Bir ev sohbetinden yansıyanlar

Ali Demirel

Ali Demirel

16 Kas 2018 11:16
  • Mutfaktan gelen nefis kek kokusu bütün odayı sarmıştı. Selman sabırsızlanmaya başlamıştı. 
    - Baba dedi, annem yine bütün sanatını döktürmüşe benziyor. Ne dersin?
    Orhan beyin yüzünde tatlı bir tebessüm belirmişti. Hafif bir baş hareketiyle oğlu Selman’ı onaylıyordu. Kısa bir zaman sonra anne Münevver Hanım elinde tepsi ile odaya girivermişti. Selman durur mu?
    - Anneciğim gel sen otur. Çayları ben getiririm, deyip mutfağa koştu.
    O gün, günlerden Cuma idi. Her cuma evde sohbet günüydü. Orhan Bey ve eşi Münevver Hanım evlendikleri günden itibaren cuma gününün akşamını evde ailecek sohbet ile değerlendiriyorlardı. Çocukları olduktan sonra da bu güzel adetlerini değiştirmemişlerdi.
    Selman elinde çay tepsisi ile gelirken bir yandan da kardeşi Seniha’yı çağırıyordu:
    - Seniha haydi seni bekliyoruz, sohbet başlamak üzere.

    Allah niçin bela ve musibetleri yaratıyor?

    Çaylar yudumlanmaya başlanmıştı Münevver Hanım’ın yaptığı leziz kek eşliğinde. Bu arada Seniha öne atıldı. Ders çalışmaktan yorgun düşmüş gözlerini babasına yönelterek şöyle dedi:
    - Babacığım, bu sefer sohbet konumuzu ben belirleyebilir miyim? 
    - Elbette kızım.
    - Şöyle bi etrafıma bakıyorum da her tarafta kötülükler var. İnsanlar suçsuz yere ölüyor. Zalimler mazlumları inim inim inletiyor. Dünyada sadece güzellikler olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Allah niçin bela ve musibetleri yaratıyor?
    Bu son cümleyi kurar kurmaz Münevver Hanım kaşlarını çatar gibi oldu ve kızına,
    - Kızım, o nasıl soru Allah aşkına öyle diye çıkıştı.
    Orhan Bey, 
    - Tamam hanım bırak sorsun sorusunu, deyip çayından bir yudum aldı ve o güleç yüzüyle konuşmaya başladı:
    - Seniha kızım, sen güneşi çok seversin di mi?
    - Evet baba. Nasıl sevmeyeyim ki güneş hayattır. Yaşam kaynağımızdır. Doğuşu, batışı, öğle vakti gözlerimi kamaştırışı, iliklerime işleyen sıcaklığı ona olan tutkumu her daim canlı tutmaya yetiyor. Hem şu sözünü de hiç unutmuyorum zaten baba: “Güneşi örnek al kendine kızım. Korkma batmaktan, yılma doğmaktan...”
    - Demek unutmadın bu sözü. O zaman sana güzel bir söz daha söyleyeyim: “Güneş her yere girer; fakat hiçbir yeri kirletmez.”
    Selman hemen söze girdi. Bir yandan kekini yiyor, öte yandan da konuşmaya çalışıyordu:
    - Aslan babam ya nerden buluyorsun bu güzel sözleri? 
    Orhan Bey, oğlu Selman’a göz ucuyla kitaplıktaki kitapları gösteriyordu. Selman, babasının biten çayını tazeleye dursun, Orhan Bey sözlerine devam ediyordu:
    - Bak kızım! Her tarafın güneşin ışığından geçilmediği bir yeryüzü düşünelim. Bu durumda bizim için ne güneş vardır, ne de aydınlık. Bu atmosferde, gerçekten bir güneşin ve onun da ışığının olduğunu anlamak istiyorsak, karanlık bir odaya girmemiz lazım. O zifiri karanlığa girip de oradan açtığımız deliklerden dışarıya bakarsak ışığın varlığından ve ışığın da güneşten geldiğine asla şüphemiz olmaz.
    Yani demem o ki şu dünya aslında bir karanlık oda gibidir. İyi ile kötü, hayır ile şer gibi zıtlıkların olması ile Allah’ın sonu olmayan ve eşsiz güzelliklerini algılama boyutundayız. Yoksa bu dünyada sadece güzellikler olsaydı, o zaman onlara güzel demek de söz konusu olmazdı. Etrafımızda kol gezen kötülükler, musibetler aslında bizim karanlık odamızı şekillendirir güzel kızım. Onlardan edindiğimiz tecrübelerle de güzelliğin, hayrın ve faydalı şeylerin kıymetini takdir edebiliriz. 

    Musibetler insanı Allah’a yaklaştırır

    - Yani şunu mu demek istiyorsun baba. Soğuk olmazsa sıcağın, hastalık olmazsa sağlığın, açlık olmazsa tokluğun, başarısızlık olmazsa başarının, kötülük olmazsa iyiliğin, fakirlik olmazsa zenginliğin ne önemi kalır?
    - Evet kızım aynen öyle. Düşünelim şimdi. Hayatı boyunca hiç hastalık çekmemiş birisi, sağlığının değerini, ağır bir hastalık geçirip iyileşmiş bir kişi kadar bilerek haline şükredebilir mi? Hiç açlık yaşamamış, hep en güzel yiyeceklerle beslenmiş olan bir kimse, tok olmanın değerini nasıl idrak edebilir? 
    Başına hiç musibet, bela veya hastalık gelmeyen bir insanın, hayatın değerini çok iyi bildiği ve hakkıyla şükrettiği söylenebilir mi? Her gün aynı yemeği yiyen bir insan, yediği en lezzetli yemek de olsa, bir gün gelir o yemekten bıkar. Oysa fakirlikten dolayı bir kuru ekmek ve çorbaya talim eden bir insan, önüne konan her lokmanın değerini bilir ve Rabbine hamd eder.
    Münevver Hanım, Orhan Bey konuşurken jest ve mimikleriyle katkıda bulunmak istiyor gibiydi. Orhan Bey bunu fark etmişti. 
    - Bir şey diyeceksin galiba hanım.
    - Evet sözünü kestim bey, kusura bakma. Musibet ve belaların başka bir faydasının da  insanı Allah’a yaklaştırması ve devamlı surette Yaratıcısı ile iletişim halinde tutmasıdır diye düşünüyorum. Hatırlıyor musun geçen sene kasık fıtığı ameliyatı olmuştum. Hani şikayet gibi olmasın ama Allah’ım neler çekmiştim neler. Ameliyattan sonra çok şükür iyileştim. Yaşadığım o sıkıntılı hastalık sürecinin beni Allah’a yakınlaştırdığına inanıyorum.
    - Evet canım. Ne güzel söyledin. Senin de ifade ettiğin gibi musibete maruz kalan bir mümin, aczini ve fakrını fark ederek Yaratıcısı’na sığınır. Kendisine, O’ndan başka gerçekten yardım edebilecek kimse olmadığını bilerek duayı, ağzından düşürmez ve bu şekilde Rabbine yakınlaşır. İbadetlerini daha içten ve ihlâsla yapar. Aynı zamanda günah ve kötü alışkanlıklardan da uzak durur. Dolayısıyla bu kısacık dünya hayatında, başına gelecek bela ve musibetle görünümlü bir hadise, o insanın sonsuz hayatının kurtulması için büyük bir vesile olur.

    Kalbini öğütle yaşat, hikmetle aydınlat!

    Hem başa gelen kötü olaylar, bir taraftan da insanın hayata daha iyimser ve huzurlu bir bakış açısı ile bakmasını da sağlar. Büyük bir hastalığı atlatmış olan bir kişi, çok küçük şeylerden mutlu olabilir. Ormandaki küçük bir serçe kuşunun ötüşünü duymak dahi onun içinde bir mutluluk kıvılcımı yakmaya yeter. Yaşadığı her an, sağlıklı şekilde aldığı her nefes için şükreder.
    - He şimdi daha iyi anlıyorum annemin en ufak şeylerden bile nasıl da mutlu olduğunu, dedi Selman. Herkes gülmeye başlamıştı. 
    Söze Orhan Bey girdi:
    - Annen hep öyleydi zaten oğlum. Bakıyorum da hemen bi hikmet arayışına giriyorsun.
    - Baba sen hep demez misin, kalbini öğütle yaşat, hikmetle aydınlat diye. Ne yapalım baba sözü dinliyoruz.
    Münevver Hanım taşı gediğine koymak üzereydi:
    - Keşke babanın her sözünü dinlesen Selman!
    Yine gülüşmeler başlamıştı evin içinde. 
    - Aşk olsun anne deyivermişti Selman. Ben sizin sözünüzü dinlemiyor muyum yani! 
    - Şaka şaka dedi annesi. Orhan Bey tam sözlerine devam etmek üzereydi ki Selman yine öne atıldı:
    - Bi dakka baba. Hikmet demişken, insanın maruz kaldığı musibet ve belaların hikmet yönü üzerinde de durabilir misin? 
    - Ben de tam oraya geliyordum zaten Selman. İsabet oldu. Hayatımız boyunca başımıza gelen musibet ve belaların elbette bir de hikmet yönü var. O anda bize musibet gibi görünen bir durumun, biraz zaman geçtikten sonra aslında nasıl bir hikmete ve hayra vesile olduğunu görebiliriz. 
    Bunu bir misal ile izah etmeye çalışalım isterseniz. Mesela Allah korusun çocuğu hasta olan bir anne ve baba farz edelim. Doktorlar diyorlar ki çocuğun sağlığına kavuşabilmesi için ameliyat olması şart. Böylesi bir durumda ne yapılır? Elbette hemen tedavi için gerekli işlemler tereddütsüz yapılmaya başlanır. Ameliyat günü geldiğinde de çocuk ameliyata hazırlanır ve doktorlara teslim edilir. Şimdi, söz konusunu ameliyatın dışarıdan anne ve babasına da ekranda canlı olarak gösterildiğini düşünelim. Bu durumda tepkileri ne olur acaba? Mesela şöyle mi derler sizce:

    - Bu doktorlar çocuğumuzu kesip biçiyorlar. Bunları mahkemeye verelim. Ameliyattan sonra da doktorları azarlayıp üzerlerine yürüyelim! 
    Bunun mümkün olmadığını biliriz değil mi? Çünkü biz, doktorların zâlim değil, tedavi edici birileri olduklarını bilir, sabırla neticeyi bekleriz. Hatta ameliyattan sonra doktorlara çok çok teşekkür eder, daha sonraki günlerde çiçek ve hediyelerle onlara şükranlarımızı sunarız.

    En büyük musibetleri peygamberler yaşıyor

    Aynen bunun gibi bizim manevi yönümüzü oluşturan cihazlarımız da günahlarla, gafletlerle, belki de bizleri türlü türlü günahlara götürecek davranışlarla kronik hastalıklara uğramışlardır. Onların tedavisinin yapılması için gerekli titizliği her zaman göstermiş olamayabiliriz. Bu gibi durumlarda ise işte tabiplerin tabibi devreye girer. Bizim adımıza bizim hakkımızda ebedî güzelliklerin ortaya çıkmasına vesile olacak açıktan ameliyata başlar. 
    İşte bu ameliyatın şeklini, süresini ve kullanılacak malzemeleri de O hakiki doktor olan Allah karar verir. Doktora isyan etmeyip itimat eden bizlerin, Allah’a itimat etmemesi mümkün olmadığına göre hastalıklarla, çaresizliklerle, türlü türlü musibetlerle tedavi olan ve ebedî âlemde sürekli kullanacağımız o cihazlarımızın getireceği ve belki de getirdiği güzellikler adedince Allah’a şükranlarımızı ve ibadetlerimizi arz etmemiz gerekmez mi?
    - Elbette baba dedi Seniha. O’na kâinatın zerreleri adedince hamd ü sena olsun. Baba şu açıklamalarından sonra aklıma geldi de başımıza gelen hastalık, kaza vb. musibetlerin çok önemli bir yönü de Allah’a olan imanımız ölçüsünde, işlediğimiz günahlara birer kefaret olmalarıdır diyebilir miyiz? Ne dersin?
    - Elbette diyebiliriz. Hatta demeliyiz. Zira Rabbimiz, bazı sevdiği kullarının hesabını ahirete bırakmayıp bu dünyada görmek için onlara bazı musibetler tattırabilir. Bu tür musibetler başa geldiği anda üzüntü ve kedere yol açsa da gerçek dünyamız açısından, büyük hayırlara vesile olacağından, aslında bunlar birer musibet değil nimettir. 
    Bu açıdan bakıldığında, maruz kalınan bela ve musibetler Rabbimizin şefkat tokatları olarak yorumlanabilir. Şefkat dolu bir anne, nasıl çok sevdiği evladının hastalıktan kurtulması için iğne olmasına ve biraz canının acımasına göz yumuyorsa, Yüce Allah da sevdiği kullarının biraz acılar çekerek dünya kiri ve manevi hastalıklardan kurtulmalarına göz yumabilir. Çocuğa doktor tarafından yapılan iğne, o anda biraz canını acıtsa da hastalığını iyileştirerek, aslında büyük bir hayra vesile olur. Bu nedenle, maruz kaldığımız, şer gibi gözüken olaylara isyan ederek, ağlamak yerine bunların arkasında bulunabilecek hikmet perdelerini düşünmeli ve Allah’a sığınmalıyız.
    Tarihe bakıldığında, en büyük musibetlerin öncelikle peygamberler ve sırasıyla veliler ve Allah dostlarının başına gelmiş olduğunu görüyoruz. Hz. Musa’nın, Hz Yusuf’un, Hz Eyyub’un, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in ve gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin çektiği musibet ve sıkıntılar tarihe mal olmuştur. Allah dostları ve veliler, musibetleri Allah’ın kendileriyle yakından ilgilenmesi olarak yorumlamışlar ve şikâyet şöyle dursun, bunlar için Rabblerine şükretmişlerdir. Onlar için musibete karşı gösterilen sabır Rabblerine yakınlaşmaları için en büyük vesilesidir. Hatta bir kaç gün başlarına bir musibet gelmediğinde üzülerek “Acaba Rabbimiz bizi unuttu mu?” şeklinde düşüncelere kapılanlar da olmuştur. 
    Bu arada Münevver Hanım meyve tabaklarını getirmişti. Vakit de epey ilerlemişti. Orhan Bey usulca başını kaldırıp duvardaki saate baktıktan sonra şöyle dedi:
    - Bu akşamlık bu kadar yeter. Meyvelerimizi yedikten sonra yatsıyı kılalım cemaatle. Haftaya kaldığımız yerden devam ederiz inşallah...


    TWİTTER : @aliihsandemirel

    16 Kas 2018 11:16
    YAZARIN SON YAZILARI