Rebiülevvel ayında üç tevafuk

Hüseyin Kara

Hüseyin Kara

27 Kas 2017 14:28
  • Hicri (kameri) takvimin üçüncü ayı olan Rebiülevvel, haram aylardan olmadığı gibi ibadet ayları olan Ramazan ve Zilhicce gibi bir ay da değildir. İlkbahar anlamındaki Rebiülevvel ayının daha çok Efendimiz (sav) ile olan münasebeti bu ayı faziletli aylar grubuna dahil etmiştir. Üç önemli olayın aynı ayda, hatta aynı günde  tevafuk etmesi Rebiülevvel ayını bereketli kılmıştır.

    BİRİNCİ TEVAFUK: VELADET-İ NEBİ

    12 Rebiülevvel 571( 20 Nisan 571) yılı Efendimiz’in (sav) dünyayı teşrif ettiği tarih olarak bilinmektedir. Günlerden pazartesi, vakitlerden de seher idi. Başta Hicaz bölgesi olmak üzere, insanlık cahiliyet dönemini yaşarken Efendimiz’in (sav ) nuru beşerin imdadına ulaşmıştır. Asil ve şerefli bir ailede ve Mekke gibi Ümmülkura’da, son peygamber olarak Rebiülevvel ayında  dünyaya gelen Efendimiz(sav) bütün mazlum ve mağdurların tek ümidi olarak doğdu. Çocukluğu da gençliği de sıradışı hadiselerle geçti. Yetimlik ve öksüzlüğün en ağır olanı ile karşılaşmış olmasına rağmen ahlak açısından Allah’ın hususi koruması altında yetiştirildi. En azılı düşmanları bile O’nun emin bir kişi olduğunda ittifak içinde idiler. 40 yaşına kadar içinde yaşadığı toplum tarafından tanınıp güvenilen ve yalanına hiç rastlanmayan Efendimiz (sav) peygamberliğini ilan ettiği zaman aynı kabulü malasef bu toplumdan göremediği gibi en yakınlarından da akla hayale gelmedik tepkilerle karşılaştı. Kırk yıl hiç bir yanlışına şahit olunmamış bir şahsın peygamberliğinin kabulü müşrikler tarafından çok kolay olmadı. 
             
    Nerede ise bütün peygamberlerin ortak kaderi olan en yakınlarından bile kabul görmeme hadisesi Efendimiz (sav) için de değişmedi. İnananlara yapılan zulümler ise akla ziyan seviyede cereyan etmekte idi. İşkenceler bazan ölümle bazan sakat kalmalarla neticeleniyordu. Müşrik zalimlerin kararan vicdanlarında merhametin izlerine rastlamak asla mümkün değildi. Ne kadınlar ne de erkekler bu işkencelerde ayırt ediliyordu. Hele üç yıl süren boykot, pek çok kişinin sabrını zorluyor ve ağırlaşan imtihan şartlarına katlanmakta zorlanıyorlardı. Habeşistan başta olmak üzere çevre ülkelere hicret etmek adeta bir kurtuluş olarak görülüyor ve bütün imkanlarını Mekke’de bırakıp, dinlerini daha rahat yaşamak için gidiyorlardı. Müşrikler ise on üç yıllık mücadelenin sonunda Efendimiz’den (sav) kurtulmanın yolunu, O’nu ortadan kaldırmakta buldular. Zira inen Kur’an’la, gelişen İslam’la mücadelede başarılı olamadıklarını anladılar. Hicret etme sırsı şimdi Rasulullah’a(sav) gelmişti.

    İKİNCİ TEVAFUK : HİCRET-İ NEBİ 

    12 Rebiülevvel 622  yılında, doğumundan 53 yıl sonra Allah’ın verdiği hicret izniyle Efendimiz (sav) en yakın dostu Hz. Ebubekir (ra) ile beraber Medine’ye hicret ettiler. 8 Rebiülevvel’de Kuba’ya ulaşan Efendimiz(sav) dört gün sonra 12 Rebiülevvel’de de Medine’ye ulaştı. Hayatının ilk cuma namazını da burada, Ranuna Vadisi’nde yine Rebiülevvel ayında kıldırmış oldu. Hicret, bütün zorluklarına ve sıkıntılarına rağmen yeniden doğuşun başlangıcı olması itibariyle çok önemli bir toplum hadisesi olarak son peygamber ile taçlandırılmıştır. Mekkeli müşriklerin Efendimiz’i (sav) ellerinden kaçırdıklarına üzülmelerine karşılık, Medineli ensar ise O’nun gelişini ‘‘Talaal bedru aleyna’’ neşideleri ile  sevinçle  karşıladılar. Yine günlerden pazartesi, vakit ise öğlen idi. Hicri takvimin başlangıcı olacak değerde çok önemli bir hareket olan hicret, Efendimiz’in (sav) hayatında ikinci bir Rebiülevvel doğumu ve tevafuku olarak gerçekleşmekteydi. Hicreti esnasında Mekke’yi en son gördüğü tepeden seyredip de‘‘Ey Mekke! Kavmim beni senden ayırmasaydı ben senden ayrılmazdım.’’ ifade-i Nebevisinden anlaşılan odur ki, hicretle birlikte gelen vatan hasreti,  bütün insanlarda ortak bir duygudur. Yadırganamaz.

    Hicret ile birlikte Yesrib, medeniyetin beşiği olarak Medine’leşirken, kurulan site devleti de gelişip serpilmektedir. Şimdiye kadar dünyanın hiç  şahit olmadığı derinlikte bir Ensar- Muhacir kardeşliği tesis edilmesine rağmen vatan hasretinin önüne geçilememiş olduğu, zaman zaman bir araya gelip sıla türküleri söyleme ihtiyacı duyan Muhacirlerin hicranlarından anlaşılmaktadır. Evet, her ne kadar İslam dini Mekke’de doğmuş olsa da, Medine’ye ve Habeşistan’a hicret etmeden Mekke müslümanlaşamazdı.  Çünkü halkı ve coğrafyası çetin olan beldelerin ortak kaderidir, içeriden değil de dışarıdan fetholunmak. 
                                                  
    ÜÇÜNCÜ TEVAFUK: VEFAT-I NEBİ
             
    12 Rebiülevvel 632 (8 Haziran 632) yılında, doğumundan 63 yıl sonra ruhunun ufkuna yürüyen Efendimiz’in (sav) Mekke’de başlayan dünya hayatı Medine’de bitmiştir. Muhacir olarak Allah’ın huzuruna çıkmayı tercih ettiği için, Mekke fethedilmiş olmasına rağmen Medine’ye dönüp orada irtihal-i dar-ı beka eylemiştir. Böylece, Mekke  Beytullah’ın varlığı ile şereflenirken, Medine de Efendimiz’e (sav) ev sahipliği yapmakla ne kadar övünse haklıdır. Kur’an’ın inzali bitmiş olup, İslam dini Allah tarafından ikmal edildikten sonra ( Maide,5/3 ) Efendimiz’in (sav) tebliğ görevi de sona yaklamış oldu.  Zaten Veda Hutbesi’nde bunun ipuçlarını da vermişti. ‘‘ Her nefis ölümü tadacaktır, sonunda bize döndürüleceksiniz.’’(Ankebut.29/5) ve ‘‘Muhakkak  Sen de öleceksin onlar da ölecekler.’’ (Zümer, 39/30) ayetlerindeki hakikatlere boyun eğmek sureti ile her fani gibi O (sav) da  doğduğu gün olan pazartesi, akşama doğru Refik-ı A’la’ya yükseldi. 
             
    Kainatları en ince ayrıntılarına kadar bilip sevk ve idare eden Allah, en çok sevdiği Habib-i Kibriyası’nın dünyayı şereflendireceği günü ile hicret edeceği ve nihayet Refik-ı A’la’ya yükseleceği günleri Rebiülevvelin 12’sine, pazartesi günlerine denk getirmesinin sebebi tam olarak bilinmese de hikmetsiz olduğu da asla söylenemez. Dahası, doğumunu seher vaktine, Medine’ye girişini öğlen vaktine ve ruhunun ufkuna yürüdüğü saati de akşam vaktine denk getiren de şüphesiz Allah’tır (cc). 
            
    Efendimiz’in (sav) dünyayı teşrif ettikleri tarihi, Mevlit kandili ilan edip tes’id etmesi milletimizin O’na(sav) olan aşk ve hürmetini isbat etmiştir. Osmanlı padişahları, şairler ve mütefekkirlerin ortaya koydukları duruşa bakıldığında bu sevginin seviyesi daha net görülmektedir. Bu konuda Yavuz ve Kanuni, 1.Ahmed ve Abdulhamid gibi padişahların Efendimiz’e (sav) olan muhabbetleri dillere destandır. Öte taraftan Şeyh Galip’ten Nabi’ye, ondan Süleyman Çelebi’ye kadar pek çokları da Nebi aşığı olarak tarihte yerlerini aldılar.  Hele Risale-i Nurlar’da Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Efendimiz’in (sav) nübüvveti, risaleti ve mucizeleri üzerine yazdıkları, daha önce rastlanmamış birer harikalar manzumesi olduğuna ulema ittifak etmiştir. Nesillerin Efendimiz’i (sav) anlayıp, tanıyıp sevmesini bu kitaplar sağlamıştır.   
             
    Hizmet Hareketi’nin çok önemli bir misyonu da Efendimiz’i (sav) ve davasını güneşin doğup battığı her yere temsilin ve tebliğin diliyle götürmek olduğundan, bu asrın gözü ile O Sönmeyen Işık’a , Sonsuz Nur’a bakmayı bizlere ders veren asrımızın peygamber aşığı Fethullah Gülen Hocaefendi olmuştur. Zira  O (sav), tanınmadan sevilemezdi. Sevilmeden de izlenilemezdi. Pek çok dünya diline tercümesi yapılan Sonsuz Nur, şimdilerde bir çok üniversitede ders kitabı olarak okutulmaktadır. 
              
    Hicri 1439 yılının Rebiülevvel ayını bizlere bir kez daha yaşatan Rabbimize hamd ve şükürlerimizi arzetmekle beraber, Efendimiz’i (sav) anlama, bizlere emanet ettiği davasını kavrama adına bu ayda Sonsuz Nuru’u bir kez daha anlayarak, hatta imkan varsa, müzakereli okumak suretiyle yenilenmenin lüzumuna inanıyorum. 
               
    Efendimiz (sav) ile daimi temasta olmanın iki pratik yolu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; fiili olarak sünnet-i seniyyeye ittiba etmek, O’nun (sav) yolunu ve izini takip etmek, ikincisi ise, kavli olarak her zaman Rasul-ü Zişan’a salat u selam getirmeyi fıtratın bir yanı haline getirmektir. Bu da O’na(sav) ümmet olmanın gereğidir.                  

    Dr. Hüseyin Kara
     
              
    27 Kas 2017 14:28
    YAZARIN SON YAZILARI