Televizyon dizileri fazlasıyla hayatlara müdahale ediyor. Alman sosyolog Ulrike Prokop’un 2006’da yazdığı “Medya Araştırmalarında Derin-Hermeneutik Yaklaşım” makalesiyle medya, yalnızca hikâye anlatmaz — duyguların ve bilinçdışının laboratuvarıdır.
Türk televizyon dizileri, ilk bakışta hep aynı formülde
ilerler: aşk, ihanet, kader, aile,kıskançlık, iktidar hırsı.
Ama bu temalar, sadece hikâyenin görünen kısmıdır.
Asıl mesele, dizilerin bize nasıl
hissettirdiğinde ve nasıl yönlendirdiğinde saklıdır.
Örneğin Kızıl Goncalar’da özgürlük, inanç ve
aidiyet tartışması vardır. Kısıtlanan özgürlükler ve diğer tarafta da aşırı
özgürlükçü anlayışın getirdiği handikaplara dikkat çekilir.
Hepsi yüzeyde birer dramatik çatışmadır ama aslında toplumsal duyguların
sahnelenme biçimidir.
Prokop’un deyimiyle medya, “bilinçdışı toplumsal anlamları” yeniden üretir.
Duygusal sahneler, toplumsal pedagojiler
Bir dizi sahnesinde ağladığımızda, sadece karakterle değil,
onun temsil ettiği duyguyla özdeşleşiriz.
Müzik, ışık, yavaşlatılmış kamera hareketleri bize “nasıl hissedeceğimizi”
öğretir.
Bu nedenle diziler, bir tür duygusal
eğitim alanıdır.
Toplum burada neye üzülüp neye sevinileceğini öğrenir. Toplum
mühendisliğinin sanat boyutu ayrı bir yazı konusu olabilir.
Örneğin, Kızıl Goncalar’da modernleşme ve gelenek
çatışması çözüme kavuşmaz, sadece dramatize edilir.
Yani toplum kendi iç gerilimini diziler aracılığıyla yaşar ama çözmez.
Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil.
Amerikan televizyonu da kendi bilinçdışını diziler üzerinden sahneler.
Breaking Bad’de Walter White’ın sıradan
bir öğretmenden yasadışı bir güce dönüşmesi, Amerikan orta sınıfının erkeklik
ve kontrol arzusunu temsil eder.
İzleyici onun yükselişini hem alkışlar hem korkuyla izler; çünkü o güç tutkusu
hepimizin içinde bir yerlerde vardır. Yani insanın içinde yatan bir canavara
dönüşebilecek kontrolsuz bir güç söz konusudur.
Prokop’un kavramlarıyla söylersek, bu diziler “bilinçdışı
arzuların toplumsal sahneleri”dir.
İzleyici hem özdeşleşir hem de kendini gizlice sorgular.
Medya, duygularla eğitir
Prokop’un en güçlü tezi şu:
“Medya araştırmaları, yalnızca anlamı çözümlemekle kalmamalı; duygusal ve bilinçdışı etkileri de görünür kılmalıdır.”
Bugün televizyon tam da bunu yapıyor.
Medya, sadece hikâye anlatmıyor; toplumun
duygusal reflekslerini biçimlendiriyor.
Kadın karakterin affı, erkeğin dönüşümü, annenin sabrı, babanın
pişmanlığı...
Bunlar sadece sahneler değil, duygusal roller.
Toplum burada nasıl hissedeceğini, kimi affedip kimi suçlayacağını öğreniyor. Yani insanlar filmler, diziler aracılığıyla
kendilerine modeller , roller belirliyorlar ve bir dönüşüm yaşıyorlar.
Medya bir aynadır, ama bu ayna sadece yüzümüzü değil,
bilinçaltımızı da yansıtır.
Biz dizileri, programları izlerken
aslında kendimizi izliyoruz: bastırılmış arzularımızı, korkularımızı,
özlemlerimizi. Yani diyemediğimiz, yaşayamadığımız duyguları en etkili biçimde
medya aracılığı ile tecrübe ediyoruz. Ama medya aynı zamanda bir illüzyondur.
Gerçeği çok sahte yüzleri ile ekranlara taşıyabilir.
Medya etiği
Medya etiği namustur. Gazeteciler, yapımcılar, içerik üreticileri toplumu aydınlatırken popülist söylemler, yanıltmalar, kandırmalar, sansasyonel haberlere tenezzül etmemelidirler. Medya toplumun aynası olurken önce vicdanın ve doğruların aynası olabilmelidir. Bu cesurca duruşa çok ihtiyacımız var.
Beyan gücü
Sonuç olarak günümüzün en etkili beyan gücünün başında medya, sosyal medya gelir. Derdimizi, neşemizi,problemlerimizi, heyecanlarımızı ve ifade edemediğimiz pek çok şeyi medya ile dile getiriyoruz ya da öğreniyoruz. Yazılı, görsel medyayı etkili kullanabilenlerin verdikleri mesajlar çok daha geniş kitlelere ulaşmaya devam edecektir. Tabii ki işin ruhu; samimiyet ve içeriklerin insana, hakikate ait olmasından yani üretimlerin insana ve gerçeklere tercüman olmasından geçiyor. Medyanın popülizme ve etkileşime kurban edilmeden ve doğruluktan asla taviz vermeden devamlılığının önemi ise temiz vicdanların sorumluluğuna emanet.
https://open.spotify.com/episode/03ls6rQ5drzkK5jnKE7hjc?si=4deaaf17884c410f