Ben Buna Güveniyorum

Harun Tokak

Harun Tokak

25 Şub 2024 12:15

  • Hiç gelmeyecekmiş gibi olan bahar uç veriyor. Toprak buhar buhar kabarıyor, martılar uçuyor, dallar tomur tomur şişiyor.
    Cemreler havaya çoktan düştü.
    Suya, toprağa düşmek için gün sayıyor.
    Gurup halinde uçan martılardan ikisi gelip penceremin karşısına konuyor.
    Sanki bana bir müjde vermek istiyorlar.
    Biraz sonra telefonum çalıyor.
    Ekranda karların, fırtınaların arasından doğan bir güneş gibi  kadim dostum Kudret Bey görünüyor.
    “Ben Meriç’i geçerek Almanya’ya geldim.” diyor. “Şu anda bir mülteci kampındayım.”
    “Belli oluyor.” diyorum.
     Her zamanki gibi o tatlı gülümsemesi yerleşiyor yüzüne.
    Arka fonda bir mülteci yıkadığı çamaşırlarını ranzaların başlıklarına asıyor.
    İnce uzun boylu fidan gibi bir delikanlı.
    “Oda arkadaşım.” diyor. 
    “Biri Mardinli diğeri Bingöllü iki mülteci ile aynı odayı paylaşıyoruz.
    Bu süreçte ben de tutuklandım.
    Üç yıl kadar hapis yattım.
    Hapisten çıktıktan sonra da ölümü göze alıp Meriç’ten geçerek buraya geldim.”
    Uzun zamandır görmemiştim onu.
    Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmadıktan sonra Rusya coğrafyasına gitmiş, oralarda destansı hizmetler yapmıştı. 
    Ezansız topraklarda onunla bir cuma günü birlikte namaz kılmıştık. 
    Bir dönem Altınordu Devleti’ne başkentlik yapan Astrahan şehrinde kıldığımız o cuma namazını hiç ama hiç unutamadım.
    Anasına kavuşmuş bir evlat gibi Volga’nın kollarını açarak beş on koldan kendini Hazar'a bıraktığı dantela gibi deltanın kıyısında kıldığımız o cuma namazında okuduğu hutbe şifahi edebiyatın şah eserlerindendi.
    O gün ona ‘‘Bu hutbeyi bir de Hocaefendi’nin huzurunda okuyacaksın.’’ dediğimde
    ‘‘Sakın böyle bir şey yapma, okuyamam.’’ demişti. ‘‘Heyecandan kalbim durur, hutbe yarım kalır.’’
    ‘‘Bilal-i Habeşi’nin ezanı gibi mi?’’ demiştim.
    Galiba bir bayram öncesiydi. Altunizade’deki 5. Kat’ta bir toplantıdaydık.
    Dünyanın her yerinden gelmiş alperenler de oradaydı.
    Hocaefendi, “Cuma hutbesini Kudret Hoca mı okuyacak?” dedi.
    Kudret Bey’in yüzü gül gibi kızardı. Dönüp bana baktı.
    “Yapılacak bir şey yok” dedim. ‘‘Gördün, seni işaret etti.’’
    “Senin başın altından çıktı bu.” dedi.
    O gün o hutbeyi Hocaefendi, meyve yüklü bir dal gibi başını önüne eğerek dinlemişti.
    Herkes onun hitabet kudretine, yürek cesaretine, samimiyetine, hafızasına hayran olmuştu.
    “Hatırlıyor musun?” diyorum “Bir gün Hocaefendi’nin huzurunda bir hutbe okumuştun.”
    “Hiç unutmadım ki!” diyor.
    “Hapishanede cuma namazlarını ben kıldırıyordum.
    Koğuşun beton zeminine serdiğimiz battaniyelerin üzerinde namazlarımızı kılıyorduk.
    Koğuşu minik bir Bornova edinmiştik.
    Bir keresinde hapishane arkadaşlarıma Hocaefendi’nin huzurunda okuduğum o 10 Şubat 1978 hutbesini okudum.
    ‘Muhterem Müslümanlar!
    Elde edilen kazançların heba olmayacağı, çekilen zahmetlerin, dökülen gözyaşlarının israf olmayacağı, akıtılan terlerin boşa gitmeyeceği bir anlayış, bir hayat tarzı, bir kanaat vardır.
    Bunu İslam getirmiştir.
    İnsan katiyen bilir ve inanır ki burada kaybettiği her şey baki bir surette öbür alemde kendisine verilecektir.
    Apaydın bir mazi, yıldız yıldız mefahir bu inanç üzerine kurulmuştur.
    Allah Rasulü (s.a.v) cemaatini bu anlayış içinde yetiştirdi.
    Bu anlayış içinde olan bir cemaat dünyanın kaderini değiştirdi. 
    Mekke vadisinin her taşına, her kumuna her çakılına, Betha’nın kenarına, köşesine, bütün kayalarına işlenen bir ses, bir soluk vardı. 
    ‘Ehad! Ehad!’
    Kan ve ter içinde boğuk soluklarla Mekke’nin her vadisine işlenen bu ses kıyamete kadar devam edecekti.
    Her vadide Allah davasının bir mecnunu, bir gönül vermişi ‘Ehad! Ehad!’ diye Allah’ın adını vadilere, Betha’nın her köşesine nakşetti. 
    Bilaller, Habbablar, Ammarlar ve daha niceleri Allah Rasulü’ne gönül verdiği için ayaklarına ip bağlanıyor ve Betha’da sürükleniyordu.  
    Müslümanlar yurtlarını yuvalarını terk etmek zorunda kaldılar.
    Medine’yi mekân tuttular. Allah Rasulü ilk iş olarak bir mabed inşa etti. Bilal o mabedin bülbül sesli müezzini oldu.
    Artık Bilal, her gün yanık sesiyle göklerin merhametini, rahmetini ve şefkatini geniş ufuklara, ruhlara, gönüllere şelaleler gibi döküyor, Medineliler onun sesiyle oturup kalkıyor, onun sesiyle mescide koşuyordu. Medine her sabah Bilal’in yanık sesine uyanıyor; her akşam, bir günün daha bittiğini Bilal’in sesi ilan ediyordu. Medineli çocuklar Bilal’in sesiyle besleniyor, büyüyordu. Bilal ezan okurken adeta gökler yere eğiliyor, yer göğe doğru kanatlanıyordu. Ne güzel bir sesi vardı Bilal’in. Kutlu Nebi, huşu ile ürperten bu sesi hep yanında taşıyordu. Yolculuklar ve seferler bu sesle yoğruluyordu...
    Güllerin Efendisi bir gün bütün bütün gurup edince Medine birdenbire ona zindan oldu. 
    Medine ona dar geldi.
    Halife Hazreti Ebu Bekir’in karşısına çıktı. ‘Ben Efendim’den işitmiştim. Müminin en faziletli ibadeti cihattır, buyurmuştu. Müsaade edersen ben sınır boylarına gitmek istiyorum.’
    ‘Bize kim ezan okuyacak Bilal?’
    ‘Ben O’ndan sonra ezan okuyamam.’ 
    Koca Halife gözyaşlarını tutamadı.
    Bir iki defa denemişti ezan okumayı ama sonunu getirememişti. “Eşhedü enne Muhammedün Rasulullah’a gelince ayaklarının bağı çözülmüştü.
    Yere yığılıp kalmış, kollarından tutup toprak damın üstünden indirmişlerdi.
    Ne gönüldü ne bağlılıktı!
    Bilal, hayatının sonuna kadar Şam önlerinde, sınır boylarında cepheden cepheye koştu.
    Hazreti Ömer, Kudüs’ün anahtarlarını almaya gittiğinde Şam’a da uğramıştı. 
    Onun da vefatına az bir zaman kalmıştı. Diyar-ı İslam’ı geziyordu. Yaşlanmış, beli bükülmüştü.
    Araya adamlar koydu.
    ‘Ne olur, Bilal bir ezan okusun! Gül devrinin o güzel günlerini yeniden bir hatırlayalım.’
    Bilal de yaşlanmıştı. 
    Lakin Allah Resulü’nün bu ikinci halifesinin içten arzusunu kırmak olmazdı.
    Herkes evlerinde rahat oturuyordu.
    Kumandanlar askerlerinin başındaydı.
    Birdenbire Şam’ın yüksek bir kubbesinin başından göklere doğru bir sesin yükseldiği duyuldu.
    Bu sesi daha birkaç sene önce Medine’de sık sık duyuyorlardı.
    Yataktan fırlayan, yorgan artan, kapıları çarpan dışarıya koştu. Olur mu olur! Acaba Allah’ın Rasulü dirildi mi? Bilal ötüyor böyle bülbül gibi.
    Ömer hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. 
    İnsanlar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
    Allah’ın huzurunda olma havası içinde gönüller yeniden heyecanlanmış, müminler yeniden duygulanmıştı. 
    Güllerin Efendisi’nden sonra Bilal’in okuduğu ilk ezan oldu.
    Ve aynı zamanda son ezan…’
    O gün hapishanede cuma namazı bitti ama biz de bittik. Çok duygulu bir cuma oldu.
    Ben ağladım, hapishane arkadaşlarım ağladı.
    Gözyaşları sel oldu aktı. Beton zeminde gözyaşlarından billur derecikler oluştu.
    Sanki Volga’nın hazin şırıltıları arasında,  sanki Bornova Camisi’nin minberinde, sanki FEM Dershanesi’nin üzerindeki 5. Kat’ta konuşuyordum. Zindanda olsak da içimizdeki ışık, dünyanın bütün zindanlarını aydınlatacak kadar güçlüydü…”
    Kudret Bey ateşin bir hatip gibi coşmuştu. 
    Konuyu değiştirmek için “Ne kadar kaldın hapiste?” diyorum.
    “Üç yıla yakın.” diyor, “Bu süre zarfında 23 kez hâkim karşısına çıktım. Hâkimin, ‘Fethullah Gülen’i tanıyor musun?’ sorusuna,
    ‘Evet, tanıyorum ve seviyorum.’dedim. ‘Ben ondan önceki hayatımı yaşamış saymıyorum. O bizim ufkumuzu, hayallerimizi değişirdi, on binlerce Anadolu evladını ömürlerinin baharında hiç bilmedikleri tanımadıkları ülkelere saldı.’
    Arkadaşlar ‘Böyle giderse ömrün demir parmakların arkasında geçecek.’ dediler. ‘İsterse yirmi yıl versinler, isterse müebbet versinler hiç umurumda değil. Hakikati bugün değilse ne gün haykıracağım.’ dedim.
    Hâkimin, ‘Darbe ile ilgili ne düşünüyorsun?’ sorusuna, ‘Darbe yapanın Allah belasını versin!’ dedim.
    ‘Her çıkan aynı şeyi söylüyor. Hem yapıyorsunuz hem de lanet okuyorsunuz.’ dedi hâkim.
    ‘Hâkim Bey, Hâkim Bey!’ dedim. ‘Biz darbe yapmadık. Biz masumuz. Siz darbe yapanları yargılayamadığınız için bizim gibi masumlara gücünüz yetiyor. Ama bu mahkeme burada bitmedi, bitmeyecek bu dünyada olmasa bile yarın mahşerde görüşeceğiz. Siz de çok iyi biliyorsunuz darbeyi kimlerin yaptığını.”
    Onun bu kahramanca savunmasını dinleyince, mazlumların yıldırım sesli savunucusu Bekir Berk’i hatırlıyorum. 
    Bir çantası, bir anası, bir de davası olan Bekir Berk’i...
    1960’lı yıllar...
    Elinde çantasıyla düşüyor yollara...
    Sırtında cübbesi, çantasında kefeni giriyor salonlara… 
    Mahkeme salonlarını gür sesiyle velveleye veriyor.
    Onu görünce gözleri parlıyor mazlumların.
    Suları çekilmeye yüz tutmuş umut pınarları yeniden coşuyor. 
    Gecenin en karanlığında çakan bir şimşek gibi parlıyor umutsuzluğun çöktüğü mahkeme meydanlarında. 
    Bir gün Ankara'da temyiz mahkemesine katılıyor.
    Salonda manzara müthiştir. Yuvarlak bir masa etrafında 27 Mayıs İhtilali''nin karanlık yüzlü yargıçları çöreklenmiştir.
    Ülkenin başbakanını, bakanlarını asan Egeseller, Başollar oradadır.
    Sık sık ellerini masaya vurarak, dinlemez gibi görünüyorlar. Kin ve nefret dolu gözlerle süzüyorlar Bekir Berk’i.
    Lakin Bekir Berk, Fransız ihtilalindeki Berriyar gibi; “Ben size iki şey sunuyorum.” diyor. 
    “Hakikatı ve kafamı. 
    Birinciyi dinledikten sonra ikincisi hakkında dilediğiniz kararı verebilirsiniz.” diyecek kadar korkusuzdur.
    Hakimlerin umursamaz tavırlarına hiç aldırış etmeden 40 dakika savunmasını yapıyor ve elindeki bütün belgeleri mahkemeye tek tek sunuyor.
    Sonra da zapta geçirilmesini istiyor.
    Savcı Egesel, iyice öfkeleniyor.
    “Neye güveniyorsun Bekir Berk?” diye bağırıyor.
    Bekir Berk, çantasını açıyor.
    Herkes yeni bir belge sunacağını düşünürken, bembeyaz bir top kumaşı çıkarıp, masanın ortasına fırlatıyor.
    Yanından hiç ayırmadığı kefenidir. Osman Demirci Hoca’ya zemzemle yıkattığı kefeni...
    Mahkeme heyetinin gözleri fal taşı gibi açılıyor, elleri titriyor.
    Bekir Berk kükrüyor;
    “İşte ben, buna güveniyorum!” 

    25 Şub 2024 12:15
    YAZARIN SON YAZILARI