Islah Ahlakı - 1

Ahmet Yılmaz

Ahmet Yılmaz

17 Nis 2019 10:31
  • BİR GİRİŞ DENEMESİ

    Bediüzzaman Said Nursî merhumun 1911 tarihinde, otuz beş yaşında iken Şam’da, oradaki âlimlerin ısrarı üzerine Emevî Camii’nde irat ettiği bir hutbe vardır, Hutbe-i Şâmiye. Hutbesinin zamane kamuoyunda büyük ses getirdiği, o günlerde Şam’da hem de bir hafta içinde iki defa basımının gerçekleşmiş olmasından anlaşılıyor. Bu kıymetli hutbenin, bilâhare Türkçe olarak neşredildiği de çoklarımızın malumlarıdır.

    Müellifin hutbenin bir yerinde “Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir” demesinin siyâkında “Kimin himmeti milletiyse, o tek başına bir millettir” cümlesini serdetmesi cây-ı dikkattir. Elbette Bediüzzaman’ın lügatinde millet, din demektir. Haddizâtında Arapça kökenli millet kelimesi de “din” ve “şeriat” anlamlarına geliyor. Millet-i İslam denildiğinde kastedilen İslam dini olmuş oluyor. Tabi ki Bediüzzaman’ın din kelimesinden anladığı da eski ve yeni İslamcıların kastettiklerinden çok daha farklıdır ve üzerinde durulası mahiyettedir. Evet, Said Nursî’nin terminolojisi düşünüldüğünde bu cümle aslında, “Kimin himmeti İslamiyet ise o tek başına bir ümmettir” anlamına gelmekte. Yani yüce dinimiz İslamiyet, mana ve muhteva buudları itibariyle öyle bir kapasiteye sahip ki; şahs-ı meneviyesinde mündemiç bütün bu sermayesini Müslüman ferde aktarabiliyor. Ümmet, şahısta tebellür ve teşahhus ediyor. Ümmet bir mümin, bir mümin de ümmet  gibi olabiliyor demektir.

    Bunun en müşahhas örneklerini peygamberlerin kutlu hayatlarında gözlemlemek mümkün… Kur’an-ı Kerîm’de Medyen halkına gönderildiği bildirilen peygamber, Hz. Şuayb aleyhisselâm da onlardan biri. 

    Onun isminin “şa‘b” (kabile, halk) veya “şi‘b” (vadi, yol) kelimesinin küçültme kipi (ism-i tasgîr) olduğuna dair görüşler bulunmaktadır (Kurtubî, VII, 248). Peygamber isimlerinin tasgîr kipinde gelmesi kimi âlimlerce uygun görülmemişse de (Âlûsî, VIII, 175), İbn Kuteybe (ö. 276/889) tarih ve ensâb ağırlıklı bilgiler içeren ansiklopedik eseri el-Maârif’de, “Allahım, beni, milletim  (şa‘bî) içinde mübarek kıl” diye dua ettiği için kendisine bu adın verildiğine dair bir rivayet nakleder (el-Maârif, s. 41). Ben, -şayet sahih ve sâbitse- o mübarek peygamberin duasını, “risâlet vazifemi içlerinde sürdürdüğüm ümmetim içinde beni mübarek kıl” diye anlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyim. Bu açıdan bakıldığında Hz. Şuayb’ın isminin mürtecel değil menkul olduğu aşikâr. Onun ismi, kendisinin davetçi olarak içinde yaşadığı toplumuyla olan kuvvetli bağını latîf bir tarzda ifade ediyor sanki. 
    Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine tebliğ ederken takındığı tatlı üslûp ve benimsediği güzel anlatımından dolayı “hatîbü’l-enbiyâ (peygamberlerin hatîbi)” diye nitelendirildiği bazı kaynaklarda nakledilen (Taberî, Târîh, I, 327; İbn Ebû Hâtim, VIII, 2814) Hz. Şuayb, Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde durduğu peygamberlerden. 11 yerde bizzat ismi geçiyor, birçok yerde de kendisine atıf yapılıyor. Giriş yapmaya çalıştığımız ıslah ahlâkı mevzuu açısından bakıldığında ise özellikle Hûd sûresinin 88. âyeti çok dikkat çekici. Bu âyette Onun Medyen halkına yaptığı irşad ve tebliğ, Kur’ânî çerçevede anlatırken “ıslâh” kavramı adeta bayraklaştırılıyor. Âyet mealen şöyledir: 
    “Şuayb şöyle dedi: “Ey kavmim! Söyleyin bakayım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızık vermişse! Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Tek istediğim gücüm yettiğince ıslah etmektir (sizi, vaziyeti düzeltmektir). Başarım ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben sadece ona tevekkül ettim ve sadece ona yöneliyorum.”       

    Görüldüğü üzere bir “peygamber” olarak Hz. Şuayb, Kur’ân-ı Kerîm’de ıslah ve tamir adına bir sembol olarak öne çıkarılmaktadır. O, tevhit akidesini içselleştirme ve temel insani değerleri benimseme hususlarında kâfi derecede aklî ve naklî delillere sahip bulunduğunu davet ettiği kavmine vurgulamaktan geri durmamıştı. Onların akıllarına hitap etmiş ve kendilerinin konuya bir de bu cihetten yaklaşmalarını salık vermişti. Allah tarafından kendisine verilen güzel rızkı hatırlatmıştı onlara. O rızıktan maksat geçimini deruhte edecek helâl mal mıydı? Yoksa bir insanın elde edebileceği en büyük pâye olan nübüvvet vazifesi miydi? Yoksa o ikisini birlikte mi kastetmişti? Böyle anlamak daha mahruti görünüyor… 

    Şuayb aleyhisselâm “Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir” derken de ıslah ahlâkı adına önemli bir ilkeye işaret ediyor: Tevekkül. İnandığı değerleri muhatap kitlesine irşat ve tebliğ ederken meşru olan her yol ve yöntemi deniyor, maddi-manevi bütün imkânlarını seferber ediyor, ıslah duygu ve düşüncesini kendi şahsında adeta ete-kemiğe büründürüyor. O kutlu yolda en küçük bıkkınlık ve usanma hâleti izhar etmiyor. Bütün bunları yaptıktan sonra, biricik Rabbine dayanıp, ona güvendiğini özellikle vurguluyor. Kıyamete kadar gelecek ıslah erleri için önemli bir değer sunuyor. Islah ahlâkının temel bir prensibi olarak objektif aksiyonerliği tesis ediyor. 
    Hz. Şuayb’ın Hûd sûresindeki bu söyleminden ıslah ahlâkına dair bir takım ilkeleri de yakalamak mümkün:

    1. Islahçı mümin için bilimselliğe dayanmak ve realite blokajından beslenmek son derece önemlidir. Bilginin ya Kur’an ve Sünnet-i sahîhaya dayanması ya da bu iki temel kaynaktan beslenmesi beklenir.

    2. Islahçı mümin, ıslah adına söylediklerini öncelikle kendi nefsinde yaşamalıdır. Nasihatleriyle çelişecek söz ve eylemlerden uzak durmalıdır. Özü ve sözü bir olmalıdır.  

    3. Islahçı mümin, her daim yapıcı olmalıdır, tamir düşüncesini esas kabul etmelidir.  Sulh ve selametin toplumun mabeyninde hâkim olması için elinden geldiğince çaba göstermelidir.

    4. Islahçı mümin, nihai başarının yalnız Allah’tan geldiğine bütün benliğiyle inanır. O’na dayanır, O’na sığınır. Sebeplere riayet etmekle birlikte neticeyi Rabbine havale eder. Yaşanan sarsıntıların muvakkat olduğunu bilir, kendisinde ve kitlesinde düş kırıklıklarının oluşmasına müsaade etmez. Sarsıntı esnasında ve sonrasında, bu defa ıslah duygu ve düşüncesi adına bakışını kendi özüne çevirir, ceht ve heyecanını yineler, vakit geçirmeden yeniden yola koyulur.

    Evet, Kur’ân’ın ısrarla üzerinde durduğu ve Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir gâye olarak bize takdim ettiği en önemli hususlardan biri, ıslah duygu ve düşüncesi. “Sulh”, “salâh”, “maslahat”, “salâhiyet”, “ıslah”, “taslîh”, “musalaha”, “ıstılah” ve “ıstıslah”; bütün bu kıymetli ve derinlikli kelimeler hep aynı kaynaktan çağlamakta, aynı mana köküne istinat etmekte ve benzer hedeflere matuf bulunmakta. Bütün bu kavramların gelip dayandığı nokta, “faydalı” ve “münasip” olma. Barış ve esenlik. Bir işin veya kişinin sağlam ve düzgün olması (İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 267)… 

    Diğer taraftan, sadece sa-le-ha köküne inildiğinde bile karşılaştığımız muhteşem lagavî hakikatler; “Arapça, edebî kapasitesi, ifade gücü, şiirselliği, ortografisi ve paleoğrafisinde yeterince gelişmişti. Allah Teâlâ diğer diller arasında onu seçmek suretiyle insanlığa büyük bir lütufta bulundu” diyen (Kur’ân Tarihi, s. 214) M. Mustafa el-‘Azamî’yi (ö. 2017) doğrular mahiyette.
    Islah ahlâkı üzerinde biraz daha duralım nasipse... 

    17 Nis 2019 10:31
    YAZARIN SON YAZILARI