“Tüh o asrın gayretsiz adamlarına!”

Fikret Kaplan

Fikret Kaplan

05 Tem 2019 10:01
  • Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi istikbalde gelecek nefret ve hakaretten sakınmak için, yani “Tüh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman tükürüklerin yüzümüze gelmemesi veyahut onları silmek için günümüzün merhamet hissini kaybetmiş vicdansızlarının, dilsiz şeytan kesilen dindarlarının ve onca ağır imtihana rağmen hala intibaha gelmemiş arkadaşlarımızın dikkatlerini çekmek için yazılmış bir arzuhaldir. Mahşerdeki o Büyük Mahkeme’ye sunulmuş bir dilekçedir.  

    Müslüman’ım, hümanistim, insan hakları savunucuyum…her şeyden önce bir kalp sahibiyim diyerek yüzüne geçirdiği bir maske altında üç maymunu oynayan insanların sağır kulakları çınlasın! 

    Birbirinden koparılan annelerin, evlatların…eşlerin iniltileri arşı titretir hale geldi. Sesler hıçkırığa dönmüş, sevinçler sinelerde boğulmuş ve her yanda çığlık çığlık kederin nağmeleri duyuluyor... İnsan hakları çiğneniyor, evrensel değerler ayaklar altına alınıyor ve âdeta mazlumlara kan kusturuluyor. Gözaltında, hastalık pençesinde, karanlık odalarda göklere yükselen âh u efgânı tartacak bir kantar mevcut değil yeryüzünde. 
     
    Ama kulaklar hala duymuyor bunları… gözler kör olmuş sanki.  

    Ne masum insanların çaresizlik içinde erimesi, ne gözyaşlarının ceyhun olması, ne yüreklerin dağlanması, ne anaların ağlayıp dövünmesi ve ne de babaların bağırlarının yanması merhamet hislerini harekete geçirmiyor, birazcık olsun kalpleri insafa sevketmiyor. Vicdanı ölmemiş bir insanı ızdıraptan kıvrım kıvrım kıvrandıracak her türlü kötülük bir tiyatro sahnesiymiş gibi izleniyor. 

    Halbuki, böyle acı manzaralar, her şeyden evvel sadece ‘insan’ olmanın gereği akıl taşıyanlara ‘insani’ bazı vazifeler yüklemekte. Buzlar arasında sıkışıp kalan bir penguene, ağaçta mahsur kalmış bir kediye gösterilen acıma duygusu, karanlık, soğuk beton duvarlar arasına boş yere mahkum edilen küçücük bebeklerden, onların çaresiz kalmış annelerinden esirgenmemeli. 

    İnsan olmanın üzerine, bir de inanç taşıyorsanız sorumluluğunuz kat kat artmakta. Zira, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ): “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, diliyle onun çirkin olduğunu söylesin ve kötülüğün önüne geçsin. Buna da gücü yetmezse, hiç olmazsa, o işin kötülüğünü vicdanında duyup müteessir olsun; çünkü bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” buyuruyor.

    Haksızlığı, iftirayı ve ihâneti gördüğü, duyduğu halde sadece taassup duygusu, âidiyet mülahazası, menfaat hissi gibi sebeplerle suçludan yana çıkmak, hatta tarafsız kalmak, Hakk’ın hükümlerini terk edip nefsânî rey ve şeytanî temâyül ile hareket etmek, Allah katında hâini himaye etme ve savunucusu olup onun vebâlini yüklenme anlamına gelir, diyor Kur’an.  
    “Kendi öz canlarına hıyanet edip duranları temize çıkarma adına mücâdeleye kalkışma, sakın onları savunma! Çünkü Allah, hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen, hıyânete dalmış mücrimleri asla sevmez.” (Nisâ, 4/107)

    İnsanlıkta, bilhassa bu hürriyet asrında ve medeniyet dairesinin hemen hemen tamamında hüküm süren “temel hak ve hürriyetler” düsturunu kırmaya, hafife almaya, dolayısıyla insanı küçük görmeye ve onun itirazını hiçe saymaya varan bu cürret hangi kuvvete dayanıyor? Hangi kanuna göre böyle bir muameleyi ortaya koyuyorlar? Belli değil.

    Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaş ortamında bile nasıl insanca davranılması gerektiğini şöyle nasihat ediyor: “Savaş mecburiyetinde kaldığınız zaman, mâbedlere sığınan insanlara ilişmeyin, kadınlara ilişmeyin, çoluk-çocuğa ilişmeyin!..” 

    Din bu, insan hakları bu… O yüzden, bu yaşananlar karşısında sessiz kalma, alakasız durma, insanlık adına ciddî bir kayıptır. 

    Gerçek anlamda insan hakları savunucusu olan Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi bir ses verseniz, bir iki adım atsanız hadiseler daha başka cereyan edecek ülkede. 

    Hiç olmazsa, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmadığı halde sırf haksızlık karşısında dik duran Mut’ım bin Adiyy’ gibi bir duruş sergileseydiniz. Hani, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tâif seferinden dönüşünde bir süre Mekke’ye girememiş, Nahle’de beklemiş ve Kureyş’in önde gelen isimlerinden bazılarına haber göndererek onlardan himâye talep etmişti. Ferîd-i Kevn ü Zaman Efendimiz, Mut’ım bin Adiyy’in himâyesinde şehre girebilmişti. Nebiler Sultanı, kendisini koruyup kollayacak ve muhalif bir rüzgâr karşısında bunu pazarlık mevzuu yapmayacak emin ve güçlü müminlerin bulunmadığı bir dünyada, insanî vasıfları hâiz bir müşriğin himâyesine rıza göstermişti. Mut’ım, o gece Kutlu Misafirini evinde ağırlamış; sabah olunca da O’nu silahlandırdığı oğullarının arasına alarak Kâbe’ye gitmiş ve O’na emân verdiğini bütün Kureyş’e ilan etmişti.

    Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefa sultanıydı. Mut’ım’in bu iyiliğini gönlüne nakşedecek, asla unutmayacaktı. Evet, Mut’ım bir müşrikti ama hakkın ve iyi olanın savunucusuydu. Bu hadiseden beş sene sonra Bedir’de Müslümanlar galip gelmiş ve bazı müşrikleri esir almışlardı. O zaman Mut’ım çoktan ölmüştü. Allah Rasûlü, onun oğlu Cübeyr’e, esirleri göstererek, şöyle demişti: “Eğer baban sağ olsaydı ve benden bunları hiç karşılıksız serbest bırakmamı isteseydi, sözünü ikiletmez, hemen bırakırdım.”

    Evet, Mut’ım bin Adiyy unutulmadığı gibi kendisini insanlığın hayrına adamış Hizmet gönüllülerine yapılan iyilikler de asla unutulmayacak. 

    Bunun yanında yapılan kötülükler hem bu dünyada hem de ahiretteki o büyük mahkemede hep hatırlanacak!.. Haksızlık karşısında dilsiz şeytan kesilip sustuysanız, alkış tutup zulmü cesaretlendirdiyseniz nasıl bir bahane ileri süreceksiniz? Allah bunun sebebini size sorduğunda ne cevap vereceksiniz?

    Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış ve pek çok ferdi ahirete göç etmiş bir Hizmetteki herkesin kul hakkına girmekten korkmuyor musunuz? Yüce sevdaları için Moğolistan’da, Tanzanya’da, Kazakistan’da, Singapur’da, Rusya’da, Japonya’da… Meriç’te, Ege’de…daha yüzlerce yerde toprağa düşmüş kahramanları nasıl bulup helallik isteyeceksiniz? Herkesin ‘nefsi nefsi!’ dediği o zor Mahşer Meydanı’nda onları karşınızda görünce ne diyeceksiniz? Onların da hakkı var bu işte. Bunun yanında, Allah’ın, peygamberin, dinin, Bediüzzaman Hazretleri’nin ve daha nice peygamber varisinin hakkı yok mu?

    İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) “gâye-i hayal” olarak resmettiği “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” dediği bu yüce hedefe savaş açanlarla birlikte oldunuz. O yolda canlarını ve mallarını ortaya koyan hizmet gönüllülerini engellediniz, ayaklarına prangalar vurdunuz, aman kalkar diye üstüne taşlar koydunuz. Yarın bu işin Sahibi (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ne diyeceksiniz? Allah’a nasıl hesap vereceksiniz? Kur’an’ın hakkını nasıl ödeyeceksiniz?

    Terörist diye ilan ettiğiniz; fakat kimi zaman parasızlık nedeniyle üç aile bir evde kalarak, kimi zaman düğününü yapar yapmaz daha evine yerleşemeden okuluna koşarak kimi zaman da altı ay boyunca sadece patatesle yaşayarak destanlara malzeme teşkil edecek hizmetler ortaya koyan bu yiğitler adaletin tam tecelli ettiği O büyük Mahkeme’de sizi bulacak! Ve ne yazık ki, yok olmalarına göz yumduğunuz bu garipleri bulup da ‘Hakkınızı helal edin!’ deme fırsatını da kaçırmış olacaksınız. 

    Gelecek nesillerin dahi kul haklarını ihtiva eden bu günahları aklı başında kim tasvip edip bu günahlara ortak olmak isteyebilir? 
     
    İşledikleri günahları bildiğiniz halde, şeytanî yorumların sevki ve dünyevî çıkar arzusuyla, mücrimleri müdafaa ederek onları kurtarmış olmuyorsunuz, diyor Kur’an. Aksine, onları bütün bütün yaktığınız gibi, vebâllerine de iştirak etmiş, böylece hâinlikle öz canına kıyanlar arasına girmiş ve Şefkat Peygamberi’nin şefaatinden mahrum olmuş bulunuyorsunuz.

    “Haydi diyelim, siz bu dünya hayatında onlardan yana tartışma ve savunmaya giriştiniz, iyi de ya kıyamet günü onları Allah’a karşı kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olup (yaptıklarının karşılığını ödeyecek)?” (Nisâ, 4/109)

    Madem bağlı olduğunuzu iddia ettiğiniz Risaleler adına Hizmet Câmiası hakkında ferman kesiyorsunuz, o halde Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin zulümler karşısında asla boyun eğmediğini ve dilsiz şeytan kesilip kalmadığını hatırlatmakta fayda var. O sonucu ne olursa olsun Hakk’ı savunmuştur. Bakın bize şöyle hitap ediyor: 

    ‘Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.’

    İşte, bütün bunlardan sonra diyoruz ki:
    Ey masum insanlara düşmanlık besleyenler ve ağzını, kulağını, gözünü kapatıp zulümleri reva görenler, çok büyük bir yanlışa ve günaha girdiniz. Masum bir kitleyi, milyonları, sırf geçici bir dünya metaı karşısında hedef alarak korkunç bir cinayet işliyorsunuz.  Aileleri parçalayıp ocaklar söndürdünüz. Kin ve nefret tohumları ekip büyüttünüz. Siz sadece Hizmet camiasına değil, evrensel hukuka, medeniyete, kısacası insanlık değerlerine savaş açtınız. 

    Rabbim daha mühletini tamamlamamışken, gelin vazgeçin! Fırsat varken tarih karşısındaki büyük hatalardan kurtulun. İnsan olmanın özüne dönün. İslam’a dokuz asır hizmet etmiş bu mübarek topraklarda güçlü sesler yükselirse insan hakları kolayca çiğnenemeyecek, evrensel değerleri ayaklar altına alınmayacak ve mazlumlara kan kusturulmayacak. 

    Bu mazlum hizmet gönüllülerinin daha fazla zulme maruz kalmasına göz yummayın. Sadece bir hırstan doğan nefrete kapılıp insanlığın geleceğini heba etmeyin. Aksi halde yaptıklarınız unutulmayacak ve tarihin siyah sayfalarında yüzyıllarca zulmünüzle anılacaksınız.

     “Aman vermeyin, vurun, iflahlarını kesin!” çığırtkanlıklarıyla dolu rezalet diyebileceğimiz kâbus gibi bir rüyada kendinizi güçlü, kuvvetli ve haklı görüyorsunuz belki bugün… Ama, o rüyadan uyandığınız zaman anlayacaksınız ne türlü bir bayrak dalgalandırdığınızı; şeytanın bayrağı mı, Hazreti Rahman’ın bayrağı mı?  

    "Herkes beklemede! Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanların, hidâyete erenlerin kim olduğunu yakında anlayacaksınız!" (Ta Ha Suresi, 135)

    Diğer yandan, arkadaşlarımıza gelince onlara da şunu hatırlatmakta fayda görüyoruz: 
    İnsanın, başına gelen musibetleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının olgunluğundan kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: 
    “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 4/79)  “Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.” (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir. 

    Bu ve benzeri ayet-i kerimelere bakıldığında ve kâinatta cereyan edip duran hâdiseler süzülüp satır satır incelendiğinde görülecektir ki, başımıza gelen bu ağır imtihanların, sevimsiz hâdiselerin hiçbirini rastlantıya vermenin, onların başıboş olduğunu düşünmenin imkânı yoktur. Çünkü bütün o hâdiselerin arkasında onlara hükmeden ve onları en ince hikmetlerle varlık sahasına çıkaran bir Hakîm vardır. İşte Bediüzzaman Hazretleri bir insan-ı kâmil tavrıyla, maruz kaldığı bütün eza ve cefaların, katlanmak zorunda bırakıldığı bütün elemlerin sebeplerini dışarıda değil kendi içinde, başka bir ifadeyle Allah (celle celâluhu) ile olan münasebetlerinde aramıştır.

    Bu yüzden, bir mü’minin muhasebe duygu ve düşüncesine sahip olması, kendisiyle yüzleşip hesaplaşması Kur’ân ve Sünnet açısından çok önemli bir telakkidir.

    Bediüzzaman Hazretleri, bu dinamikleri çok iyi kullanarak maruz kaldığı çeşit çeşit bela ve musibetler karşısında dimdik ayakta durmuş ve ömrünün sonuna kadar imana ve Kur’ân’a hizmet mücadelesini devam ettirmiştir. O, kendi ülkesinde sürgünlere maruz bırakılmış… hapishanelerde tecritte tutulmuş… mahkeme mahkeme dolaştırılmış… vatandaşlık haklarından mahrum edilmiş… din, düşünce ve vicdan hürriyeti engellenmiş… esaret zindanlarında zehirlenmiş… en yakınlarıyla bile konuşmasına müsaade edilmemiş.. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele görmüş.. hâsılı, “Eğer dinim beni intihardan menetmeseydi, bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar türlü türlü eza ve cefalara maruz kalmış birisidir. Evet, yaşadığı hayat şahittir ki, o, dünya zevki namına bir şey tatmamış, duymamış, yaşamamış, tam aksine bin bir çile ve ızdırap içinde bir ömür geçirmiştir. Hiç şüphesiz bütün bu muameleler ona kasıtlı olarak, haksız yere ve zalimane yapılmıştır. İşte bunca gâile ve musibet karşısında bile o, “Neden bütün bunlar benim başıma geldi?”, “Bu zalimler neden bana zulmedip duruyorlar?”, “Niçin bu musibetler bir türlü yakamı bırakmıyor?” demek yerine, derin bir muhasebe ve iç hesaplaşması içine girerek “Demek benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış.” diyerek kendine yöneliyor ve tam bir tevekkül, teslim ve tefviz içinde bir tavır ve duruş sergiliyor. 

    Bu duruşta başkalarını suçlama, onlarla kavga etme ve –hafizanallah– kaderi tenkit etme gibi musibetleri ikileştiren kayıplar yoktur. Aksine gelecek adına sağlam ve güvenilir adımlar atabilmenin teminatı vardır.

    O, hiçbir sûrette ulvî hakikatleri kendi şahsına alet yapmamış; iman ve Kur’ân hizmeti karşısında maddî-mânevî hiçbir beklentiye girmemiştir; girmemiştir zira ihlâsın zedelenmemesi, o dupduru hakikatlerin nefsî bir kısım mülâhazalarla kirlenmemesi için müthiş bir irade ortaya koymuş, bir aşkınlık sergilemiş ve böylece kendisinden sonra gelenlere rehber ve örnek olmuştur. Dolayısıyla Din-i Mübîn-i İslâm’a hizmet etmeye adanmış ruhlar, hizmetlerini sadece Hak rızasına bağlayıp kendilerini unutabildikleri ölçüde Hazreti Üstad’ın ve Hocaefendi’nin yolunda hak ve hakikate tercümanlık yapmış olacaklardır.

    Birbirimizin devrilmesine meydan vermememiz için oturduğumuz, kalktığımız, gezdiğimiz, tozduğumuz yerleri mutlaka sohbet-i Canan hesabına değerlendirmeliyiz. Fuzuli konuşmak yerine açıp bir kitap okuyarak, müzakeresini yaparak zamanı israf etmekten kurtulmalıyız. Deme damara dokundurmadan, eksik ve yanlışlarımızın muhasebesini yapmalı ve olgunlaşmaya bakmalıyız. Say u gayretimizle Hizmet’in bir ucundan hala tutabiliyorsak bu ihsan bize yeter. 

    Bilindiği üzere, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz Müslüman olmuş ancak müellefe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan birkaçı şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah’a ve Rasûlü’nedir.” diyordu. O Rehber-i Küll Muktedâ-i Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı: “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmeye razı değil misiniz?” Bunun üzerine Ensar-ı kiram efendilerimiz gözyaşları içinde, “Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.

    İşte, ey Hizmet-i Kur'aniye’de arkadaşlarım! Yaşadığımız bu zor hadiseler içinde bunca savrulanlar, devrilip gidenler varken, Cenab-ı Hakk’ın, fikirlerinizi bulandırmadan Kur'an hizmetinde sizleri sabit-kadem bir sadakatle korumasına razı değil misiniz? 

    Madem razıyız o halde, hayatımızı tefekkür, tedebbür ve tezekkürle değerlendirmeli; Sohbet-i Canan’la derinleştirmeli; sürekli kitap okuma, zikr u fikirde bulunma cehdi sergilemeli ve Allah’ın inayetiyle bu vesileler sayesinde hep canlı kalmalıyız. Hemen her konuyu evirip çevirip O’na getirmek suretiyle kurbet ufkuna yürümeliyiz. Böylece gönüllerimize asıl meselelerimizin gurbetini, yalnızlığını ve yetimliğini yaşatmamış oluruz.



    05 Tem 2019 10:01
    YAZARIN SON YAZILARI