Ne dememizi bekliyorsunuz?

Cuma Karaman

Cuma Karaman

21 Şub 2022 11:18

  •  

    Kapkara tabloya ak mı diyelim? 

    Necis olanlara pak mı diyelim? 

    Biz bir batıl için, başka bir batıla 

    Allah’tan korkmadan hak mı diyelim? 


    Harama helaldir, al mı diyelim? 

    Hırsıza her şeyi çal mı diyelim? 

    Mü’miniz onca değeri yok sayıp, 

    Bunca yüzsüzlüğe ar mı diyelim? 


    Bugün ülkemize tahakküm eden muktedirlerle her türlü ezaya düçar olan gerçek muhaliflerin pozisyonunu net bir şekilde ortaya koyduğu için bu haftaki yazıma yaygın şekilde Necip Fazıl Kısakürek’e isnat edilen bu iki dörtlükle başlamak istedim. Zannedilmesin ki “muktedir” demekle sadece cari despotik rejimin sadece iktidar mensuplarını kastediyorum. Bu tanıma mevcut rejimin oluşumuna, tahkim edilmesine katkı veren, iktidarın üzerinde tepindiği toplumsal kesimlerin üzerinde tepinmekten zerre imtina etmeyen, iktidarın nefret söylemlerini itirazsız benimseyen siyasal muhalefetin kahır ekseriyetini de dahil ediyorum. 



    Despotik rejimin ötekileştirdiklerini ötekileştiren, düşmanlaştırdıklarını düşmanlaştıran, şeytanlaştırdıklarını şeytanlaştıran bir muhalefetin ne kadar muhalif olduğunu tartışmakta doğrusu hiçbir beis görmüyorum. Mağdur ve mazlum milyonlara karşı rejimle aynı zihniyeti, aynı anlayışı paylaşan, aynı düşmanlaştırıcı, ötekileştirici söylemi kullanan, kendi dar mahallelerindekinin başına gelenler dışında hiçbir zulmü ve haksızlığı görmeyen bir “muhalefet” gerçek bir muhalefet olamaz, olsa olsa despotik rejimin ancak gizli ortağı olabilir. Bu sebeple, yukardaki dizeler rejimin insanlıktan binasip muktedirleri kadar en kritik kavşaklarda bu yoz rejime payanda olan çakma muhaliflerin zihniyet emarını da ortaya koymaktadır. 



    Yaşanan zulüm ve baskıların ışığında, ülkede birbirine karşıtmış gibi gözüken hâkim zihniyetlere tek tek baktığımızda haramiliği ve dinbazlığı şiar edinmiş İslamcılarla sahih ve özgürlükçü bir laiklik yerine baskıcı, dışlayıcı “laikçilik”i bir despot aracı haline getirmiş Kemalist'ler arasında tarz olarak hiçbir fark olmadığını görebiliyoruz. Birinciler, işledikleri gayriinsani cürümleri ve günahları peşlerine taktıkları kitlelerin gözünde meşrulaştırmak için dinin arkasına saklanıp en mukaddes değerleri bile hayasızca istismar ederken, ikinciler belki farklı doz ve tarzlarda da olsa benzer bir istismara Mustafa Kemal Atatürk’ü, kurucu Cumhuriyet ilkelerini, laikliği alet etmekten zerre imtina etmiyorlar. 



    Bü yüzdendir ki, pek çok can alıcı sorunu bulunan Türkiye’nin belki de en büyük sorununu istismarcı, çarpık bu iki ideolojik akım oluşturuyor. Sorunların anası diyebileceğimiz bu her iki anlayış da tabulaştırıp her türlü melanetlerini arkasına sakladıkları değerleri zulüm ve baskılarına, dışlama ve ötekileştirmelerine, bunlara itiraz edenleri sindirme, baskılama ve susturma aracı olarak kullanıyorlar. Oysaki, dinsel veya dinbaz hizip ve grupların yapıp ettiklerini sorgulamak, ağır bedelleri göze alarak yapıp ettikleri hukuksuzluklara, keyfiliklere gereğince karşı çıkmak asla İslam’a ve İslam’ın kutsallarına hakaret değildir. Bilakis böyle bir tavır, din ve gerçek dindarlar için yapılabilecek en doğru, en büyük hizmettir. 



    Sözüm ona Müslüman/dindar kimliğiyle ve söylemleriyle yapılan akılalmaz kötülüklere, devasa yolsuzluklara, hukuksuzluklara, yakası açılmadık ahlaksızlıklara, görülmedik zulüm ve baskılara yapılan en meşru itiraz ve eleştirileri sanki dine ve dindarlara hakaretmiş gibi algılamaya ve ona göre yanlış tavır almaya devam ettiğimiz müddetçe dine ve dindarlara başkalarının kötülük yapmasına gerek kalmaz. Kendimize kötülükte kendi kendimize yeteriz. Tam tersine, ne zaman ki, biz dindarlar usul ve adabınca yapılan eleştirileri “dinimize hakaret” olarak algılamaktan vazgeçeriz, inancımızın “sırat-ı müstakim” diye adlandırdığı doğru yola işte asıl o zaman gerçekten girmiş oluruz. 


    İslam’ı istismar eden dinbazların, kendilerine yönelik eleştirilere gösterdikleri tepkilerin bir benzerini kendilerine yönelik eleştiriler konusunda milliyetçiler, ulusalcılar ve hatta feministler de göstermektedir. Yapılan her eleştiri bu kesimlerce hakaret veya düşmanlık olarak algılanmaktadır. Halbuki demokratik tekâmül ancak eleştiriye tahammülle mümkün olabilir. En ufak eleştiriye bile tahammülü olmayanların insani gelişmeye katkıdan ziyade zararı olur. Muhalefet etme ve eleştiri hürriyetinin olmadığı Türkiye ve benzeri ülkelerin insani gelişmişlik açısından geri kalmışlığın en canlı örnekleri olması bir tesadüf değildir. 



    Eleştiriye zerre tahammülü olmayan tahakkümcü anlayışların, tabiatları gereği, özeleştiriye de yatkın olmadıklarını görüyoruz. Bugünkü kötü gidişatın en önemli sebepleri işte tam da budur. Neredeyse tüm ideolojik mahallelerin muktedirleri eleştiriye tahammülsüz, özeleştiriye kapalı iken peşinden sürükledikleri kitlelerin olup bitenleri gereğince sorgulama hasletinden mahrum olması bu kısır ve karanlık tabloyu tamamlıyor. Sadece İslamcı kesimler değil, laikçi kesimler de az da olsa eleştiride/özeleştiride bulunma erdem, ahlak ve cesaretini gösterenleri hemen yaftalayarak “hain”ilan etmekte hiç gecikmiyor. Nasıl ki, Müslüman/dindar kisvesi altında her haltı yiyenlere ya da samimi Müslümanların yaptıkları yanlışlara karşı çıkmak dine hakaret değilse, Türkçülük kisvesiyle veya ırkçılığa varan milliyetçilik adına yapılan yanlışları eleştirmek de asla Türk düşmanlığı değildir. Irkçı veya aşırı milliyetçi ideolojileri benimseyerek giriştikleri hak ve hukuk ihlallerini, keyfilikleri, işledikleri mafyatik suçları eleştirenlere “Türk ve Türklük düşmanı” yaftası yapıştıranlar da İslamcılarla aynı ahlaksız taktiği uyguluyor. Tıpkı bunlar gibi iktidarın söylem ve icraatlarını eleştirmek, yanlışlarına muhalefet etmek de “devlet düşmanlığı” değildir. Aksine hem bir vatandaşlık hakkı hem de asla ihmal edilmemesi gereken kutsal bir vatandaşlık görevidir. 



    En temel insan hak ve özgürlüklerine, insani değerleri yücelten evrensel hukuka ve temel ahlaka mugayir eylem ve söylemleri her eleştirenin, yanlışlara her muhalefet edenin muktedirler tarafından “devlet/millet düşmanı” veya “hain” ilan edildiği ülkelerin despotik rejimler altında inim inim inleyen en geri kalmış ülkeler olması ise anlamak isteyenlere çok şeyler anlatmaktadır. “Devletin bekası,” “milletin birliği,” “ülkenin bütünlüğü” gibi söylemlerle perdelenerek icra edilen gayr-ı meşru işleri, işlenen suçları meşrulaştırma çabalarına yapılan haklı itirazlar “hainlik” değil, sorumlu vatanseverliğin en elzem gereğidir. 



    Maalesef, bugün Türkiye’de bugün “devlet” de tıpkı “din”gibi gayr-ı meşru işler yapanların sığındıkları bir liman, ahlaksızca kullandıkları bir kamuflâj haline getirilmiştir. Kaldı ki, insan onur ve hayatının, hak ve özgürlüklerinin kutsal görülmediği bir yerde varlık sebebi insanlara hizmet olan din ve devlet gibi unsurları (hele hele kötü niyetler için araçsallaştırılıp istismar ediliyorsa) kutsal addetmek kelimenin tam anlamıyla abesle iştigaldir. Öte yandan, feminizm adına yapılan yanlışları eleştirmek de ne feminizm ne de kadın düşmanlığıdır. Bana göre, bir ideoloji olarak feminizmi savunmakla kadın haklarını savunmak iki farklı şeydir. Feminizmi kadın haklarının tek müdafaa yolu olarak sunanların amacı kadın haklarını savunmak değil, kendi hayat tarzlarını tüm kadınlara dayatmaktır. Bir hayat tarzını kendileri gibi olmak istemeyenlere dayatmanın ise literatürde “despotizm”den başka bir adı bulunmamaktadır. 


    Bu yazıda ele almaya çalıştığım hususlar üzerine sayfalarca yazmak mümkündür ve mutlaka yazılmalıdır. Faillerin ideolojik tandansı, yaşam tarzı ve mahallesi her ne olursa olsun yaptıkları yanlışları sorgulamak, eleştirmek, dayatmalarına “hayır” demek, sindirme politikalarına itiraz etmek ve her türlü baskıya ses çıkarmak insan olmanın bir gereğidir. Tüm bunları iş edinmek ise, aydın ve entelektüellerin en başta gelen sorumluluğudur. Evet, doğrudur. İnsana yakışan bu tarz tavırlar almak bizimki gibi toplumlarda çok zordur. Bedeli çok ağırdır. Sonu hapistir, işkencedir, sürgündür ve hatta ölümdür. Bazen için için, bazen alev alev yanmaktır. Ama bedeli ne olursa olsun insan olma sorumluluğundan kaçamazsın. Tıpkı, sırf yanlışlara kendi meşrebince itiraz ettiği için hayatı hapislerde, sürgünlerde geçmiş ve en nihayet ölümü gurbet ellerde olmuş Nazım’ın dediği gibi, “Ben yanmazsam, sen yanmazsan, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa... ”


    21 Şub 2022 11:18
    YAZARIN SON YAZILARI