Kalbimiz niçin ve nasıl kararır?

Ali Demirel

Ali Demirel

02 Kas 2018 17:01
  • Müslüman olduğumuzu ifade ederken “Müslümanım elhamdülillah” deriz. Bu hafta bu söz üzerinden bir iman yolculuğuna çıkıp birkaç hakikat üzerinde durmak istiyoruz.
    Müslüman, iman ile girdiği yolda sapma göstermeden ilerleyebilmek için o yolun gereklerini yerine getirmekle yükümlü olduğunu kabul eder ve asla yol değiştirmeyi düşünmez. Bunun için o, de iki ana esası özenle dikkate almak zorundadır.
    Birincisi, Allah’ın Kur’an ve Peygamber Efendimiz (s.a.s.) vasıtasıyla bildirdiği, aynı zamanda Efendimiz’in yaşayarak gösterip topluma yerleştirdiği dini, hayatına uygulamak. 
    İkincisi, Allah’ın kâinattaki işleyişi düzenlemek için koyduğu kanunları -Kur’an’da bu kanunlar için sünnetullah kavramı kullanılır- keşfedip onlara uygun plan ve programlar gerçekleştirerek başarılı olmak. 
    Birinci şıktaki yükümlülükler, yani günahlardan kaçınıp ibadetleri yerine getirerek Allah’ın emrettiği çizgide yürümek, imanın bir ağaç gibi serpilip gelişmesi ve mümin kulun adeta miraç ediyormuşçasına kalbinin derinliklerinde Rabbinin yakınlığını hissetmesi için elzemdir. 
    İkinci şıkta yer alan yükümlülükler ise Allah’ın, ilim, irade ve kudretinin tecellileri ile vücut bulmuş olan kâinattaki sistemi anlayıp ona göre yaşayarak sistemin semerelerini toplamak ve sonra da bin bir şükürle yeniden kâinatın Rabbine teslimiyetini arz etmek için mutlaka izlenmesi gereken bir yoldur.
    Takva dairesinde yaşa!
    İşte bu noktada her şeyi kökünden kurutan “tek adım” ilk tercih noktasında inkâra sapmaktır. Böyle bir seçimle yol olarak küfür seçilmiş olur. Küfrün karanlıklarından imanın aydınlığına doğru atılacak her adım makbuldür. Şimdi tam da burada, iman ile aydınlanmış kalplerin adeta guruba yakalanmışçasına kararması ve zihinlerinin bulanmasına sebep olan bazı adımlara temas edelim. 
    Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki din, ölünceye kadar hassasiyetle uygulanması gereken hayatın gerçek tarzıdır. İmanla başlayan dinî hayat, usul olarak önce günahlardan sakınmak, sonra da Allah’ın emirlerini yerine getirmek esası üzerine yürür. Bu iki esas üzerinde gösterilecek hassasiyete takva denir.
    Kur’an bir hidayet kaynağıdır. Bu kaynaktan kana kana içebilmek için bir şart vardır: Takva dairesinde yaşamak. İşte takva, hayatın hidayet üzere devam etmesi için gerekli olan böylesine kilit bir kavramdır.
    Takva dairesini delen şeyler günahlardır. Günah yasakları çiğnemek ya da yapılması gereken şeyleri ihmal etmekten kaynaklanan bir durumdur. Dikkatli yaşayanlar ibadetlerini biraz geciktirse vicdanları rahatsız olur. Günaha meylettikleri zaman da böyledir. Eğer vicdanın sesine kulak verip hemen durumunu düzeltmezse işlenen günah kalpte yer etmeye başlar. 
    Kalbinize iyi bakın
    Her şeyin bir ilki olduğu gibi günahın da ilki vardır. İşte önemli olan bu ilk günahın tövbe ile hemen dezenfekte edilmesidir. Aksi takdirde o, pürüzsüz bir asfaltta açılmış çukur gibi zamanla büyümeye başlar. Nasıl ki çukurların çoğalması yolu bozup yürünmez hale getirir, aynen öyle de günahlar kalbi yaralayarak onun aşınmasına sebep olur. Bu sürecin ulaşacağı son nokta kalbin ölümü ve vicdanın sesini duyuramaz hale gelmesidir. 
    İlk günahı hemen tövbe ile yıkayıp sonra da günah olabilecek bir durumla karşılaştığımız her anda, hiç vakit kaybetmeden aynı kapıya yönelirsek, zamanla adeta günaha kapalı bir tabiat kazanırız. Böyle bir tabiatla, alarm sistemi kurulmuş, güvenlik tedbirleri alınmış korunaklı yerler gibi kalbimizi muhafaza altına almış oluruz. 
    Aksi takdirde nefis, şeytan ve şeytana pabucunu ters giydirecek bazı insanlar gibi kalbimizin ölümüne, vicdanımızın soluğunun kesilmesine yardım edecek çok sebep var. Malumdur ki, gemisini fırtınadan kurtaracak kaptanın dümene sıkı sıkıya sarılması gerek.

    BİR SORU-BİR CEVAP

    Cemaatle namaz kılarken saf düzeni nasıl olmalı? 

    Bu soruyu bize Zekeriya K. Bey soruyor:
    Öncelikle “İki ve daha yukarısı cemaattir” (Buhârî, Ezan 35) hadis-i şerifinin gereğince en az iki kişinin olması cemaatin oluşması için yeterlidir. Eğer namaz bu şekilde iki kişiyle kılınacak olursa, ikinci kişi imamın sağ arka tarafına durur. Ancak bu kişi imamdan geride olmalıdır. 
     Şayet cemaat olarak bir erkek ve bir de kadın varsa, erkek imamın sağ gerisine dururken kadın da o erkeğin arkasına durur. Cemaat sadece bir kadından ibaret olursa kadın imamın arkasına durur. İmamın arkasında iki veya daha fazla erkek cemaat bulunacak olursa, bunlar imamın arkasında saf bağlarlar. 
    Şöyle ki, bunlardan birincisi imamın tam arkasına dururken diğeri onun sağına durur. Üçüncü kişi birincinin soluna, dördüncü ikincinin sağına vs. olmak üzere saf tutarlar. İmam devamlı ortada bulunur. İmamın arkasına önce erkekler saf olur, onların arkasına çocuklar ve eğer varsa onların da arkasına kadınlar durur.
    Saflarda boşluk olmamalı
    Bir saf dolmadan arka safa durulmaz ve mümkün olduğunca saflar arasında boşluk bırakmamaya özen gösterilir. Öyle ki omuzlar birbirine değecek şekilde saflar sık bağlanır. Ve safta duranların hepsinin aynı hizada intizamlı bir şekilde durmasına itina gösterilir. İmamın da safların sık ve düzgün olması için cemaati uyarması ve gerektiğinde müdahil olması güzel bir davranıştır. 
    Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) cemaatin saflarını kontrol eder ve saflardaki bozukluğa bizzat müdahalede bulunurdu. Namazda safların düzgün tutulmasını ister ve safların karışık ve düzensiz olmasının saf tutan müminlerin kalplerine ihtilaf ve karışıklık sokacağını ifade buyururlardı. (Müslim, Salât 122) 

    ÖRNEK HAYATLAR

    O günler, sabredilmesi gereken günlerdi

    Dâru’n-Nedve’de tek başına kaldığı için sözünü dinletemeyen Ebû Tâlib çok dertliydi. Üstelik Mekkeliler, ona da diş göstermiş, “Sahip çıktığın sürece bu sıkıntıyı sen de çekeceksin!” mesajını vermişlerdi. 
    Baba emaneti yeğeninin hatırına herkese kucak açan insan, Ebû Tâlib’ten başkası değildi. Bütün tehlikeleri göğüsleyerek her¬kesi kendi himayesine aldı. Bundan böyle inanan herkes için yeni adres, Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebu Talib mahallesi) idi. 
    Bugünkü toplama kamplarından daha beterdi Şi’b-i Ebî Tâlib! Bundan sonraki üç yıllık hayat, kıt kanaat imkânlarla kurulan ya¬malı çadırlarda geçecekti. Üstelik Şi’b-i Ebî Tâlib’e giden bütün yolları tutmuş ve etrafta kuş uçurtmuyorlardı.
    Musibetler sağanak halde yağıyordu
    Güçleri yetse, Mekke’nin havasını da kendi tekellerine alacak ve bir nefes oksijenden bile mahrum edeceklerdi. 
    Su yoktu. 
    Yiyecek yoktu. 
    Doktor yoktu. 
    İlaç yoktu. 
    Günlerin musibet olup sağanak sağanak yağdığı günlerdi Şi’b-i Ebî Tâlib. 
    Çoluk çocuk, yaşlı ihtiyar, hasta herkes aynı musibeti ya¬şıyordu.
    Masum çocukların Fârân Dağları’na çarpıp gelen seslerinden gözlere uyku girmiyordu. Yiyeceğin olmadığı bu zeminde suya hasret giden dudaklardan, semalar ötesine yükselen kim bilir ne yanık nâmeler söz konusuydu.
    Bir lokma yiyecekten bile mahrum bırakılmışlardı. Çaresizlikten elinde avucunda ne varsa onu satmak için yola çıkanlar en¬gelleniyor, şöyle veya böyle bir alıcı ile buluşanların da alış-verişi¬ne engel olunuyordu. 
    Zalimler, alış-veriş yapma¬yı, yan yana gelip oturmayı, hatta konuşmayı bile yasaklamışlardı. O sıkıntılı günlerde gözünü dünyaya açanlar da Şi’b-i Ebî Tâlib’de ölenler de vardı. 
    Davalarına ihanet etmediler
    Ebû Cehiller fark edememişti. Bu öyle bir dava idi ki dünden bu tarafa nice zalimler, zulümleriyle köpürüp durmuş ama bu davanın erlerini yolundan çevirememişti. Bugün de çeviremeyeceklerdi. İnanan insan, yeri geldiğinde ağaç kabuğu ve yaprağı da yerdi ama Ebû Cehiller istedi diye davasına ihanet etmezdi ve et¬mediler.
    Ebû Cehillere inat ashâb-ı kirâmda, müthiş bir kenetlenme söz konusuydu. Sıkıntılı da olsa şimdi Şi’b-i Ebî Tâlib, âdeta herkesi içine alan geniş bir ev gibiydi. 
    Belki de bu günler, Varaka İbn-i Nevfel’in, ilk günden ha¬ber verdiği günlerin habercisiydi. 
    Belli ki bu günler, Hakk’ın hoşnutluğunu kazanıp sâhil-i selâmete ermek için sabredilmesi gereken günlerdi...

    02 Kas 2018 17:01
    YAZARIN SON YAZILARI