladının şu sözlerini hatırladıkça sinirleniyordu: ‘O insanlar sizin yüzünüzden o denizlerde boğuluyor… o bebeklerin ne günahı var!’ Salonun ortasına kadar geldi. Öylece bekledi. Ne yapacağını bilemiyordu. Bir an bulunduğu zamandan maziye çevirdi yüzünü.

Evlâdını karnında taşıdığı günleri hatırladı.
Dokuz ay boyunca çektiği sancıları…
Döktüğü gözyaşlarını…
Uykusuz geçen gecelerini…
Zevkle katlanmıştı bütün bunlara.
Bir gün küçücük bedenini kucaklayacağını düşleyerek.
Yavrusunun sağlıklı olarak dünyaya gelmesi gözlerine mutluluk sürmesi çekmişti.
O dakika unutmuştu yaşadığı bütün ıstırapları.  
“Dünyada bundan daha fazla mutluluk olamaz.” demişti.
O minicik ellerini öpmüş, öpmüş, koklamış,
Defalarca başını kaldırıp yanındaki küçük yavrusuna bakmıştı.
Gözlerini kapatarak, kirpiklerine asılı duran inci taneleri arasında hülyalar kurmuştu…
Evladının emekleyeceği günü,  
Atacağı ilk adımları,
Ağzından dökülecek ilk sözcükleri düşünmüştü. 
Hele bebeğine isim verildiği günü nasıl unutabilirdi…
Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunduğu kutlu zamanı.
Salih, koymuşlardı nur topu çocuklarının ismini…
Yüce Allah’ı tanısın, ona kul olsun diye.
Hatta bununla da yetinmemiş daha bir samimi olsun diye “Salih”tan önce “Abdullah” ismini eklemişlerdi.
Ama o… Evet, o canından bir parça olan oğlu ergenliğe doğru adım attığı günlerde bambaşka bir insan olup çıkıvermişti. Sanki bir gecede kötü bir insana dönüşüvermişti. Yaratılış gayesinin aksine, asi bir insan olmuştu. Başkaldırıyordu mukaddesata, emanete, semanın isteklerine…anneye, babaya.
Tam bu devrede Fatih Abisi’ni Allah göndermişti onlara. Ona insan suretine girmiş bir melek nazarıyla bakıyorlardı. Sadece evlatlarının değil, tüm ailenin manevi hekimi olmuştu. Namazı, orucu, sohbeti, kermesi, kandili…sahabeyi hep ondan öğrenmişlerdi. 
Peki bir gecede nasıl terörist olmuştu bu samimi insanlar?
Hayalinden hiç geçer miydi?
İhtimal verir miydi bunlara hiç?
Ama inanmışlardı bir yalana!
Hiç düşünmedikleri,
Hayallerinde dahi ihtimal vermedikleri bu fitne başlarına gelmişti işte!
Nasıl böyle bir yanlış yapmışlardı hala bunu muhasebe etmiyorlardı. Ege’de, Meriç’te, zindanda…yolda, gaybubette…hicret yolunda bitip giden hayatlarla beraber kendi ruh dünyalarının, evlatlarının da yok olup gittiklerini göremiyorlardı. Televizyon ekranında film izler gibi izliyorlardı zulmü…  

‘O insanlar sizin yüzünüzden o denizlerde boğuluyor… o bebeklerin ne günahı var!’
Hayır, hayır! diye kızgınlıkla bağırdı. 

Bu kadın gibi birçok anne-baba, yavrularının halinden memnun değildi. Değildi; ama ne çare ki artık iş çığırından çıkmıştı. Kendilerini korkunç bir akıntıya kaptırmışlar, tutunacak bir dal bulamıyorlardı. Zira, o samimi Hizmet insanları yoktu artık hayatlarında, sokaklarında, kandillerinde…çocuklarının gönlünde. Mantıktan ziyade duygularıyla hareket eden saf gönülleri, art niyetlerin emellerine karşı uyaracak manevî dinamikler toplumda felç olmuştu. Gençler, kendilerini frenleyecek duyguları ancak ailelerinden alabilirlerdi. Eğer alamadılarsa başka yerlerden öğrenme imkânları da yoktu. Çünkü bu güzel ülkede cemiyeti asırlarca ayakta tutan inanç değerleri tamamen hayattan atılmış ya da bir kitabın sayfaları arasında rafa kaldırılarak unutulmaya terk edilmişti. Halbuki, samimi Hizmet insanları, fedakarlıkla, diğergamlıkla toplumun bu eksikliğini gideriyordu. İmar ve ıslah hamlelerini canla, başla sürdürüyordu. 

 Ama o samimi Hizmet insanları yoktu artık. 
Bundan böyle, anne ve babalara sadece ellerini dizlerine vurup, “Acaba nerede yanlışlık yaptık?” demek kalmıştı. Bu saatten sonra gençlerin onların nasihatlerine, manevî duygularına pek kulak verecek halleri de yoktu. 

Gençlerin isyancı ruhu, serkeşliği, şehvanî arzuları, servet ve şöhret tutkusu, kötü niyetli insanların işine yarıyordu. Müminim diye geçinen insanlar da gençlerin bu zayıf taraflarını Siyasal İslamla zehirleyerek, onları meçhul dünyaların nimetleriyle aldatıyorlardı. Mantıktan uzakta dolaşan deliler ve kanlılar üretiyorlardı. Gençleri, Allah’a kulluktan uzaklaştırarak, ahlâksızlığın en sefilini sergilemekten çekinmiyorlar, buna da haşa “İslam” diyorlardı.

Gençler heves ve zevkin pervanesine takılarak, delikanlı dimağlarını sefil arzularına kurban ediyorlardı. Farkına varsınlar veya varmasınlar, her gün ‘Mehlika Sultan’ların peşinde ruhlarını ölümlerin en reziliyle birkaç kere katlediyorlardı.

O kadın gibi daha nice anne ve babalar, kızlarının, oğullarının kayıp giden ruh dünyaları karşısında her geçen gün daha çok kahrolmaktan kendilerini alamayacak ve yüzlerini maziye çevirip dost, kardeş, talebe, esnaf, öğretmen, işçi, memur…samimi hizmet insanlarını hep arayacaklar. Geceler boyu ağlattıkları, bir parça ekmeğe muhtaç ettikleri insanlara ekmekten daha fazla ihtiyaç duyacaklar…Ama aradıkları yerde onları bulamayacaklar. 
Kendilerini insanlığa hizmete adamış o masumların hayalleri gözlerinin önüne gelecek, pişmanlıktan ‘ah keşke onlara bu densizliği yapmasaydık!’ diyecekler. 

Hizmet okullarının…memleketin içine akacak pisliklerin önüne set diye dikilen yurtların önünden geçecekler…utançlarından yüzlerini kaldırıp bakamayacaklar. Zaten baktıklarında yakılmış, kapılarına kilit vurulmuş harabeler görecekler. 

Gecesinde gündüzünde güzel talebeler yetiştiren kurumlara, Nam-ı Celil-i Muhammedî'yi dünyanın her yerine ulaştıran ışık evlere hasret kalacaklar.  

Bunun yanında yapılan kötülükleri hem bu dünyada hem de ahiretteki o büyük mahkemede hep önlerinde bulacaklar. Haksızlık karşısında dilsiz şeytan kesilip susmaları, alkış tutup zulmü cesaretlendirmeleri hep evlatları tarafından sorgulanacak. 

Terörist diye ilan ettikleri; fakat kimi zaman parasızlık nedeniyle üç aile bir evde kalarak, kimi zaman düğününü yapar yapmaz daha evine yerleşemeden okuluna koşarak kimi zaman da altı ay boyunca sadece patatesle yaşayarak destanlara malzeme teşkil eden hizmetler ortaya koyan bu yiğitleri çok arayacaklar. 

Evet, belki adaletin tam tecelli ettiği O büyük Mahkeme’de bu samimi Hizmet insanlarını bulacaklar! Ama yazık ki, yok olmalarına göz yumdukları bu garipleri önceden bulup ‘Hakkınızı helal edin!’ deme fırsatını kaçırmış olacaklar. 

<< Önceki Haber [Fikret Kaplan yazdı] Samimi insanları çok arayacaksınız! Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER