İnsanı insan yapan en önemli ahlaki değerlerden biri hiç kuşkusuz 'Sorumluluk/Mesuliyet Duygusu'dur. İnsanın başta Allah'a karşı sonra da halka; aile efradına, konumuna göre topluma karşı sorumluluklarını bilmesi, bunun farkında, şuurunda olması sonra da bunun gereğini söz ve davranışlarıyla ortaya koyması her insan her mümin için ulaşılması gereken önemli bir hedeftir.
İnsanın Allah'a ve halktan da ailesine karşı sorumluluklarını şimdilik bir kenara koyalım. Asıl konumuz, seküler bir idareci ile ideal, müslüman bir önder/yönetici arasındaki 'Sorumluluk/Mesuliyet Duygusu' anlayışının farkına değinmektir.
Yöneticide Olmazsa olmaz vasıf
Her toplumda, her din ve kültürde geleneksel olarak belli konumlarda bulunan kişilerin o topluma karşı üstlerine aldıkları işlerde 'Sorumluluk' sahibi olmaları, sıradan, fakat olmazsa olmaz bir davranış olarak değerlendirilir. Yani bu anlamda mesuliyet duygusu, bir erdemden daha çok bir görev bir vazifedir. İster Çin'e ister Maçin'e gidin dünyanın her yerinde bu böyledir. Sorumluluk duygusu herkes için önemlidir fakat her seviyedeki idareci için daha önemlidir. Şöyle de ifade edilebilir; 'Sorumluluk/Mesuliyet' hissi herkeste güzeldir, fakat idarecide daha güzeldir. Bir yönetici ilgili olduğu alanda işler yolunda gitmiyorsa, sorumluluk duygusu gereği ya o işleri düzeltir ya çabalar ya da onuruyla o vazifeden affını ister. Nitekim hukuk ve demokrasinin işlediği ülkelerde devleti yöneten hükümetler, şayet başarısızsa veya skandal bir olay olduysa ya o hükümet ya da ilgili şahıs istifa eder. Yerine bir başkası gelir. Çünkü bir millet hiçbir zaman bir hükümete, bir lidere mahkum değildir. Üçüncü dünya ülkeleri dışında, mahkum olduğu da görülmemiştir.
Seküler ve maneviyat enginlikli Sorumluluk şuuru
Seküler anlayışta idareci, başkan kendini sadece görünür maddi işlerden sorumlu görür. Yani bir okul müdürü okulun temizliğinden, eğitim öğretimin verilmesinden, öğrenci, öğretmen-idareci arası idari işlerden, kanun, yasa ve yönetmeliklerin çalıştırılmasından mesuldür. Bir devlet başkanı anayasa ve kanunlar çerçevesinde adalet, ekonomi-ticaret, sağlık, eğitim, tarım, sanayi, iç-dış güvenlik gibi konuların takibinden, o alandaki icraat ve kararlarından sorumludur. Herhangi bir kriz, problem anında sebepler açısından yapılması gerekenleri yaptı, alınması gereken tedbirleri aldıysa o sorumluluktan kurtulur. Deprem, sel, fırtına, kıtlık ve salgın hastalıklar gibi semavi veya arzi (yer) afetlerde bir sorumluluk hissetmez. Bu da onlar için gayet doğaldır.
Fakat olaylara mümince bir yaklaşım sergilemek gerekirse, inanmış bir müslüman için olay sadece bundan ibaret değildir. Bu ifade edilen hususlar meselenin sadece maddi, sebeplere bakan yönüdür. Bir de manevi, dini boyutu vardır. Kuran bir kaç ayette "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız sebebiyledir; bununla beraber Allah, bir çoğunu da affeder." (Şûrâ, 30) buyurmaktadır. Buna göre, ayetten herhangi bir müminin başına gelen bela ve musibetlerin arka planında diğer bir kaç faktörle beraber en başta kendi hata ve günahlarının olduğu anlaşılmaktadır/anlaşılmalıdır.
Maneviyat buudlu örnekler
İslam büyükleri başta Raşit halifeler ve alimler olmak üzere pek çok muteber insan sosyal hayattaki konumları itibariyle toplumunun başına gelen semavi, arizi bela ve musibetleri, hep bu düşünce ile hareket ederek, kendi hata ve günahlarına yormuşlardır. Kendi iç muhasebelerinde 'Benim yüzümden' demişler ve dua dua yalvararak Allah'a sığınmış, tevbe istiğfar etmişlerdir.
Mesela, Hz. Ebû Bekir'in (ra) yakarışındaki sözlerine bakıldığı zaman, "Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i benim yüzümden (bir azapla) yakalama; beni ve onları bağışla." (İbn Sa'd, Tabakât, 3/182.) dediği görülmektedir.
Yine mesela, Hz. Ömer (r.a.) ümmetin başına gelen sıkıntılarından dolayı kendini sorumlu tutmakta ve 'Allâh'ım! Muhammed ümmetinin helâkini benim elimle gerçekleştirme!' (İbn Sa'd, et-Tabakat, 3/320) diyerek Allah'a sığınmaktadır. Kıtlık yılı (Âmu'r-Ramâde) de ise "Allah'ım! Kendime zulmettiğimi Sana itiraf ederim. Bu insanların kendi günahlarından dolayı değil, benim yüzümden bir sıkıntıya uğramalarından korkuyorum. Onları benim günahım yüzünden hesaba çekme." (Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, s. 139) diye dua ettiği nakledilmektedir.
Hz. Ömer'in (haşa) kendi günah ve hatalarının, idaresini
üstlendiği tebaanın başına gelebilecek musibet ve belalara sebebiyet
verebileceğini düşünerek "Allah'ım! Benim günahlarım sebebiyle Muhammed
ümmetini helak etme." (İbn Abdi'l Berr, İstiab, 3/1145) diye dua
etmesi hem meşhur hem de ilginçtir. Hz Ömer'in sorumluluk şuuru aklı ve
sınırları zorlayacak kadar derindir. Onun "Fırat kıyısında bir hayvan
(açlıktan) ölse, Allah'ın beni ondan sorumlu tutmasından korkarım."
(Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, s. 137) demesi müslüman bir devlet başkanında da
mesuliyet duygusunun hangi seviyede, ne denli olması gerektiğine dair önemli
bir örnek teşkil etmektedir.
Bir sonraki yazıda, idarecilerdeki sorumluluk duygusundan misallerle devam
edeceğiz.