Hayatın en büyük gerçeği : Ölüm ve ötesi

Ali Demirel

Ali Demirel

10 Oca 2019 16:15
  • Bu dünyada niçin bulunuyoruz?

    Bir zaman hayatta yoktuk. Bir gün gelecek daha tadı damağımızdayken bu tatlı hayatımızı da terk edip gideceğiz. Buraya kendi arzumuzla gelmedik, kendi arzumuzla da gitmiyoruz
    Peki, bizi bu dünyaya kim getirdi? Niçin getirdi? Bizden neler istiyor? Niçin bizi burada bırakmayıp başka bir yere gönderiyor? 
    Bizi en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatıp bu dünyaya gönderen hiç şüphe yok ki Rabbimiz’dir. Bu dünyayı daima dolup boşalan bir han, bir misafirhane, gelip geçenlerin kısa bir süre kaldıkları bir konak yapmış. Bizleri de birer misafir. Bizi son¬suzluk yurduna sevk ediyor. Ve bizi sonsuz saadeti kazanmak için buraya göndermiş.
    Dünyayı ebedi kalınacak bir yurt olarak değil, kısa bir süre konaklanıp gidilen bir misafirhane şeklinde görüp ona göre hareket eden o sonsuz saadete hak kazanacak.
    Evet, burada birer misafiriz. Buradan diğer bir âleme gi¬deceğiz. Yunus Emre’nin dediği gibi, 
    “Bu dünyaya gelen kişi âhir yine gitse gerek,
    Misafirdir vatanında bir gün sefer etse gerek.”
    Dünya ve dünya hayatı denilince ilk akla gelen onun bir imtihan sahası olduğudur. Dünyanın bu yönünü anlatan âyetlerden birisinde Rabbimiz şöyle buyurur: “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için, ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
    Bu âyet, ölüm ve hayatın niçin var edildiğini ifade eder. Âyet, normalde yaratılma kelimelerinin kendilerine pek nispet edilmediği hayatı ve ölümü mahluk olarak anlatır. Âhirette her insana bir hayat daha verilecek, ölüm ise öldürülecektir. Yani artık imtihan süreci bahis mevzuu olmayacağından ölüme de gerek kalmayacaktır. 
    İnsan için hayat, dünyayı yaşamanın başlangıcı, ölüm de bu hayatın bitişidir. Ve her şey gibi onlar da Yüce Allah tarafından yaratılmıştır. 
    Hayat ve ölüm adlı iki nokta arasında kalan insanlar da imtihana tâbi tutulmaktadırlar. Ölüm ve hayat, Yüce Allah’ın ilminde gizli bulunan insanların davranışlarının ortaya çıkması, böylece onların yaptıkları amellere göre karşılık almaları amacına dönük bir imtihan aracı olmaktadır.
    Dünya bazıları için asıl hedefe ulaştıran bir vasıta, bazı insanlar için ise esas gaye olmaktadır. İmam Gazzâlî Hazretleri bu hususu akla yaklaştırmak için şu misali verir:
    Dünya, insanı âhirete götüren bir vasıta ve binektir. Bu bineği maksat hâline getirip ona hizmet edenler, hacca giderken yolda maksat ve hedefini unutan ve bir ağaç gölgesine sığınıp orada devesine hizmet etmeye başlayan ve bunu kendisine iş, zevk ve eğlence hâline getiren kimse gibidirler. 
    Maksat ve hedefini bilen bir kimse ise devenin kendisini ve eşyasını taşıyabilmesi için ona zaruret miktarı yem verir. Fakat ne durur ne de deveye hizmetçi hâline gelir. O, deveye yem verirken bile hac zikirlerini okur, varacağı kutsal yeri düşünür ve bunun heyecanını duyar. (Gazzâlî, İhya, 4/ 277)
    Evet, dünya bir imtihan meydanı, hayat ve ölüm arasındaki insan da bu meydanda kabiliyetlerini en iyi şekilde kullanmak suretiyle bu imtihanı kazanmak veya yeteneklerini ortaya koymadığından ötürü kaybetmek durumundaki bir yarışçı gibidir.

    Ölüm nedir?
    Ölüm, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. Ölüm, ruhun bedenden ayrılması ve bir âlemden diğerine geçişidir. Bu anlamda o, asla yok olma değildir. 
    Her canlı için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Ölüm, bir meyvenin dalından kopması gibi canlıların, dünya denilen bu fânî hayattan kopup burada kendilerine tahsis edilen ömürlerini ve görevlerini tamamlayarak ebedî ve gerçek hayata, aslî vatanlarına dönmeleridir. 
    Bunda bütün canlılar eşittir. Makam-mevki, kadın-erkek, güzel-çirkin, zengin-fakir hiçbir ayrım yoktur. Bir gün herkes geçici hayattan koparak ölecek ve geldiği yere dönecektir.
    Zira dünya, ebedî kalmak için değil bir görevi ifâ etmek ve hedefli yaşamak maksadıyla geldiğimiz bir misafirhanedir. Bir gün gelecek, yerküremiz de ömrünü tamamlayıp aslına dönecektir. Çünkü Allah’tan başka her varlık fânîdir. (Rahmân, 55/26)
    Ölen ruh değil, bedendir. İnsan, asıl olarak ruh demektir. Beden onun evi-hânesi, elbisesi hükmündedir. Elbisenin değişmesi, parçalanması ve yok olmasıyla kişinin varlığına bir zarar gelmez. Dünyada bize bu bedeni giydiren Rabbimiz, bizi bu âlemden göç ettirdiğinde de ruhumuzu bu elbiseden ayırmakta, bu evden çıkarmaktadır. Berzah sonrası yeniden diriltildiğimizde ruhlara o âleme uygun bedenler verilecektir.
    Bu nedenle ölüm; yokluk, hiçlik, bitiş ve ebedî bir uyku değil bir varoluştur. Aynen bir tohum gibi yerin altına girer; fakat belirlenen vakit gelince, bir sümbül olarak ortaya çıkar. Ölüm, bir hiç hükmünde olan bu dünyadan her şeyin sahibi olan Allah’a yürüyüştür. Hz. Ali’nin (radıyallahu anh) ifâdesiyle, “İnsanlar hayattayken uykuda gibidirler. Ölünce uyanır, kendilerine gelirler.” (Aclûnî, Keşf’ül-Hafâ, 2/414) 
    Ölüm bir son değil, başlangıçtır. Ölüm bir uyku değil, uyanıştır. Bu dünya tıpkı bir uyku, bir rüyâdır; ölümle uyanılır. Aslında insanın anavatanı, aslî vatanı cennettir. Dünya hayatı bir yönüyle oyun ve eğlenceden ibârettir. Asıl yurt âhirettir. 
    Yüce Beyan değişik vesilelerle bu hakikati haykırır: “Bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir; ebedî âhiret diyarı ise hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebût, 29/64). 
    Oraya kıyasla bu dünya bir zindan sayılır. Resûl-i Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ebû Zer’e (radıyallahu anh) buyurduğu gibi, dünya mümin için bir zindandır. (Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 14) Ölüm, bir anlamda istirahate çekiliştir. Zira insan yıllarca bu dünyanın yükünü çekmekle yorulmuştur. Ölümle o yükü sırtından atar ve rahatlar.
    Hadis olarak rivayet edilen bir söze göre ölüm, “Müminlere armağandır.” (Aclûnî, Keşf’ül-Hafâ, 1/352) Ölen, bu dünya zindanından kurtularak hediyeyi kazanmış olur. 

    Ölümden korkmalı mı?

    Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden yoksun olan bir kimse, ölümden korkar, etrafındaki insanların ölümleriyle ürperir ve feryad u figan eder. Bu korkunun gerçek sebebi ölümün mâhiyetinin bilinmemesi, insanın emellerine engel olması ve ölümün onu zâhiren sevdiklerinden ayırmasıdır. 
    Mana büyüklerinin kimisi ölümden tir tir titrer, kimisi ise onu bir düğün gecesi gibi bekler. Ancak bu tür sözler, onların o anda içinde bulunmuş oldukları bir hâlin ifadesidir. 
    Mesela Hak dostlarından Fudayl b. İyâz şöyle der: “Şayet sen ölümden korktuğunu söylersen, ben bu söze inanmam. Gerçekten ölümden korksaydın, sana ne yemek ne içmek kâr etmezdi!” 
    Yunus Emre Hazretleri, “Ölümden ne korkarsın; korkma ebedî varsın.” der ama iman ve imanın getirmiş olduğu kazanımlardan istifade etmeden insanlığın bu korkuyu aşması zordur. Çünkü insan kendine elem ve keder veren şeyden korkar.
    Ölüm, lezzetleri acılaştırması, dostları ayırması vb. sebeplerle korku kaynağıdır. Öldükten sonra başa neler geleceğini kestirememek, beden çürüyüp yok olduktan sonra kişilik ve benliğin tamamen hiçliğe kavuşacağını zannetmek, öldükten sonra nereye gideceğini bilememek, arkada kalacak mal/miras üzerine üzüntü duymak, ölüm korkusunun başlıca sebeplerindendir.
    Ölüm korkusunun ilacı Kur’an’ın getirdiği ebedî saadet formülünde gizlidir. İnsan ölümle, en fazla sevdiği varlığını/ruhunu her şeyin sahibine emanet ettiği düşüncesine sahip olur. Ruh, Allah’ın vazifeli elçilerinin emin ellerinde, yüce ve mükemmel bir âleme götürülecektir. O halde korkuya gerek yok. Ölüm korkusu aslında hayatımızdaki birtakım aşırılıkları dengelemek için gereklidir. 
    İnsandaki bütün duygular gibi ölüm korkusu da itidal çizgide bulunduğu zaman faydalıdır. Ölüm korkusu olmasaydı, sosyal düzeni sağlamak, kötü niyetli insanların cemiyette anarşi çıkarmasını engellemek mümkün olmazdı. Bu korkuyu insanın çevreyle intibakına zarar vermeyecek bir seviyede tutmanın yolu, akl-ı selim ve doğru dinî inançlardır.

    İnsan, niçin ölümü düşünmek istemez?

    Mutlaka herkes ölecek. Düşünecek olursak, yüz yıl sonra şu anda yaşayan insanların tamamına yakını dünyada olmayacaktır. İnsan, ölümü düşünmek istemez. Bu mutlak sonun kendi başına da geleceğini aklına getirmez. İnsanlar, düşünülmediği sürece ölümle karşılaşılmayacağı gibi bâtıl bir inanç geliştirmişlerdir. Ölümle ilgili konu açan bir kişi hemen “şom ağızlı” olarak nitelenir ve bu konu hemen “Ağzından yel alsın!” gibi manasız sözlerle kapattırılır. 
    Hâlbuki ölümden söz eden biri, isteyerek-istemeyerek, Allah’ın çok büyük bir mucizesini hatırlatmakta ve insanların üzerindeki kalın gaflet perdesini az da olsa aralamaktadır. İnsan, gafleti bir yaşam biçimi hâline getirmişse, kendisini rahatsız eden bu tür gerçeklerin aklına gelmesiyle, gafletinin zedelemesinden huzursuz olur. 
    Oysa ölümü düşünmekten kaçanlara, ölümle karşılaşıldığında sıkıntı da o kadar dehşetli olur. Dünyada gaflet ne kadar büyükse ölüm ânında ve kıyamet gününde de sıkıntı o derece büyük olur.
    Zamanın ilerlemesine rağmen kendini yaşlanmaya ve ölüme karşı koruyabilmiş tek bir insan yoktur. Çünkü insan kendi bedeninin ve hayatının gerçek sahibi değil. Yaşama karar verip hayatını kendisinin başlatmamış oluşu ve hayatını bitiren ölüme müdahale edemeyişi bunun açık bir göstergesi. Hayatın sahibi, onu verendir. Ve O, dilediği zamanda onu geri alır.
    Ebedî hayata geçiş ölümle olur. Öyleyse bize verilen bu ömür süresince bizden istenen ve bekleneni iyi anlayıp Allah’a yakınlaşmalı ve sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Akıl ve şuur sahibi olarak yaratılmış, varlıkların çoğunluğu üzerinde tasarruf yetkisine sahip kılınan insandan beklenen, ölüme karşı ilgisiz kalmamasıdır.
    İlk insandan bu yana milyonlarca insan yaşamış, bu insanların hepsi de istisnasız ölümü tatmışlardır. Bu, şu anda yaşamakta olanların da başlarına gelecek olan kesin ve kaçınılmaz bir sondur: “Siz evlerinizde dahi olsaydınız haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı.” (Âl-i İmrân, 3/154); “Vakti geldiğinde ölüm sekerâtı başlayınca, can çekiştiği sırada insana ‘İşte’ denir, ‘senin en çok nefret edip kaçtığın şey!’” (Kâf, 50/19).
    Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğumla gelen insanoğluna anne karnında yaklaşık dört aylık cenin döneminden sonra üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar. 
    Kıyametten sonra da âhirete yeni bir yaşam için geçecek olan insan, dünyadaki inanç ve amel durumuna göre cennet veya cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İnançlı olup da amel eksikliği bulunanlar, ya Allah’ın rahmetiyle bağışlanır ya da belli bir süre cezasını çekip cennete geçebilirler.

    Ölüm nasıl nimet olur?

    Ölüm en az hayat kadar büyük bir nimettir. Ama pek sevilmez. Peki bu kadar sevilmeyen, istenmeyen, düşünülmesi bile ürperti veren ölümün nimet yönleri yok mudur? Elbette vardır.
    Her şeyden önce ölüm bir kurtuluştur. Hayatın zorluklarından bir kurtuluş, bir özgürleşmedir ve serbest bir âleme geçiştir. Yapmaya çalıştığımız bir işi hakkıyla yerine getirdiğimiz veya bir engel çıkar da yapma imkânımız olmadığı zaman, o iş üzerimizden kalkmış olur. Ve biz de rahatlayarak, “Üzerimden dağ gibi bir yükün, bir ağırlığın kalktığını hissediyorum” deriz. İşte ölüm de böy¬ledir. Hiç beklemediğimiz bir anda gelir ve artık taşımaktan aciz kaldığımız hayat yükünden bizi kurtarıverir.
    Dünya hayatı sıkıntılı, problemli, dert ve ıstıraplarla doludur. Bazen bir zindan oluverir, insanı boğar, hayat çekilmez bir hal alır. Fakat ölüm geldiği zaman bütün bu sıkıntıları ve dertleri silip süpürür. Geniş, ıstırapsız, sonsuz, dertsiz ve gamsız bir hayat başlar.
    Ölümün dünyanın bin bir türlü sıkıntılarından kurtarıp dostlara kavuşmaya vesile olması da büyük bir nimettir. Ölüm her şeyden önce gerçek dost olan Allah’a kavuşmaktır. 
    Kabir âleminde bizi beklemekte olan dostlarımıza kavuşmadır ölüm. Yüzde doksan dokuz sevdiklerimiz orada. Başta Peygamberimiz olmak üzere, bütün peygamberler, insanlığın ayı, güneşi ve yıldızları olmuş nice sevdiğimiz insanlar kabrin öbür tarafındalar. İşte ölüm onlara kavuşmaya bir vesiledir. 
    İnsanın yaşı ilerledikçe hayat ağırlaşır, yaşamak zorlaşır. Kulağı az duyar, gözü az görür. Hastalıklar, ağrılar, sızılar birbiri peşi sıra gelir. Bütün bu dertler insanı ölüme biraz daha yaklaştırır. Yaşlı ve hasta olan insan bu dertlerden gerçek anlamda ancak ölüm sayesinde kurtulacağını bilir. Ölümün kendisi için bir nimet olduğuna inanır ve bu hakikati kabul eder.
    Bir an için ölümün olmadığını düşünelim. Bir tarafta, dedemiz, dedemizin dedesi, onun dedesi ve sayısız dedeler... Öbür tarafta ninemiz, ninemizin ninesi, onun ninesi ilâ ahir sayısız nineler... Her biri ayrı bir dert ve hastalık içinde inleyip dursalar, hayat hem onlar hem de bizim için ne kadar ağır ve çekilmez olacaktı değil mi? Ölüm ne kadar arzu edilecekti?
    İşte sadece bu yönüyle bakılsa dahi ölümün büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar.
    Ölümü bir an için yok farz ederek tahmin yürüten meşhur ilim adamı İbni Sina şöyle diyor:
    “Yeryüzünün hacmi ve kapasitesi belli... Ölmeselerdi bu kadar insan nereye sığacaktı? Birbirine bitişik ve sımsıkı durmaları halinde bile dünyaya sığmazdı. Nerede kaldı ki, oturdukları ve dağınık halde bulundukları zaman bunları sığıştırabilsin? Ölüm, İlâhî bir ihsan olunca, kötü bir şey olmaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir.” (İbn Sina, Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risalesi, 1/97)
    Sonra dünyamız ne kadar güzel geçse de, ne kadar huzurlu ve mutlu bir hayat sürsek de âhiretin eşsiz güzelliği yanında dar, sıkıntılı, ıstıraplı, problemli ve bir zindandan farksızdır. İşte ölüm böyle bir dünyadan geniş, sevinç ve mutluluk dolu, acısız, ıstırapsız, sonsuz bir hayata ve ölümsüz sevgili olan Allah’ın rahmet memleketine geçmeye vesile olmaktadır. 
    Ölümle uyku arasında çok yakın bir benzerlik vardır. Başta hastalar ve musibetler içinde kıvrananlar olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir. Uykunun büyük kardeşi olan ölüm de musibetten bunalanlar ve intihar girişiminde bulunanlar için bir nimet ve rahmettir.
    Tohumun ölümü açan bir çiçektir, çekirdeğin ölümü yeşeren bir fidandır, insanın ölümü de sonsuz âlemde yaşamaktır. Zaten cennete gitmek için ölüm tünelinden geçmek gerekmiyor mu?

    Ölüm olmasaydı!

    Uzun yıllar çeşitli okullarda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapmış bir hocamız anlatıyor:
    Orta ikinci sınıflarda meleklere iman konusunu işliyo¬rdum. 
    - Arkadaşlar! Meleklerin günah işlemezler, kö¬tülük yapmazlar. Onların her işi Allah’a ibadet ve kulluk¬tur, diye konuya girdim. Bu sırada bir öğrencim şöyle bir soru sordu:
    - Ama hocam, Azrail bunların dışında değil mi?
    - Niçin yavrum?
    - Çünkü o, bütün insanların canını alıyor. Herkesin ruhunu vücudundan ayırıp öldürüyor. Bu işe de mi iyi di¬yeceğiz?
    - Evet, yavrum; o da iyiliktir. Ölüm de hayırlıdır in¬sanlar için. Düşünün bir kere, ihtiyarlar hiç ölmezse ne olur¬du? Bu kadar çok bakıma muhtaç insana kim baka¬cak? Çalışan, kazanan azalacak; hazır yiyiciler, çalışama¬yanlar, üstelik de bakıma muhtaç olanlar çoğalacak. Son¬ra, bize bu kadar yük ve külfet getiren insanlara nasıl saygımız, sevgimiz devam edecek? 
    Hâlbuki onlara bak¬makla görevliyiz; hem de sevip saymakla. Sonsuz bir sü¬re bakmaya mecbur olacağımız insanlara karşı bu müm¬kün mü? Çünkü gittikçe durumları ağırlaşacak. Elle¬ri titreyecek, gözleri görmeyecek. Yemeklerini yiyemez, su¬larını içemez, kaşık tutamaz, bardak alamaz olacaklar. 
    Yemekleri üzerlerine döküp, suları çenelerine akıtacaklar. Bu kadarla kalsalar iyi. Tuvaletlerini de yapamaz olacak¬lar. Her geçen gün zorlaşan hayat artık onlar için çekilmez olacak. Siz söyleyin, böylesi yaşamak mı iyi? Yoksa itiba¬rını yitirmeden ölmek mi? 
    Hem sonra, Müslümanca bir hayat yaşayan, Müslümanca ölen kişiler için ölüm kötü müdür? Dürüst, namuslu ve dindar bir yaşa¬yıştan sonra, imanla ölen kişi için ölüm korkunç bir olay mıdır?
    Soruya cevabı kendileri veriyorlardı:
    - Hayır hocam, böyle bir kimse için ölüm, şu peri¬şan, sıkıntılı dünya hayatından kurtulup zevkli, neşeli Cennet hayatına gitmek demektir.
    Daha sonra özetle öğrencilerime şunları anlattım: Acılı ve ıstıraplı nice hastalar, yaşlılar için ölüm bir kurtuluştur. Hele âhiretini kurtaracak güzel bir hayat yaşamışsa; ebedî bir saadete, bitmeyen bir mutluluğa açılan kapıdır. De¬mek ki, Azrail kötülük yapmıyor, imanlı insana, adeta Cennet’in pasaportunu veriyor. Dünya hizmetinin ve külfetinin bit¬tiğini, ebedî mutluluk ücretinin başladığını ilân ediyor... 

    Ölümün öldüremediği güzellikler var mı?

    Ölümün peçesi karanlık, siyah ve çirkindir. Dünyaya gelmekle birlikte sürekli olarak insanın arkasında dolaşan ikizidir. Her zaman insanın sevdiklerinden ayıracak acımasız giyotinden darbedir. Güzel ortamlardan ayırıcı, insanın vicdanını cayır cayır yakıcı adeta amansız bir cellât gibidir. Hülyanın kâbus, idealin bir hiç, dünyanın ise her şey ile bomboş olduğunu korku sinyalleri ile gösteren bir ölümdür, ölüm. 
    Fakat İlâhi makamdan gelen nimet olan îmânla vicdanı dolmuş bir mümin için asıl sîmâsı nuranîdir, güzeldir, güzel kelimesi onunla güzelliğine kavuşur.
    Şurası muazzam bir gerçektir ki ölüm de bir yaratılma ile vücuda gelir. O halde madem bir yaratılmadır. Yaratıcının da yarattığı her şeyi güzel olması, bir kanun olduğuna göre ölümün de güzel olması kaçınılmazdır. Zira güzelden gelen bir icraattır ölüm. 
    Nasıl ki bizlerin dünyaya gelmesi elimizde değilse ve o başlı başına dünya dolusu güzelliklerle dolu ise ölüm ile gitmemiz de bizim elimizde olmadığına göre, gelecek ebedî âlemler kadar güzelliklerle dolu olması kaçınılmazdır. O halde bu dünyaya gelmemiz de gitmemizde mutlak anlamda güzeldir. 
    Ölümün görünen yüzü, insana, ürkütücü ve düşmandır. Ama bu insandan kaynaklanan bir durumdur. Dünyaya ebedî kalacakmış gibi görene, ölümün can alıcı ve dünyasını yok edici bir hakikat olarak gelmesi kadar doğal bir şey yoktur. 
    Fakat ebed isteyen ve ebed için fıtratı tasarlanan şu insan; boğucu ve sürekli can yakıcı dünyadan daha güzel bir diyarı sürekli vicdanen arar ve orayı temaşa eder. Bu beklentinin karşılanması ve gerçekleşmesi ise ancak ecel denen davetiyenin devreye girmesi ile gerçekleşecek olan ölümle mümkündür.
    Nasıl ki çekirdekler çürüyerek ve dağılarak filizlenmeye geçiyorlarsa, insanın da ölümle dağılması ve çürümesi de aslında, haşir sabahında filiz vererek hesap günü için diriltileceğini gösterir. O halde madem insan bütün yaptıklarından suale çekilecektir. Dünyadan gitmesi de rast gele bir durum değildir. Tamamen bir hikmet tahtında yapılan, neticesi haşir olacak olan bir icraattır. 
    Bu durumda zaten “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 67/2) âyetinde alenen ifade edilmiştir. Demek en güzel, güzeli görmek, ölümde; hayatımızda kazandığımız kazanımlarımızla ölümde bu güzel görmeyi sağlayabilmektir. Ölümü ve ölümünü güzel gören biri için artık her şey güzellemeye ve güzellenmeye hazır bir resmigeçit sırasında oluverirler. 
    Âyette ölümün de hayat gibi bir yaratılmaya muhatap olduğu nazara verilerek, hayatın her yönü ile güzel olduğu gibi ölümünde o güzelliklerle sırlanmış olduğuna işaret vardır. Belki ölüm bâkî güzelliklere geçmek için tek vasıta olduğu için daha da güzel olur ki zaten Allah her şeyi güzel yaratır. 
    O halde ölümde de yaratmak olduğuna göre orada da güzelliği görmek gerekir ve güzelliğin olmaması mümkün değildir. Çünkü güzelden ancak güzellik gelir. Yeter ki biz kendimiz şer olmasını tercih etmeyelim.
    Fâni hayattan, bâkî hayata geçmek için ölmek gerekiyorsa ve bu hayat, o hayatın yanında bir zerre ile güneş gibi bile olamıyorsa, ona mazhar olmak için ölüme muhatap olmak “güzel” değil, “ebedî güzel” bir tablodur. Yer altına bir tohum atıp yüz binler tohum almak, yüz binler kadar güzelliklerin habercisi değil midir?

    Ölürüm ben o ölüme!

    Hizmet, kulluk ve meşakkat çekme dünyası olan bu dünyadan, ebedî ama bütün sevdiklerinin olduğu ama hizmetin ve külfetin olmadığı, üstüne üstlük her çeşit arzu ve isteklerin âlâsı ile karşılandığı bir diyara gitmeyi, herkes, en samimi duyguları ile ister. Fakat bu diyara kavuşmak için, ölümle ölmek gerekeceğinden, o ölüme ölünür. Can-ı gönülden güzelce “Ölürüm ben o ölüme!” denir.
    Bu dünyanın, sıkıntılı ve kararında olmayan zindanındaki güzelliklere meftun olup da bâkî diyardakilere kavuşmak istememek mümkün olmayacağından, o zevali mümkün olmayan ve sürekli de açılımı söz konusu olan o güzelliklere kavuşmak için “ebedî bir surette, ölümü, öldürmek için ölünür.” Herkes der ki veya demeli ki, “Ben de varım bu ölüme!..”
    Kısa bir süre sonra çıkılacak olan ahiret yolculuğunun, bir şehirden başka bir şehre gidilmesi gibi bir seyahat olduğunu, geçici olarak gelinilen şu dünyadan, terhis tezkeresi alan bir askerin sevinci ile baba ocağına koşma sevinci ile yaşanılacağı bir âkibet ne güzel bir âkibettir değil mi? 
    Hem meşakkatlerden, zahmetlerden kurtulmanın paydos borusu bu âkibetimizle bizim için çalınacaksa, bu bizim için güzellik şarkılarının armonisi ve mızıkası değil midir? 
    Ölümde düşünülen acı ise kişinin tamamen yaşantısı ile ilgilidir. İnsanın yaşam kalitesi ölümünün kalitesini netice verir. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın davetini acılı ve elemli yapması asla düşünülemez. O halde ruhunu cesedinin emrine verenler için elbette ki bir acı olacaktır. Çünkü onlar ruhlarını değil cesetlerini gaye edinmişlerdir. Ondan ayrılmak da insan elbette ki acı ve keder verecektir. 
    Ama ruhunu cesedinin efendisi olarak görenler için ise bu elem asla olmayacaktır. Tıpkı kirada bir evde kalıp da daha sonra yeni almış olduğu kendi evine giderken duyduğu sevinç ve huzur gibidir. Kiralık evden ayrılmanın hüznü elbette ki vardır ama o anda doya doya yaşanması gereken insanın kendi özel evine kavuşmasıdır. 
    Hele bir de o mesken cennetle eş değerse dünyanın bütün saltanatı dahi insanın nazarında güneşe karşı kendini kıyaslayan ateş böceği gibi de olamayacaktır.
    Ölümde ruhun bedeni terk etmesi vardır. Yani fâni olan, elde durması mümkün olmayan, ihtiyarlamaya mahkûm olan bir bineğin hurdaya ayrılması söz konusudur. O halde hurdayı verip son ve ebediyyen eskimeyecek olan bâki bir vücut nimetine mazhar olmak için ebedî âleme geçip o bineği almaya gitmeyecek kim vardır acaba akıl sahiplerinden?
    Hasılı ölüm, dipsiz kuyuda seyahat eden ve ucu görünmeyen bir girdapta yokluğa her an yuvarlanarak giden birinin her anı acı ve elem doluyken onu ebedler sahiline çıkaran tek bineğidir. Bu durumu kimileri bu dünyada iken anlar, kimileri ise “Ah ne olaydı, ben bir toprak olaydım!” (Nebe, 78/40) diyerek anlar.

    Ölüm için hazırlık yapıyor muyuz?

    Her insanın dönüp mazisine baktığında bazen buruk bir tebessüm, bazen gözyaşı çeşmesini açan bir hüzün, bazen kaçırılan fırsatlar için gönülden kopan bir pişmanlık ifadesi “keşke”, bir başka zaman da manasını bulmuş dakikaların içte hasıl ettiği neşe ile anacağı “hey gidi günler”i vardır.
    Evet, yıllar su gibi akıp gidiyor ve her an büyük hesap gününe bir adım daha yaklaşıyoruz. Adım adım yaklaştığımız bu büyük güne acaba ne kadar hazırız? Yaş hanesine eklenen her rakam, günlük hayatın içindeki koşturmaca, sosyal alanda edinilen çevre, makam, şan-şöhret ve her türüyle büyüme, insandaki pek çok his ve düşünceyi değiştirebiliyor. 
    Belli bir müddet cennet beratını alacağımız bir imtihan salonu olarak gördüğümüz bu dünya, zamanla cazibe oklarıyla gönlümüzü yaralayabiliyor bizi kendine mahkum ediyor.. zevk, şatahat, lüks, itibar görme, sayılan ve hürmet edilen biri olma, daha iyi yaşama, daha yukarılara çıkma arzularının esiri köleler haline getirebiliyor. 
    Oysa Bediüzzaman Hazretleri’nin çok güzel ifade ettiği bir gerçek var: “Ölüm, o kadar kati ve zâhirdir ki, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor, elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesi bu olmalıdır.” (Âsâ-yı Mûsa, s. 15)
    İşte aldanmamış bir insan olarak ölümle yüz yüze gelebilmek için ara sıra maziye dönme, dünün hatıralarını yâd etme, ölümü tefekkür etme ve böylece bugünün bağrında gelişen nefsani ve şeytani tuzaklara karşı tetikte olma bir yoldur. Fakat bundan daha emin bir yol vardır ki o da, sürekli her şeyin sahibi Cenab-ı Hakk’ın rahmetine sığınma ve O’na el açıp merhamet dilenmektir. 
    Böyle bir insan ölümü aklından çıkarmaz, ona hazırlanır. Âhireti önemser, orada kendi işine yarayacak amellere bakar. Ölümü hatırlayan kimse, dünyanın varlığına da darlığına da aldırmaz.
    Hz. Ebû Bekir, “Kabre azıksız giren, denize gemisiz girmiş gibidir.” buyuruyor. Ölüme hazırlık, kötülüklerden uzaklaşıp günahları terk etmekle, gasbedilen hakları sahiplerine vermekle, kalplerden kini, nefreti ve düşmanlığı silmekle; anne-babaya iyilik ve akrabalık bağlarını gözetmekle olur. 
    Mana büyükleri derler ki, ölümü çokça hatırlayana üç şey ikram edilir: Günahından hemen tövbe etmek, kalbi kanaatkâr olmak ve ibadette gayretli olmak.. Ölümü unutana da üç şey verilir: Tövbeyi hep ertelemek, kendisine yetene râzı olmamak ve ibadette tembellik.
    Hep hazırlıklı bulunmalı ve öteler için azık biriktirmeli. Hiç kimsenin ne zaman öleceği belli değil. Dolayısıyla hayatını şuurlu ve her an ölüme hazırlıklı yaşayanlar olduğu gibi, yer yer gaflete düşenler de olabilir. Bununla beraber, ölenlerden ibret almasını bilen ve bütün müminler için dua ve istiğfar, hayır ve hasenatlarla onların arkasından yardımlarına koşmak isteyenler de vardır.
    Allah, insanlara bu dünyada çeşitli sorumluluklar yüklemiş ve onlara gözetmeleri gereken sınırları bildirmiştir. İnsan, bu sınırları göz ettiği, emredilenleri yerine getirip yasaklardan sakındığı ölçüde ruhen olgunlaşır, aklı ve şuuru gelişir, kendisini mânen/maddeten eğitir. 
    Başına gelen olaylara sabretmesini, her durum karşısında Allah’a yönelmeyi, yalnız O’ndan yardım istemeyi, O’na karşı içli bir sevgi ve saygı dolu bir korku duymayı öğrenir, Allah’a karşı sağlam bir iman ve tam bir teslimiyet kazanır. 
    Allah’ın yarattığı nimetlerin değerini anlar ve bu sayede Allah’a karşı olan şükrü/sevgisi/yakınlığı ve hayranlığı artar. Sonuçta, Allah’ın beğendiği, akıllı ve ahlâklı ideal bir mümin haline gelir, cennete lâyık olur.
    Allah’ın özel olarak yarattığı bu hikmetli olay, dünyadaki eğitimin bir parçası olan imtihan ortamının sırrını içerir. İnsan, bu dünyada başına gelen sayısız olaylarla sınanır ve bu imtihandaki başarısı oranında ebedî hayatında ceza veya mükâfata kavuşur. Hiç kimse, kendi imtihanının ne zaman son bulacağını bilemez. Bu süre bazen uzun, bazen de kısadır.
    Bu sebeple, uzun yaşama hesapları yapma yerine insan, Allah’a karşı sorumlu olduğunu ve hayatının hesabını vereceğini bilerek, Kur’an’ın rehberliğinde yaşamalıdır.
    Aksi halde sonsuz hayat için bir hazırlık yapmaması, bunun için kendisine tanınan bu biricik fırsatı kaçırması ve ebediyen cennetten mahrum kalması gerçekten de çok acı bir durum olur. Böyle biri, azap mekanı olan cehenneme gidecek bir ahlâk gösteriyor, demektir. Bu nedenle dünyada boşa geçen her saniye hem çok büyük bir kayıp hem de çok acı bir sonuca doğru atılan yeni bir adımdır.
    Madem gerçek budur, öyleyse bu gerçeğin dünyadaki her şeyden daha önemli olması gerekir. Hayatımızda karşımıza çıkacak muhtemel olaylar için önceden hazırlık yaptığımız gibi, ölüm ve sonrası için de hazırlık yapmamız elzemdir. Zira ölecek olan biziz. Ölümden sonra karşımıza gelecek olaylarla da tek başımıza biz muhatap olacağız. 
    Ebedî kurtuluşu isteyen insanlara Allah şöyle emreder: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine bir baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşir, 59/18).
    Bahsedilen bu hazırlık, panik ve stres içinde ölümü beklemek değil; onun Allah tarafından gelen bir gerçek olduğunun bilinci içerisinde kadere teslim olmaktır. Önemli olan da uzun ya da kısa yaşamak değil; bu süre içinde tüm yaşamın Kur’an ve sünnet rehberliğinde değerlendirilmiş olmasıdır. 
    Allah’ın verdiği süreyi kendi heva ve heveslerinin doğrultusunda, değersiz işler peşinde koşarak sorumsuzca tüketenler ise ölümle karşılaşmayı elbette ki hiç istemeyeceklerdir: “Size dünyada öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?” (Fâtır, 35/37) âyetinde, insana tanınan sürenin gerçek değeri ve amacı açıkça tarif edilmiştir.
    Madem ki durum böyle; “Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35); “Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye.” (Kehf, 18/7) gibi gerçekleri unutmadan imtihanımızı en güzel şekilde vermeye çalışmalıyız. “Geleceği kesin olan her şey aslında yakındır.” (İbn-i Mâce, Mukaddime 7) 
    Her gün o bize, biz de ona biraz daha yaklaşıyoruz...

    Âhiret inancı bize neler kazandırır?

    Âhiret inancının insanın huzur ve saadetini temin bakımından ifade ettiği önemi her türlü izahın üstünde bir değere sahiptir. Zira âhiret iman etmenin, çocuklar, ihtiyarlar, engelliler, gençler musibete maruz kalan insanlar üzerinde pek çok faydaları vardır. Şimdi bir fikir vermesi açısından o faydalardan sadece bazıları üzerinde duralım. 
    Ölüm, çocukların körpe dimağında çok büyük yaralar açar. Âhirete iman olmazsa, çok sevdiği, birlikte oynadığı arkadaşının ölümü çocuğu çok sarsar. Sevdiği arkadaşını toprağın altında böceklerin yediğini, bir da
    10 Oca 2019 16:15
    YAZARIN SON YAZILARI