İslam-devlet ilişkisini yeniden düşünmek-3

Mevlüt Karakaplan

Mevlüt Karakaplan

26 Mar 2019 12:28
  • HZ. PEYGAMBER, DEVLET VE HİLAFET

    İslam devletle var olmadı; insanlara yaratıcıyı devlet bildirmedi ve tanrıyı o belirlemedi. Aynı şekilde devleti de din ortaya çıkarmadı. Devletin dinden bağımsız olarak oluşup geliştiği konusunda birçok teorisyen böyle düşünür. Mesela İbn-Haldun, mukaddimesinde devletin ortaya çıkısını insanlardaki saldırganlık duygusuyla açıklar. Ona göre insanlar kendi haklarıyla yetinip başkalarının hak ve hukukunu ihlal etme yeteneğine sahip olmasalardı, böyle bir kuruma ihtiyaç duyulmayabilirdi. Fakat yaratılış gereği bencil olan insan, kendi haklarıyla yetinmeyip, başkasının hukukunu çiğneyebilecek yapıdadır. Bu ihlaller, bireysel olduğu kadar toplumsal ve ulusal düzlemde de gerçekleşebilir. Bu yüzden o, devletsiz ''ümranın'' olamayacağını söyler. Ona göre ''ümranın'' ortaya çıkışı da otoriteye ve dolayısıyla devlete bağlıdır. İnsan, otoriteye gereksinim duyan tek canlıdır; otorite olmazsa anarşi ve düzensizlik hüküm sürer, insandaki saldırganlık güdüleri öne geçer.

    Bu düşüncenin mefhûm-ı muhâlifi de geçerlidir; yani İslam için ele alacaksak, İslam bir devletle birlikte ortaya çıkıp tebliğ edilen bir din değildir. Böyle olmadığını ise İslam'ın ortaya çıkış döneminde hicaz bölgesine göz atarak anlayabiliriz. O gün için hicaz bölgesinde herhangi bir devletin mevcudiyeti söz konusu değildi. Bölgenin en bariz özelliği devletlerden ziyade her şehrin kendini yönetiyor olmasıdır. Cahiliye çağında toplumlar, riyasete veraseti kabul etmezlerdi. Her kabilenin yaşlılarından oluşan bir meclisi vardı. Başlarına, aralarından seçtikleri bir kişiyi geçirirlerdi. Başa geçen bu kimsenin de otoritesi sınırlıydı ve kabilecilik yaygındı.  Örneğin Mekke böyle yönetiliyordu. Ve hakeza Yesrib (Medine) de böyle yönetiliyordu. 

    Peygamber Efendimiz böyle bir ortamda Yesrib'e teşrif etti. O Medine'de yaşamaya başladığında Medine büyük bir sosyal bölünmüşlükle iç içeydi. Ve ''Medine Devleti'' diye tabir ettiğimiz sosyal oluşumun ortaya çıkması, tamamen bu kutuplaşmış sosyal grupların kendilerini uzlaştırsın diye ''Muhammed-ül Emin'i''(s.a.s) 'emin' bir hakem olsun diye yetkilendirmeleri ile teşekkül eden bir yapıdır. Daha açık ifade ile Hz Muhammed (s.a.s.), bir yeri ele geçirmek ve bir devlet kurmak maksadı ile Medine'ye gelmedi. Güvenilir vasfından dolayı kutuplaşmış beldeyi adaletle gözetsin ve arabulsun diye kendisine bu yetki teklif edildi. Zaten bunlar gerçekleşirken Medine'deki müslümanların oranı Medine nüfusunun yaklaşık sadece onda biri kadar idi. Bu durumda Hz. Peygamber hem müslümanların hem müslüman olmayan diğer grupların da lideri oldu. Böylece İslam'da ilk siyasi süreç başlamış oldu. Dolayısı ile diyebiliriz ki; başlangıçta Hz. Peygamber'in Medine de oluşturduğu topluluk siyasi bir görünüm arz etse de fiili olarak bir devletin girişeceği işler yapsa da, şehrin bir "İslam devleti" olduğunu söylemek, durumu biraz zorlayarak yorumlamak olur. Devletleşme, daha sonraki, yani savaşmaya mecbur olunduğu dönemler ve sonrasında mecburen gerçekleşen bir süreçtir. 

    Bir diğer konu da, devletle birlikte, tamamen kültürel bir uygulama olan 'halifelik' mevzusunun tıpkı devlet konusunda olduğu gibi İslam'ın asli bir meselesi olarak sunulmasıdır. Hatta İslami anlayışa hiçbir şekilde uymayan halifelik (mülk) mevzusunun İslam'ın en temel konularından birisi olarak ele alınıp önemsenmesi hayretlik bir tutumdur. Oysa bu meselenin aslı kültürel özelliklere dayanır.  İslam; onur, misafirperverlik ve intikam kurallarıyla tanımlanan bir kabile toplumu içinde doğdu. Zamanla bu kabile gelenekleri İslam'ın kendisiyle ilişkilendirildi. Zaten sadece hicaz bölgesinde değil, İslam'dan önceki kadim doğu devletlerinin çoğunda genel olarak hâkim veya ortak olan dünya görüşü, evrende ''tanrısal'' bir düzenin hüküm sürdüğü ve düzeni yeryüzünde gerçekleştirmek ve korumak, devam ettirmek üzere özel bir kurum olarak krallık kurumunun var olduğu görüşüdür. Dolayısı ile Halifelik teorikte olmuşsa da pratikteki hali bu zihniyetin devamıdır. Oysa herkesin de katılacağı gibi tarihin herhangi bir diliminde, herhangi bir mekânında ortaya çıkmış bir oluşumun, sonucu ne olursa olsun, onu ortaya çıkaran dinamikleri ve aksiyonları o dönemin ve içinde yaşadıkları siyasi-dini-içtimai sistemin ürünüdürler. 

    Hz Peygamber'den hemen sonra başlayan devletin başına kimin geçeceği konusundaki tartışmalar dört halifeden sonra öyle boyutlara varmıştır ki bu konu bir iman meselesine dönüşmüştür. Zaten ilk ayrılık ve fırkaların sebebi de bu siyasi konulardır. Çünkü siyaset doğası gereği maalesef böler. Kanlı bir şekilde iktidara geçen Emeviler'e itaatin meşruiyeti tartışmalarının neticesi, İslam dünyasındaki hâlihazırdaki halin de kaynaklığını teşkil eder. Raşid halifelerin seçim ve uygulamalarından sonra bu kültür yeniden ortaya çıktı. Bu uygulama ve anlayışın Hz Peygamber'den sonra gelmesi İslami olması demek değildir. Bu sebeple denebilir ki; ilk müslümanların kurduğu ''Hilafet rejimi'', Arap geleneğinden doğmuş, sonraki müslümanlarca İslamlaştırılmıştır.  Hz. Ömer'in vasiyeti (halife seçimiyle ilgili): "veliaht tayin edersem benden daha hayırlı olan, yani Hz. Ebubekir de veliaht tayin etmişti. Şayet bunu terk edersem, yine benden ve ondan daha hayırlı olan Nebi de bunu terk etmiş ve veliaht bırakmamıştı." demiş ve ikisinden de farklı bir metod uygulamıştı. Bu durumda İslam'da siyasal yöntemin önceliğinin ne kadar gerilerde olduğunu anlaşılmış olur. Bu yaklaşım bize sunulan geleneksel vaziyet ve yöntemlerin hiç de İslami-dini bir tutum ve usül olmadığını gösteriyor. 

    İslamda siyaset konusu akaid meselesi değil, füruattır. Şia siyaset mevzusunu akaid konusu haline getirmiştir. Şiilikte imamet (devlet) bir iman meselesidir. Hatta imanın şartıdır. Sünnilikte ise tam tersine bu kanunun imanla bir ilgisi yoktur. ''İmamet'' ve ''Hilafet'' dinin usulü ile ilgili değil, füruu ile ilgilidir. Dinde bir temel ilke değil, bir ayrıntıdır. Hâlbuki İslam siyaset anlayışı, siyasal gücün bir kişinin veya grubun elinde yoğunlaştırılmasını destekleyen, bireysel ve siyasal özgürlüklere karşı olan siyasal katılımın hemen hemen tüm biçimlerini reddeden baskı ve güç kullanımını kabul eden bir anlayış olarak düşünülmemelidir. İslam'a göre kişi, devlet için bir vasıta değildir. Bilakis devlet, kişilerin refah ve saadetlerini temin, birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek, hürriyetlerini korumak bakımından bir araçtır. Ali Bulaç'ın da belirttiği gibi İslam'da yönetim, meşruiyetini kutsal bir kaynaktan değil, halkın(ümmetin) iradesinden alır. İslam siyaset görüşünde halk asıldır. İktidar gücünü Allah'tan değil, ümmetin serbest iradesinden alır. Görevi hak ve hukuku, eşitlik, adalet ve hakkaniyet ilkelerine göre herkese uygulamak, toplumun birliğini sağlamaktır. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Le Monde gazetesinde ''İslâm’ın siyaset ve devlet görüşü üzerinde çalışan veya bir şeyler söyleyen kimseler üç konuda hataya düşmüştür.(…) Bunlardan birincisi, çok defa kitap ve sünnetin ortaya koyduğu İslâm ile Müslümanların tarihi tecrübeleriyle ortaya koydukları İslam anlayışını birbirine karıştırmışlardır.'' ifadesinden kastettiği anlamlardan birisi de muhtemelen bu idi.

    Halifelik mevzusuna devam edeceğiz…

    Mevlüt KARAKAPLAN 
     @mevlutkk13
    26 Mar 2019 12:28
    YAZARIN SON YAZILARI