Hoşgörü bizim yamaçlarımızın gülüdür

Hüseyin Kara

Hüseyin Kara

19 Ara 2017 12:16
  • Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek ve olabilecek kusurlarını hoş görmek iman dünyamızın en önemli şiarlarındandır.  İçimizdeki nefrete nefret duymak da aynı kaynaktan beslenen diğer bir vasfımızdır. Mümindeki bu anlayış ne kadar ihlaslı olursa neticeleri o kadar bereketli olur. 

          Allah’a inanan insanların, imanlarının gereği olarak, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma mecburiyetleri vardır. Allah’ın ahlakı ise son elçisi Hz. Muhammed Mustafa’da (sav) tecessüm etmiştir. O’nun hayat-ı seniyyeleri, müminler için yanılmaz ve yanıltmaz ölçüler barındırdığından, başka kıstas aramaya gerek yoktur. Bütün peygamberler ümmetleri ile diyaloglarını hoşgörü zemininde sürdürmüşlerdir.

            Buna benzer kavramları Batı dünyası, hümanizma adı altında tolerans kavramı ile çoğunlukla istismar etmiştir. Niyetlerinde samimiyet olmadığı için sonuçta bir arpa boyu mesafe kat edemedikleri gibi, Birinci ve İkinci Dünya Harpleri’ne de engel olamamışlardır. 

             Son zamanlarda hayvan sevgisinin nerede ise insan sevgisin önüne geçirilmiş olması anlaşılır bir şey değildir. Normalde ev ortamında yaşamaları gereken dünya çapında milyonlarca insan yoksulluk ve fakirlikten dolayı evsiz yaşamak zorunda kalıyor. Buna karşılık dışarıda yaşayabilmesi mümkün olan hayvanların evlerde beslenmeleri ve adeta evlat yerine konulmalarını hayvanseverlikle izah etmek mümkün değildir. Hatta insana karşı en büyük bir saygısızlıktır.  

             İslam medeniyetinin temelleri sevgi ve hoşgörü üzerinde kurulup gelişmiştir. Müslümalara göre mahlukatın yaratılış mayasında muhabbet vardır. Bu muhabbetin merkezinde insan, çevresinde ise yakınlık derecesine göre canlı, cansız diğer varlıklar  bulunmaktadır. 

            Batıda karşılığı tolerans olan bu sihirli sözcük, bizim dünyamızda pek çok paslı kilidin açılmasına yarayacak anlamlar taşımaktadır. Zira, çoğu zaman muhataplarından olumlu bir karşılık görmeseler, hatta şiddete maruz kalsalar bile enbiya üslubundan asla taviz vermemiştir. Şüphesiz, hoşgörü her türlü olumsuzluğa tahammül etmek demek değildir. Voltaire’nin dediği gibi ‘Anlaşmazlık insanın en büyük hastalığıdır. Hoşgörü de en büyük çaresi.’ Dolayısıyla anlaşma ve uzlaşmanın yolu hoşgörüden geçer.

              Bir arada yaşamak zorunda olan insanların birbirlerinin görüş ve düşüncelerine tahammül etmeleri ve birbirlerini anlayışla karşılamaları kadar doğal bir tavır olabilir mi? Çünkü; insan, ihtiyacı yeryüzündeki canlılar arasında en çok olduğu halde, bunların pek azını tek başına karşılayabilen bir varlıktır. Buna rağmen bir başkasına veya farklı bir fikre tahammül edemeyen insanların sayısı her geçen gün artış gösteriyor ve çatışma sayısı da çoğalıyorsa, hoşgörü çoktan diyarlarımızı terk etti demektir. 

                İçinde yaşadığımız toplumun en dar dairesi olan aile içi münasebetlerde başlaması gereken hoşgörü, dalga dalga yayılarak toplumu sarabilmelidir. Sonrasında eğitim kurumlarına sirayet edip  gençlerin birbirlerine katlanma kültürüne dönüşmelidir. Farklılıkları birer zenginlik olarak algılamak gibi medenî bir duruş sergilemek varken, farklılıklar asla ayırım sebebi olarak görülmemelidir. 

                 Asrımızın insanı, silahtan daha çok dilden yara alıyor. İnsana karşı hoşgörüsüz, bağnaz ve katı bir uslup kullananlarla aynı ortamlarda yaşamak oldukça zorlaşmakta ve bütün kavga ve cidaller bundan beslenmektedir. Bu katı tutum şahıslar arasında olabileceği gibi, topluluklar ve devletler arasında da olabilir. Nice kavgalar ve nice harpler nezaketsiz, hoşgörü taşımayan cümlelerin sonucunda meydana gelmemiş midir! ‘İnsanoğlu dilinin altında gizlidir’ diyen Mevlana, bu gerçeğe parmak basmaktadır.
               
    Hoşgörü anlayışının bir fantezi olmadığını, tam tersine peygamberane bir duruşun adı oduğunu anlamak için onların hayatlarına daha yakından bakmak gerekir. Bütün peygamberlerin, meslek ve vazifelerinin gereği olarak her zaman hoşgörü ve müsamahalı yaklaşımlar sergilediklerini görmekteyiz. Etrafındakilerini daima kırıp döken enbiyaya rastlamak mümkün değildir. 

               Muhataplarından çoğunlukla tepki gören enbiya, her defasında onlara karşı müsamahalı olmayı tercih etmişlerdir. Çünkü şiddet kullanarak kalplere girilemiyeceğini en iyi onlar bilmekdeydiler. Zaten peygamberlerin hepsi aldıkları ilahî terbiyenin gereği olarak hoşgörüsüzlüğe kapalı bir hayat yaşamışlardır. Küçük abdest bozarak mescidin bir köşesini kirleten bedevîye karşı bile Efendimiz’in(sav) tavrına bakıldığında, yine hoşgörü sınırlarını aşmadan çözüm üretmesi çok manidardır. Hoşgörü ve müsamaha ile başkalarının tavırlarına katlanma dersini Efendimiz’den (sav) alan sahabe-i kiram, gittikleri yerlerin kapılarını bu sihirli anahtar ile açmaya muvaffak olmuşlardır.  

                Devlet- Âliye-i Osmaniye’nin fethettiği coğrafyalarda sevilmesinin sırlarını araştıran herkesin ortak kanaati; yerli halka gösterdikleri hoşgörü ve müsamahada gizlidir. Hiç kimsenin dinine ve inançlarına baskı kurmamış , hatta herkesin ibadetlerini serbestçe yapabilmelerine teminatlar vererek onları rahatlatmışlardır. Hakim konumda iken gösterilen hoşgörü en kıymetli olanıdır. Buna muhatap olan insanların, eğer insanlıklarını yitirmemişlerse, bu asil tavra cevap vermekte gecikmemeleri gerekir. Nitekim öyle de oldu. Yıllarca barbar millet olarak anlatılan müslüman Türklerin, kendilerine gösterilen hoşgörü atmosferinde gönüllü olarak İslam dinini seçtikleri görülmektedir. Balkanların İslamlaşmasını başka türlü açıklamak imkansızdır.

                Hoşgörü ve müsamaha aynı zamanda, müslüman ahlakının bir parçası olup, asla bir acizlik ve tavizkarlık barındırmamaktadır. Çünkü müsbet hareket, mülayemet ve nezaket iman yamaçlarımızda yetişen güller olmaları itibarıyla yerli oldukları kadar sevimlidirler de. Herkesi kendi konumunda kabul etme ve herkesin oturabileceği sandalyeler bulunan gönüllere sahip olmak bizim şiarımızdır. Bu üstün vasıfları başkalarından değil, kendi insanımızdan tevarüs etmekteyiz. 

              Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin, Hristiyan bir rahip ile karşılaştığında, ondan daha çevik hareket edip rahibin elini öptüğünü görenler buna bir anlam veremedikleri gibi yadırgamışlardı da. Onlara Mevlana’nın cevabı şu oldu: Yani el öpme fırsatını ona verip tevazu ve mahviyeti ona mı kaptırmalıydım? Mevlana’nın cenaze namazına gelen diğer din temsilcilerinin de müslüman cemaat gibi ağladıklarını görenler hayretlerini gizleyemediler ve onlara sordular. ‘Sizler niye ağlıyorsunuz ki?’ Din adamlarının cevabı ise oldukça düşündürücüdür: ‘ Mevlana sadece sizin değil, bizim de Mevlana’mızdı.’ İşte gönüllere taht kurmak  böyle bir şey olsa gerek.

               İslam medeniyetinin baştan sona bir hoşgörü medeniyeti olduğuna asla şüphe yoktur. Bugün İslam’ın drahşan çehresini karartanlar, onu temsil etmedikleri gibi bilakis kötü örnek olmuşlardır. Bu kaba davranışlar karşısında hangi insan İslam dinini sevebilir? Onların kötü temsilleri sebebiyle İslam dininin hiçbir zaman cazibe merkezi olması mümkün değildir.  İslam dinine girmek zorla olamayacağına göre, gönüllerin kazanılması da hoşgörü ve müsamahadan geçmektedir. Onun için gönüller fethedilmeden ülkeler fethedilmiş sayılmıyor. Zira temsilin dili her zaman tebliğin dilinden daha müessir olmuştur. 

               Bugün dünyanın sulh-u umumisini tehdit eden güç gösterileri insanî hoşgörü ve müsamaha anlayışından çok uzakta bulunmanın neticesidir. Normalde haklı olanın güçlü olması gerekirken, maalesef güçlü olan taraf, haklı olduğunu zannediyor. Dolayısıyla insanî ilişkilerde olsun, devletler arası ilişkilerde olsun, hoşgörü ve müsamaha mefhumlarından uzaklaşıldıkça dünya yaşanmaz bir hal almaktadır.

                Hizmet Hareketi, bundan çeyrek asır önce millet olarak kaybettiğimiz değerleri istirdat etme düşüncesinden hareketle ‘Sulh hayırlıdır.’( Nisa,4/128 ) beyan-ı ilahisini düstur edinerek, önce Türkiye çapında, sonra da dünya çapında bir hoşgörü ve müsamaha atmosferi oluşturma gayretlerine öncülük etmiştir. İnsanlık ortak paydasından hareketle, farklılıkları fark etmeksizin, renk ayrılıklarını görmeksizin Kitap ve Sünnet’in haram saymadığı her konuda insanlığın hayrına olabilecek her projede, herkesle birlikte hareket ederek insanlığın ortak problemlerine ortak çözümler üretme hedeflenmiştir. Dünyada yaşanan cahilliğin, fakirliğin ve ayrılıkların panzehiri olabilecek böyle insanî ve medenî bir projenin itici gücü hoşgörü ve müsamahadan başka bir şey değildir. Bunca ağırlaşmış kronik problemleri tek başına hiçbir millet ve devlet çözemezdi. 

                  Bu kadar doğru ve lüzumlu bir projenin karşısına dikilen ve engel olmak isteyen yerli ve yabancı pek çok güç odakları, meğer kendi güçlerini insanlığın sayılan bu ortak dertleri üzerinden devşirdikleri için o problemlere çare olacak hiçbir projeye geçit vermeme karalılığında oldukları anlaşılmaktadır. Bu zalim güç odakları cahil insanları daha rahat kandırabiliyor, fakirleri daha hızlı aldatabiliyor ve ayrılıkları  kullanarak başkalarını kısa sürede şeytanlaştırabiliyor olmaları, daha çok işlerine yaradığı için bu önemli projenin önü kesilmek istenmiştir.

                Anadolu’nun tarihine bakıldığında, Yunus’tan Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Mevlana’dan Bediüzzaman’a kadar pek çok hoşgörü ve müsamaha kahramanı görülecektir. Bu büyük kametlerin de kendi dönemlerinde büyük defanslarla karşılaştıkları da bilinmektedir. Fakat sonuçta her zaman olduğu gibi hak olan galip gelmiştir. İnsanlık tarihi, hoyratlık ve bağnazlık yapıp da hoşgörü ve müsamahaya savaş açanları lanet ve nefretle kaydettiği gibi, bütün direnme ve karşı koymalara rağmen doğru bildiklerinden hiç taviz vermeden yollarına devam edenleri de bu kararlılıklarından dolayı hayırla yad etmektedir ve edecektir.

              Hoşgörünün beşiği sayılan mübarek Anadolu’muz, şimdilerde tarihinin en katı bağnazlık ve zülmunü yaşamaktadır. Münafıklıkları müslümanlıklarının önünde olan bir kısım gaddar ve zalimin elinde, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir hoyratlık ve medeniyet düşmanlığı yaşanmaktadır. Azınlık ruhlu bu güruh, uzun yıllar kendilerini saklamış ve asıl duygularını gizlemiş. Böylece ulaştıkları iktidarın kahir gücünü kullanarak, sadece Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında eğitim merkezli hoşgörü ve müsamahanın yeniden dirilticileri olan  Hizmet Hareketi mensuplarına kıskançlıklarından dolayı akıl almaz zulümlerde bulunmaktadırlar. 

                Bediüzzaman Hazretleri: ‘ Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyyen Türk değillerdir.  Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir.’ buyurmaktadır. Bu hakikattan hareketle bugün de Anadolu’da her yaştan insana zulmeden zalimlerin Türk milletinden olmadıkları açıktır. Kimliklerinde TC yazsa da vicdanlarında ne müslümanlıktan ne de Türklükten eser var. Bu kadar katı ve hoyrat anlayışa sahip olan insan bozması kişilerle aynı ülkede yaşamak bir talihsizliktir. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen er veya geç hoşgörü ve müsamaha bir gün kazanacak ve zorbalar kendilerine kaçacak yer arayacaklardır. Bu sefil güruhun yeri de elbette tarihin çöplüğü olacaktır. 

               Bu ifadeleri, tarihe not düşmek ve yarınki nesillere günümüzde olup bitenleri kimlerin, niçin yaptıklarını birinci ağızdan aktarmak için yazdım. Yoksa, bizim aldığımız terbiyeye göre, hoşgörüsüzlere karşı dahi müsamahalı davranmaya da eyvallah.                               
                   Her yıl 17 Aralık’ta Mevlana ihtifallerinde  Mevlana’nın o muhteşem ifadeleri dile getirilir fakat o ifadelerdeki mananın ahlak haline getirilmesi hiç düşünülmez. Halbuki bugün insanlık bu manaya dünden daha çok muhtaçtır.  Sevgide güneş gibi ol. Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol. Hataları örtmede gece gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Öfkede ölü gibi ol.  Her ne olursan ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.                  
    Not: Bu yazının 17Aralık 2017 tarinde (Şeb-i Arus) yazılmış olması bir tevafuktur.       

    Dr. Hüseyin Kara
    19 Ara 2017 12:16
    YAZARIN SON YAZILARI