Adil Kadere Deriz ki…

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

21 Ara 2018 13:09
  • Bediüzzaman Hazretleri, 1922 yılında, İstanbul’dan ısrarla davet edildiği Ankara’ya geldi. Fakat, burada tam bir hayal kırıklığı yaşadı. Köklü bir medeniyet üzerine inşa edilen ülkenin yeni yüzü, milletin fikir ve inanç hayatından çok uzaktı. Millî mücadelenin yapıldığı gaye ile Üstad’ın karşısında bulduğu yapı farklıydı. Millet meclisinde millî değerlerimizi ihya adına birtakım çabalar gösterdiyse de büyük engellerle karşılaştı. Kasvetli bir havanın ufkunu kapladığı Ankara’da rahat değildi Bediüzzaman. Ruhunda başlamış olan manevi uyanışın etkisiyle 1923 yılının baharında Ankara’yı terk etti.

    Bediüzzaman, kendi tekliflerine kulak asmayan günübirlik politikaların içinde boğulup kalmış¸ ve üç gün ötesini görmekten  uzak milletvekillerine kızmış olarak Van’a gitti. Van’da Erek Dağındaki bir manastır harabesine çekildi. Burada günlerini ibadet ve tefekkürle geçirmeye başladı. 

    Bediüzzaman, o günlerde kararlı ve şuurlu tavrıyla Şeyh Said İsyanı’na karşı olduğunu şiddetle ifade etmesine ve Van ahalisini etkileyerek isyanın dışında tutmasına rağmen bir yüzbaşının komutasındaki jandarma müfrezesi 10 Şubat 1925’te Üstad Bediüzzaman’ın Erek Dağı’nda kaldığı mağaraya aniden bir baskın yaptı. Komutan, Hazreti Üstad’a sanki eşkiyalardan oluşan bir teşkilâtın başıymış gibi oldukça sert bir tavır ve üslupla davranıyordu.

    Sözde 'Üstad’ı uçsuz bucaksız Barla’ya sürüp'  orada unutturacaklardı. Fakat, bilmeyerek kaderin adil eliyle Bediüzzaman’ı zorla görev başına getiriyorlardı. Aktif olarak Risaleleri yazması için bilmeden onu zorluyorlardı.    

    Çağın problemlerine çareler sunacak olan böyle bir dehanın Erek Dağı’nda yekpare bir kayanın içine girip inzivada bulunmasını kader doğru bulmamıştı. Onun için, insanlar zulmetse de kader adil eliyle onu oradan çekip aldı. 


    Barla’daki “aktif direniş” diye adlandırabileceğimiz bir aksiyonun içine itiverdi ve bu hadiseler diliyle kader, Bediüzzaman’a şunları fısıldadı: “Allah sana bu zekayı, bu bilgiyi, bu kapasiteyi ihsan etsin de sen de onları kullanacağına buralara çekil. Bu reva değil!”

    Hz. Bediüzzaman, İslami bir dirilişi hayata geçirebilecek birikimi, kısa sürede çok genç yaşta elde etmişti. Artık o imamesi kopuk tesbih taneleri gibi birbirinden olabildiğince kopuk malumatları, sentez edebilecek, kendi deyimiyle yavrusuna süt haline gelmiş gıdayı verebilecek bir alim-i mürşid olmuştu. O, kendisi farkında olsun ya da olmasın bu bir hakikatti.

    Üstad Bediüzzaman da bunu şöyle değerlendiriyor:

    ‘Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete alet yapmak mı? Fakat bunu niçin tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle bir şey yoktur.

    Adil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddi-manevi füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevi kuvveti kaybedecektim.

    Ben maddi ve manevi her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddi ve manevi her şeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.’

     Bazen lütuflar cebri olarak zulüm içinde tecelli eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felaket gelir, hapse mahkum olur, zindana atılır. Fakat bu, adalet-i İlahinin bir nevi tecellisidir.

    Cenâb-ı Hak, daha önce bize lütfettiği ihsanları tam olarak değerlendirmediğimizden dolayı İlahî âdeti gereğince, bizi çeşit çeşit imtihanlara tâbi tutuyor bugün.  Zira, aslını ılımlı İslâm’da bularak insanlığı eğitmeye, dinler ve kültürlerarası diyaloğu geliştirmeye, dünyanın her kıtasında ihtiyaç sahibi insanlara yardım etmeye ve dünya barışına katkıda bulunmaya adamış böyle bir Hizmetin Türkiye’nin dar sınırları içine hapsedilmesine razı değildi. Kader adalet tokmağıyla başımıza vurup diyor ki:

    - Allah size bu imkanları, bu kapasiteyi bire bin yapın diye ihsan etti. Onları kullanıp dört bir yana açılacağınıza kendinize takılıp kaldınız! Bu reva değil! Çok zaman kaybettiniz haydi iş başına!

    Bir yandan da altının taş ve topraktan ayrılması gibi kendilerini sevgiye adamış bu hizmet gönüllülerinin hası hamından, saf olanı olmayanından ayrılmalıydı. Gelecekte on milyonlarca insanla köprüler kuracak cihan çapındaki bu mübarek hareketin temsilcileri test edilmeliydi. Sulh adacıkları oluşturmaktan başka bir sevdamızın olmadığını görmeliydi bütün dünya.

    İlahi Dergah’a her yönelişinde:

    “Allah’ım! Zâtında pek yüce olan İslam dinini i’lâ buyur; onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam eyle. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîbi’nin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından kıl!..”  

    duası bu olan güzel insanları belki de daha hayırlı güzel günlere geçme adına, Allah (celle celâluhu) muvakkat bir sıkıntıya maruz bırakıyor bu süreçte.

    İmana, Kur’an’a, millî mefkûremize, geleneklerimize ve an’anelerimize hizmet ettirmek için dünyanın dört bir yanına saçıyor bizi.

    Bugünler geçti mi, bir süre sonra dönüp geriye bakacak ve diyeceğiz ki:

     - Allah Allah! Bu imtihanlarda hayır varmış hakikaten. Açılmamıza vesile imiş. Koskocaman bir cihanın Hizmet’i duymasına, tanımasına, en azından ‘İnsanlığa umut verici bir şey varmış!’ demesine vesile imiş.” Allah (celle celâluhu) yaşadığımız ağır imtihanlarla bu günleri lütfetmiş.  

    “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey de hakkınızda şerlidir.” (Bakara, 2/216)

    Yaşadığımız ağır travmalarla, duyduklarımızla zorlanıyoruz, yıkılıyoruz bugün. Belki hırpalanıyoruz. Fakat sonra dönüp hadiseleri analiz ettiğimizde Üstad’ın dediği gibi:

    - Meğer bunda hayır varmış. Ben kaderin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddi-manevi füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevi kuvveti kaybedecektim, diyeceğiz.

    Bugün, maruz kaldığımız bu sıkıntılarla, mağduriyetlerle cihan bize bağrını açıyorsa çok güzel günlere ve zenginliklere yelken açıyoruz demektir.

    ‘…Cenâb-ı Hakk’a taşıyabilecek öyle bir çağlayana yelken açıyorsunuz ki, Allah’ın izni ve inayetiyle siz isteseniz dahi o çağlayan kenara çıkmaya fırsat vermiyor: “Hayır, deryaya kadar yolunuz var sizin!” diyor; “Sonra gidip orada buharlaşmaya kadar yolunuz var! Rahmet damlaları halinde göklere yükselmeye kadar yolunuz var! Rahmet damlaları halinde yere düşmeye kadar yolunuz var! İnsanları su ile beslemeye kadar yolunuz var! Çağlayanlar haline dönüşüp yeniden deryaya koşmaya kadar yolunuz var! Ne diye durağanlığa giriyorsunuz dar bir alanda?!’

       Hasılı, bela ve musibetlerin o çok çirkin simalarının arkasında rahmetin ve hikmetin gülen güzel yüzleri vardır.

     “Ayaklar, Allah’a giden yollarda şayet tozumuş ise, toza maruz kalmış ise, katiyen, ateş onlara dokunmaz.” buyuruyor Hazreti Ruh u Seyyidi’l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem).

    Elverir ki, bugüne kadar samimiyet, sadakat ve vefayla götürülen bu gönüllüler hareketine karşı duruşumuzu bozmayalım, aktif sabır içinde ümitle yolumuza devam edelim. 

    21 Ara 2018 13:09
    YAZARIN SON YAZILARI