Efendimiz’in Mısır’lı eşi Hz. Mâriye annemiz

Ali Demirel

Ali Demirel

14 Ara 2018 10:40

  • Hz. Mâriye annemiz, yukarı Mısır’da Nil nehrinin doğu kısmında Hafn köyünde dünyaya gelir. Babası Şem’ûn adında Mısırlı bir Kıptî, annesi ise Rum asıllı bir Hıristiyan’dır. Hayatı gençlik yıllarına kadar bu köyde geçer. Gençlik çağına geldiğinde kendini kız kardeşi Sîrîn ile birlikte İskenderiye kralının sarayındaki hizmetçileri arasında bulur.
    Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra hicretin yedinci yılında birçok kral, din adamı ve kabile reisine mektup göndererek onları İslam’a davet eder. Bu amaçla Hz. Hâtib b. Beltea’yı da Bizans’ın İskenderiye valisi ve Mısır Mukavkısı olan Cüreyc b. Mînâ’ya gönderir. Saraya varınca yetkililer onu kralla görüşürler. Hükümdar, onu çok iyi karşılar. 
    Geri dönerken Allah Resûlü’nün mektubuna cevap yazar. Efendimiz’e bin miskal altın, yumuşak kumaştan yapılmış yirmi elbise, Mâriye ve Sîrîn isminde iki kız kardeş, Mabûr isminde yaşlı bir köle, Yafûr adında bir merkep, Düldül adı verilen beyaz bir katır ve güzel cam bir bardak hediye eder. (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, 6)
    Çok geçmeden Hz. Hâtib yanındakilerle beraber yola koyulurlar. Mâriye ve Sîrîn vatanlarından ayrılmanın verdiği acı ile gözyaşlarını tutamazlar. Hz. Hâtib, onların ayrılık acısıyla duydukları ızdırabı anlayış¬la karşılar. Yol boyunca onlara Arap ülkelerinin köklü tarihinden bahseder. Asırlar boyu zaman mefhumunun Mekke ve Hicaz etrafında ördüğü kıssaları, mitolojik olayları anlatır. 
    Sonra sözü döndürüp Efendimiz’e getirir. Onlara İslam’ı ve Allah Resulü’nü anlatır. İki genç kızın kalbi İslam’a ve onun şerefli Peygamberine açılır. Anlatılanlardan etkilenen hanımlar Müslüman olurlar. Mabûr ise hemen Müslüman olmayıp Medine’de Allah Resûlü’nü ve Müslümanları görünce iman eder.
    Hz. Hâtib b. Ebî Beltea, Medine’ye dönünce mektubu ve hediyeleri Allah Resûlü’ne takdim eder. Efendimiz, Mâriye ile Sîrîn’i Ümmü Süleym’in evinde konuk eder. Bir süre sonra Sîrîn’i şair sahabilerden Hz. Hassân b. Sâbit’le evlendirir. Hz. Mâriye ile de kendileri nikahlanır.

    Bu evlilikteki hikmet
    Efendimiz’in Hz. Mâriye ile evlendiğini duyan Mısırlılar buna çok sevinirler. Nasıl sevinmesinler ki İnsanlığın İftihar Tablosu onların enişteleri olmuştur.
    Nitekim Allah Resûlü, “Kıptîlere mâlik olduğunuzda onlara iyi davranın. Çünkü onlarla benim aramda akrabalık ve zimmet hukuku vardır.” (Taberî, Târîh 4/268) buyurur ve, “Mısır Kıptîleri konusunda Allah’tan korkun. Zira günün birinde siz onlara karşı zafer kazanacaksınız ve hiç şüpheniz olmasın ki o gün onlar, sizin Allah yolundaki yardımcı ve destekçileriniz olacaktır.” demek suretiyle daha o günden geleceğin temellerini atar.
    Daha sonraları Mısır, Müslümanlar tarafından fethedildiğinde, Resûlullah’ın bu akrabalığı etkisini gösterir. Bu fetih sırasında Bizanslılarla savaşan Müslümanlara karşı Mısırlılar tarafsız kalarak destek verirler.

    Hz. Mâriye anne oluyor
    İlerleyen günlerde Hz. Mâriye annemiz, hamile kalır. Doğum günleri yaklaşınca Allah Resûlü Ebu Râfi’nin eşi Selma Hatun’a Hz. Mâriye ile ilgilenmesini söyler. Günler akıp giderken Allah Resûlü bir sabah sahabilerine:
    - Bu gece bir çocuğum oldu. Ona atam İbrahim’in ismini verdim, buyurur.
    Efendimiz’in buyurduğu gibi Hz. Mâriye o gece sabaha yakın sancılanmaya başlar. Kendisine ebelik yapan Selma Hatun hicretin sekizinci yılı Zilhicce ayında doğum yaptırır. Efendimiz’in nur topu gibi bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Doğum işlemleri bitince Selma Hatun sevinçle evden çıkıp eşinin yanına koşar.
    - Allah Resûlü’nün bir oğlu oldu! diyerek bu müjdeyi Efendiler Efendisi’ne iletmesin ister. Oradan ayrılan Ebu Râfi soluk soluğa Efendimiz’in yanına gider.
    - Yâ Resûlallah! Müjde bir oğlunuz oldu, der. Efendimiz, eşi Hz. Mâriye’nin yanına gider. Eve girince ilk olarak onu tebrik eder. Sonra oğlunu kucağına alır. Öpüp okşayarak sever. Doğumunun yedinci günü, berberi Ebû Hind’e oğlunun saçını tıraş etmesini ister. Saçın ağırlığınca gümüş parayı fakirlere sadaka olarak dağıtır. Sonra akika kurbanı olarak iki koç kestirip dağıtır. Sevgili oğluna İbrâhim adını verir. (İbn Abdilberr, İstîab, 4/1912)
    Araplarda çocuğun sütanneye verilmesi âdetti. Durumu bilen anneler Allah Resûlü’nün sevgili oğlu İbrahim’in sütannesi olmak için birbirleriyle âdeta yarışa girerler. Bu yarışta ön saflarda olan Hz. Havle binti Münzîr (Ümmü Bürde) Allah Resûlü’nün kapısını çalmakta erken davrananlardandır.
    - Yâ Resûlallah! Müsaade buyurursan İbrahim’i oğlumla birlikte ben emzireyim, diye ricada bulunur. Allah Resûlü:
    - Olur, buyurarak oğlu İbrahim’i süt emmesi için ona verir. Aile İbrahim’e gözleri gibi bakar. Hz. Mâriye oğlunu özlediği zaman gidip görür, bağrına basarak hasret giderir.

    Acı gün
    Küçük İbrahim’in doğumunun üzerinden henüz 16-18 ay geçmiştir. İbrahim hastalanmıştır. Efendimiz, Mescid-i Nebevî’de oturduğu bir gün oğlu İbrahim’in hastalığının ilerlediği haberini alır. Allah Resûlü yanında bulunan Hz. Abdurrahman b. Avf ve birkaç sahabe ile birlikte oğlu İbrahim’i görmeye gider. Eve gidip oğlunu kucağına alınca İbrahim’in vefat etmek üzere olduğunu görür. Onu büyük bir şefkatle bağrına basar. Bu halde Efendimiz’in kucağında ruhunu teslim eder. Allah Resulü, bu sırada sessizce gözyaşı döküyordur.
    Resûlullah’ın gözlerinden süzülen yaşlara muttali olan bir sahâbî:
    - Yâ Resûlullah, der. “Sen de mi ağlıyorsun? Hâlbuki sen, ölünün arkasından ağlamayı yasaklamamış mıydın!?”
    Efendimiz, o sahâbînin şahsında herkese ders niteliğinde şu hakikati ifade eder: 
    - Şüphesiz ki göz, yaş döker, kalb de mahzun olur. Biz, Yüce Rabbimiz’in râzı olacağından başka bir şey söylemeyiz. Benim yasakladığım şey, üst baş yırtarak ve cahiliyye günlerinde olduğu gibi ölünün arkasından feryâd ü figân ederek ortalığı velveleye vermektir.
    Daha sonra da yıkanıp kefenlenen ve namazı kılınan küçük İbrahim’i alır ve Cennetü’l-Bakî’ye götürüp Hz. Osman İbn-i Maz’ûn’un yanına emanet eder. Defin işi bittikten sonra ashâbından su ister ve onu, oğlu İbrahim’in mezarının üzerine serper.
    Bu arada biricik yavrusunu kaybeden Hz. Mâriye’nın gözyaşı bir türlü dinmiyordu. Cenaze hazırlıkları yapılırken durmaksızın ağlar. Cenaze namazından sonra gözyaşları içinde kabristana gider. Son yolculuğunda oğlunun yakınında olur. Oğlu İbrahim’i dualarla cennete uğurlar. (Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, 1/542)
    Aynı gün Medîne’de güneş tutulması olur ve:
    - İbrahim’in vefatından dolayı güneş tutuldu, diyenler çıkar. Allah Resulü bu haber kulağına ulaşır ulaşmaz minbere çıkar ve:
    - Ey insanlar, diye seslenir. “Şüphe yok ki güneş ve ay, Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Ne birisinin doğumu ne de ölümünden dolayı tutulurlar. Güneş ve ay tutulmasına şahit olduğunuz zaman hemen mescitlere koşun ve bu hâl geçip de açılıncaya kadar Allah’a dua edip namaz kılın!”
    Allah Resûlü’nden sonra fazla yaşamayan Hz. Mâriye annemiz, Efendimiz’in vefatından yaklaşık 5 yıl sonra vefat eder. Cenazesini duyan insanlar dönemin halifesi Hz. Ömer’in de teşviki ile akın akın mescide koşarlar. Büyük bir kalabalık toplanır. Hz. Ömer cenaze namazını bizzat kıldırır. Sonra Bakî’ kabristanına defnedilir. (İbn Sa'd, Tabakât, 8/216)

    BİR SORU-BİR CEVAP
    “İman hem nurdur, hem kuvvettir” ne demek? 
    Soru: “Bediüzzaman Hazretleri’ne ait, “İman hem nurdur, hem kuvvettir.” sözünü açıklayabilir misiniz? Bu cümle bize hangi hakikatleri anlatıyor?” Arzu H.
    Evet Üstad Hazretleri ne güzel buyurmuş: İman hem nurdur, hem kuvvettir.
    İman nurdur; çünkü nasıl ki, sağlam bir yapıya sahip göz, yeteri kadar ışıkla buluştuğunda maddi dünyamızı aydınlatır. Duru bir gönül ile birleşen iman da manevi dünyamızın aydınlatıcısıdır. 
    Baş gözü dünyayı, kalb gözü hakikati görür. Göze lazım olan kozmik ışık, kalbe gerekli olan imanın nurudur. Nursuz kaldıklarında ikisi de göremiyor. Gözün görme kusurlarından salim olması, kalbin de manevi hastalıklardan beri olması gerekir. Eğer zaten bu hastalıklardan birisi veya bir kaçı mevcutsa, mutlaka tedavi edilmeleri şarttır.
    Işığın derecesine göre görme netleşir. İman ve marifetin derecesine göre de basiret netleşir, eşyanın hakikati görülmeye ve anlaşılmaya başlar. Günah ve gafletle perdelenen gözler, hiçbir şeyi olduğu gibi göremezler. Zayıf iman, ateş böcekleri gibi kendini gösterse bile görücü ve gösterici olamaz. 
    O’na güven, O’na dayan!
    İman kuvvettir; çünkü kendi gücüne dayanan kendisi kadar, O’nun gücüne dayanan ise onu hissedebildiği ölçüde kendini güçlü hisseder. Bu durum özgüven tabiriyle ifade edilen halin yokluğu demek değildir. Allah’a güvenmek kesinlikle kendine güvensizlik değil, bilakis Allah’tan dolayı güvensizliğin yok olması halini ifade eder. 
    Bizim sandığımız güç de aslında O’nundur. Bizim talebimiz bile söz konusu değilken bize bahşedilmiştir. Onu arttırmak elimizde değildir. Bu gerçeğin farkında olan insan artık kendisine değil, her zaman O’na güvenir/güvenmeli: 
    “Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse olamaz. Şayet o sizi yardımsız bırakırsa, artık O’ndan sonra kim size yardım edebilir ki? Öyleyse müminler yalnız Allah’a güvenmelidirler.” (Âl-i İmran, 3/160)
    Tıpkı kendisine nemalanma imkânı verilmeyen tohum gibi o da bir süre sonra inanma istidadını tamamen kaybedebilir ve çürüyebilir. İman çekirdek ve tohum, İslam ağaç, ahlak da meyve gibidir. Hep çekirdek halinde kalan iman ağaç olamadığı gibi meyve de veremez.
    Rabbimiz cümlemize kamil manada iman nasip eylesin...

    ÖRNEK HAYATLAR
    Sadelik ve samimiyet O’nun ayrılmaz bir parçasıydı
    Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bütün insanlık için örnek bir hayat yaşamıştı. Hayatında iki önemli esas vardı: Sadelik ve samimiyet. 
    Devlet başkanı olmasına rağmen, bir kral gibi değil de halktan biri gibi yaşamıştı. Bu onun bilinçli tercihiydi. Sahabeden Hz. Ebû Hüreyre ve Hz. İbn Abbâs anlatıyorlar:
    “Bir gün Cebrail (a.s.) Allah Resûlü’nün (s.a.s.) yanına gelip oturdu. Cebrail’in konuşma sırasında gözü hep semada idi. O sırada yanlarına gökten bir melek indi. Meleği takdim eden Cebrail (a.s):
    - Bu, bu güne kadar yeryüzüne inmeyen bir melektir. Size bir mesaj getirmek için indi, dedi. Melek:
    - Allah, beni size gönderdi. Size kul peygamber mi yoksa kral peygamber mi olmak istediğini sormamı istedi, dedi. 
    - Kul peygamber olmayı tercih ediyorum! diyen Efendimiz, tercihini açıkça belli etti. Bu olaydan sonra kulluğunu daha belirgin şekilde gösteren Efendimiz, Rabbine ulaşıncaya kadar bir yere yaslanarak (Arap toplumunda kibir/büyüklenme işareti sayılır.) yemek yemedi.” (Tirmizî, Şemâil, 140)
    Sade bir hayat yaşıyordu
    Sahabeden Hz. Abdullah b. Büsr anlatıyor:
    “Bir keresinde Allah Resûlü’ne (s.a.s.) bir miktar koyun eti ikram ettim. Dizleri üzerine çökerek yemeye başladı. Orada bulunun bir bedevi, onu bu durumunu şaşkınlık içinde izledi. Sonunda dayanamadı:
    - Nasıl oturuyorsun? diyerek hayretini dışa vurdu. Efendimiz:
    - Şüphesiz Allah beni zorba ve kibirli biri değil mütevazı ve kerem sahibi bir kul olarak yarattı, diye cevap verdi.” (İbn Mâce, Etime 6)
    Seçimini yeri geldikçe ifade eden Allah Resûlü (s.a.s.) “Ben köleler gibi oturarak yemek yiyen bir kulum!” buyurur, yere oturarak yemek yerdi. (Tirmizî, Şemâil, 133) 
    Hiç bir ayrım yapmadan tüm ihtiyaç sahiplerinin sorununu çözmek için koşar, bir meclise girdiğinde sahabilerin ayağı kalkmasını istemez: “Acem yöneticilerinin birbirlerini tazim ederek ayağı kalktığı gibi kalkmayın!” buyururdu. (İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-eser, 2/402)
    Hayatı boyunca sade bir hayat yaşamayı tercih eden Peygamber Efendimiz, Mekke döneminde kendisine defalarca yapılan makam ve servet gibi dünyevî vaadleri her seferinde reddetmişti. Uzak kaldığı bu hususlardan, ailesinin ve çocuklarının da beri olmasını sağlamıştı. 
    Zaferler başını döndürmedi
    Gerek zekât ve sadakanın yasak olduğu aile efradına bakıldığında, gerekse, kendisine bir kolye takma izni bile verilmeyen kızı Fatıma’ya bakıldığında onun bu hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır. 
    Medine döneminde de elde ettiği çeşitli muvaffakiyetler, zaferler ve malî imkânlardan sonra hiç değişmemesi, O’nun yüce ve yüksek ahlâkının doğruluk derecesini gösterir. Zaten büyük zafer ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi, vazifesini başladığı gibi bitirmesi, peygamberliğinin en parlak delillerinden birisi değil mi?
    Bütün ümmete O’nun (s.a.s.) izinde iman ve Kur’an dolu bereketli bir hayat duasıyla...


    14 Ara 2018 10:40
    YAZARIN SON YAZILARI