Ayrılıklara Yazgılı Bir Hayatımız Var

Harun Tokak

Harun Tokak

29 Oca 2023 12:36


  • Siz bu yazıyı okurken biz bir sonbahar günü geldiğimiz İskandinavya’nın güzel şehrine veda etmiş olacağız.
    Neylersin!
    Ayrılıklara yazgılı bir hayatımız var.
    Her ayrıldığımız yerde kendimizden bir parça bırakıyoruz. Bazen geride en kıymetlilerimizi bırakıyoruz, kısa sürede edindiğimiz değerli dostları bırakıyoruz.
    Her sabah perdeyi açtığımızda görmeye alıştığımız parkı, parkı bekleyen ağaçları, dallarda baharı bekleyen kumruları, hemen her gün üzerinde yürüdüğümüz kıvrıla kıvrıla giden park yollarını bir daha göremeyeceğiz. 
    Ayrılıklar bize nereli olduğumuzu unutturuyor. 
    Geriye dönüp bakmanın çok acı verdiğini bildiğim için giderken arkaya bakmayı sevmiyorum. Taşkın pınarları andıran gözleri görmekten korkuyorum. Yorgun yorgun sallanan kollardan korkuyorum. 
    Yaraya basılan kızgın bir demir gibidir gitmeler. 
    Hayatı bıçak gibi keser.
    Şu kısacık hayata kaç ev, kaç kasaba, kaça şehir kaç ülke sığdırdık.
    Evin önüne gelen her kamyon, her araba ‘‘Sen artık buralı değilsin.’’ diyor ve bizi alıp başka diyarlara götürüyor.
    Kısa sürede Kuzeyin bu soğuk şehrini yürekleri ile ısıtan nice güzel insanlarla tanışıyoruz.
    O güzel insanlardan biri de hiç şüphesiz Muhacir Osman.
    Sürecin başlangıcında Türkiye’den gelmiş. Hem çalışıyor hem de bulunduğu şehirdeki hizmetlerle ilgileniyor. 
    Gayretli, heyecanlı bir genç. Orta boylu, melek yüzlü, mavi gözleri ise uçsuz bucaksız bir deniz. Davasına olan sadakati ve Sevda’sı onu bu süreçte bu soğuk şehre savurmuş. 
    Bu soğuk ülkenin soğuk şehrini yüreği ile ısıtmaya çalışıyor. Yürekleri iyiliğe sevdalı insanlarla bir araya geliyorlar, konuşuyorlar, projeler üretiyorlar. Özenle döşenmiş olan kültür merkezinde her daim yeni bir dünya kuruluyor. İyi yürekli insanların dünyası bu. Kültür merkezi çok fonksiyonlu kullanılıyor. 
    Sohbetler, toplantılar, kermesler, Kuran dersleri, Ahlaki değerler...
    Muhacir Osman bir gün, “Akşam, öğrenci arkadaşlar sizi bekliyorlar.” diyor. 
    Soğuk bir kış gecesi yola çıkıyoruz.
    Gece karanlık, yollar karlı-buzlu. 
    Yol boyunca kuzeyin bu soğuk ve sakin şehrindeki öğrencilerin kaldığı evi düşünüyorum. Hayalimdeki gibi bir ev değilse büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağımdan korkuyorum.
    Fakat hiç de öyle olmuyor. Daha kapı açılır açılmaz o evdeki üniversiteli öğrencilerin tebessüm yağmurlarında sırılsıklam oluyorum. Hepsi güler yüzlü, heyecanlı, sempatik, azimli ve yürekli gençler. 
    Bir kere ev pırıl pırıl. 
    Bir iş adamı çiğ köfte yoğuruyor, bir genç çay demliyor.
    Biraz soluklandıktan sonra birlikte yatsı namazı kılıyoruz. 
    Avrupa’nın bu soğuk ülkesinde, bir kış gecesinde bir apartmanın meçhul bir dairesinden göklere “Ya Cemilü, ya Allah!” sesleri yükselirken ben seccademin üstünde kanatlanmış uçuyorum. 
    Hayalim yıllar öncesine gidiyor.
    1975 sonbaharı...
    Dev gökdelenlerin arasında bir elimde bavul, diğer elimde kutsal bir muska gibi sakladığım adres yürüyorum. 
    İzmir büyük bir şehir. 
    Adres beni Hatay semtindeki beş katlı bir binaya götürüyor. Başımı kaldırıp apartmanın alnındaki yazıyı okuyorum.
    Gültekin Apartmanı… 
    Elimdeki tahta bavulla ikinci kata çıkıyorum. Uşak’tan tanıdığım İbrahim Ağabey, her zamanki sevecen haliyle, gökdelenlerin arasında gökten inmiş bir melek gibi karşımda duruyor, yüzünde yine o tatlı gülümseme ile…
    “Geldin demek.” diyor.
    Sarılıyor, kucaklıyor beni.
    Uşak’ta öğrencilerle kaldığı İstasyon Caddesi’ndeki eve her gittiğimizde de öyle yapmaz mıydı? 
    İbrahim Ağabey beni üç-dört kişinin kaldığı bir odaya yerleştiriyor. 
    Ne kadar sade bir oda bu! İki, üç tane ters çevrilmiş tabut gibi duran sunta ve onların ortasına serili bir kilim. 
    Akşama doğru evin sakinleri birer ikişer geliyorlar.
    Bu evde, daha önce hiç tanımadığım üniversiteli gençler arasında kendimi güvende hissetmeye başlıyorum. Bu masum Anadolu çocukları ile yaptığımız ilk çay sohbeti bizi kırk yıllık birer ahbap haline getiriyor. Daha o gün bizi “biz” yapacak olan evde olduğumun farkına varıyorum. 
    Değerli dostum Engin Sezen’inin o enfes tasviri ile yer minderinde Risale okuyan, buram buram huzur buğuları içindeki o mutfakta patates yemeği yapan, yarın sınavı olan arkadaşının o haftaki nöbetçiliğini üzerine alan, arkadaşları için tam bir hasbilik içinde çay demleyen, sonrasında, herkesi odasından “Arkadaşlar çay hazır!” diye salona davet eden bir hasbiler kafilesinin arasında olduğumu fark ediyorum. 
    Yemeklerimizi kendimiz yapıyoruz. 
    Hemen her gün patates, yanında pilav ve çorba… 
    Ama ne lezzet!   
    Yemekten sonra, topluca namaz… Bir yandan ev ahalisi toplu tesbihatını yaparken, diğer yandan günün nöbetçisi bulaşıkları yıkıyor. Bu arada kocaman bir çaydanlık çayı hazır ediyor. 
    Ah, o demli çaylar… 
    Her pazar genel temizlik yapıyoruz. Banyo ve tuvaletin temizliğini devamlı İbrahim Ağabey yapıyor. 
    Alçakgönüllü olmanın, olgunlaşmış insanlarda daimî hal olduğunu İbrahim Ağabeyin şahsında fark ediyorum. Onun sürekli kitap okuması çok hoşuma gidiyor. 
    Mahallede oynayan çocukları eve davet ediyor, onlarla yetişkin insanlarla konuşur gibi sohbet ediyor. 
    Gecenin bir saatinde teheccüd namazına kalkıyor. Evin diğer sakinlerini rahatsız etmeden usulca abdestini alıyor ve loş ışıkta nurlu bir sütun gibi uzun süre kıyamda duruyor. 
    Sevgi, ruhaniyat dolu evin odalarında dolaşıyor. Bu evde, diğer öğrencilerle birlikte sanki bir saadet rüyası yaşıyor.
    Her an ruhumda cennet yaylalarının ferahlatıcı esintilerini hissediyorum. 
    Her sabah yeni bir coşkuyla uyanıyor, lambanın loş ışığında kıldığımız sabah namazlarının ardından duamızı, tesbihatımızı yapıyor, mütevazı kahvaltımızdan sonra okulumuza gidiyoruz.
    Evimiz mütevazı ama bizde bıraktığı duygulara göre sanki sihirli bir ülkenin büyülü şatosu gibi. 
    Maneviyata karşı mesafeli olarak tanıdığımız İzmir’de günlerimiz oldukça bereketli geçiyor. Her şeyden önce güzel arkadaşlarla kalıyorum. Hocaefendi’nin bizzat kendisinin yaptığı fakülte sohbetlerine ve ilahiyat talebelerine okuttuğu tefsir, hadis derslerine katılıyorum. Cuma günleri her biri bir tarih olan Bornova vaazlarına gidiyorum. 
    Ömrümün ‘‘Gülen’’ günleri zamanın harabeleri arasından kendine yol bulup giden billur bir nehir gibi akıp gidiyor. 
    İzmir’de sadece talebe evleri değil, hemen bütün aile evleri bir mektep, bir arı kovanı gibi çalışıyor. Kaldığımız eve, Hatay semtindeki iş adamları geliyorlar. Birlikte sabah namazı kılıyoruz, ders yapıyoruz. Bazen akşamları da geliyorlar. Evlerinden pasta, börek getiriyorlar. 
    Meğer Hocafendi bütün dershaneleri iş adamlarına zimmetlemiş. “Boş bırakmayın.” demiş. 
    Arada bir Abdullah Aymaz ve İsa Saraç ağabeyler geliyorlar. Onların ziyaretleri bizi ziyadesi ile mutlu ediyor. Sessiz bir sistem muhteşem bir şekilde işliyor. 
    Abdullah Ağabey sürekli etrafına ışık saçan biri. Yüzü sanki kafasının içinde ilahi bir ışık varmışçasına nur gibi parlıyor. Gözlerindeki ve yüzündeki ışık hepimizi etkisi altına alıyor.
    İzmir’deki buluşma mekânlarımızdan biri de Kemeraltı’ndaki Mina-Merve Kitabevi. Burayı tam bir Osmanlı hayranı olan Şakir Ersoy işletiyor. Her daim bir insan seli gibi akan Kemeraltı Caddesi’nin kalabalıklarına kitap ve mürekkep kokuları sunan bu ilim ve irfan yuvası, kültür kimliğimizin oluşmasına çok değerli katkılar sunuyor.
    Bir yaz akşamında İzmir Fuarı’ndaki Altın Nesil Konferansı’na gidiyoruz. Konferansın verileceği İzmir Fuarı ana-baba günü. 
    Yemyeşil çimenlerin üzerinde pırıl pırıl gençler topluca akşam namazı kılıyorlar. 
    Yazlık bahçedeki ağaçların dalları oğul veren arılar gibi insan dolu.
    Ekici Över Salonu’nun sahnesinde önce Mehmet Ali Şengül Hoca’mız görünüyor. O tiz ve temiz sesi ile Hocaefendi’yi takdim ediyor.
    Geleceği omuzlarında bayraklaştıracak nesillerin vasıflarını anlatmaya başlıyor Hocaefendi. İnsanlığın karanlıklar içinde kıvrandığı bir dönmede, çölün bağrından fışkırıp çıkan ve bir hamlede dünyanın kaderini değiştiren, bir nefhada üç kıtada umudun sesi soluğu olan sahabelerin hayatlarından örnekler veriyor.
    Dersleri, sohbetleri, vaazları, kampları, konferansları, ağabeyleri, ablaları, iş adamları, ışık evleri, yurtları, okullarıyla İzmir bizim ve bizden sonraki kuşaklar için bir mektep oluyor.
    Ege’nin o bereketli toprakları canıyla, malıyla, imanıyla davasını seven, yaşatma sevdası ile dopdolu olan evlatlarını yetiştiriyor.
    Aradan geçen, neredeyse, yarım asır sonra gittiğim gurbetteki bir ‘‘Işık Evi’’nde yüreklerinde aynı duyguları yaşatan, yüreklerinin yangınları ile yarınlara yürüyen pırıl pırıl gençleri görünce hiçbir şeyin boşa gitmediğini görüyorum.
    Ve Allah’a şükrediyorum.
    Ve bir sonbahar günü geldiğimiz İskandinavya’nın güzel şehrine veda ediyoruz.
    Ayrılıklara yazgılı bir hayatımız var.
    Her ayrıldığımız yerde kendimizden bir parça bırakıyoruz. Bazen en kıymetlilerimizi bırakıyoruz.
    Şu kısacık hayata kaç ev, kaç kasaba, kaç şehir, kaç ülke sığdırdık. 
    Yaraya basılan kızgın bir demir gibidir gitmeler.
    Hayatı bıçak gibi keser.
    Neylersin rotamızı kendimiz değil kaderimiz çiziyor.


    29 Oca 2023 12:36
    YAZARIN SON YAZILARI