İslâm geldiği günden Osmanlı’nın yıkılışına kadar geçen on üç asırlık zaman boyunca, Kur’an ve Sünnet ile garanti altına temel insani haklardan Müslüman olmayan halklar da yararlanmışlardır. Bu haklardan yararlanma noktasında Müslüman olanla olmayan arasında bir fark gözetilmemiştir.
Ne kadar ilginç, günümüzde insanlık artık çok gelişti, ilerledi, medenileşti, hak ve hukuk konusunda da çok ilerledi ve sistemli hale getirildi, yerel ve uluslararası mahkemelerde haklar rahatça savunulabiliyor iddialarına rağmen, bugünün dünyası yedinci asırda İslâm dünyasında yakalanan seviyenin çok gerilerinde bulunmaktadır.
Bir diğer nokta, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının ağır tecrübelerinden hareketle ortaya konan hakların ve hukukun (genelde tam bir kabul olmasa da) Batılı ülkelerde uygulamaya geçirilmesine karşın, Batı ile aynı değerleri, kültürü ve inancı beslemeyen diğer coğrafyalarda yaşayan insanlara bu hakların aynı şekilde verilmemesi ve uygulanmamasıdır. Bir diğer ifadeyle bu haklardan yararlanabilmek için ya bu ülkelerin vatandaşı veya tamamen Batıya ait değerleri ve inançları paylaşıyor olmanız gerekmektedir.
İşin daha da tuhafı, yirmi birinci asrın ilk çeyreğinde bu gelişmelerde bir geriye dönüşün başlaması ve maalesef eksik de olsa hak ve hukuk adına elde edilen bu şeylerin kaybedilmeye başlanmasıdır. Ümit ediyoruz ki, insanlar arasındaki bu iyilikle kötülüğün mücadelesinde iyiler ve iyilik galip çıkar ve bu güzelliklerin bütün yeryüzünde yaşanması mümkün hale gelir.
UYGULAMADA İNSAN HAKLARI
İslâm dünyasında, Müslüman olmayan halklara uygulanan ve zımmî hukuku adı verilen hukuk uygulaması bir ayrımcılık değildir. Temel insani haklar konusunda bütün insanlar eşit kabul edilmiş ve doğal olarak bunun dışında kalan hususlarda realitenin de gereği olan ve konuma uygun farklı uygulamalar olmuştur. Yüksel Çayırlıoğlu’nun bir yazısında ifade edilen bu hakların bir özetine bakalım:
“En başta şunu ifade etmek gerekir ki “zarûriyyat-ı hamse” olarak isimlendirilen temel hakların dokunulmazlığı açısından Müslümanlarla zimmiler arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. Şöyle ki Müslümanlar gibi onların da hayatı kutsaldır. Mezhepler arasında farklı görüşler olsa da Hanefi mezhebine göre bir Müslümanın öldürülmesiyle bir zimminin öldürülmesi arasında alacakları ceza açısından bir fark yoktur. Her ikisi de kısas hükümlerine tâbi olur.
Aynı şekilde İslâm ülkelerinde yaşayan bütün din mensuplarının mülkiyet dokunulmazlığı vardır. Meşru vesileler olmadığı sürece onların mallarına el sürülemez. Keza onların ırz ve namusları da Müslümanlar gibi koruma altındadır. Düşünce ve ifade hürriyeti açısından da Müslümanlarla gayrimüslimler arasında bir fark yoktur.
Tıpkı Müslümanlar gibi gayrimüslimler de din ve vicdan hürriyetine sahiptirler. İstedikleri gibi ibadet ve ayinlerini yapabilirler. Kamusal düzene ve genel ahlaka zarar vermedikleri sürece dinlerine göre yaşama noktasında herhangi bir baskı veya kısıtlamaya maruz bırakılmazlar. Hiçbir şekilde din değiştirmeye zorlanmazlar. Çünkü âyetin açıkça beyan ettiği üzere dinde zorlama yoktur. Çocuklarına kendi dinlerini öğretme, onları kendi inanç ve öğretilerine göre eğitme noktasında da gayrimüslimlere müdahale edilmez.” (Zimmilere Tanınan Temel Hak Ve Özgürlükler)
Zımmîlerin hakları ve onlara nasıl davranılması gerektiğine dair Allah Rasûlü’nün beyanlarında ve uygulamalarındaki bazı örneklerle devam edelim:
“Peygamber Efendimiz (s.a.s) pek çok hadis-i şeriflerinde Müslümanları onların bu temel haklarını gözetmeye çağırmış ve bunları ihlâl edenleri şiddetle ikaz etmiştir. Bir hadislerinde onların can dokunulmazlığını şu ifadeleriyle ortaya koyar: “Bir zimmiyi haksız yere öldüren Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusunu kırk yıllık mesafeden duyabilir.” (Buhari, Cizye 5)
Efendimiz (s.a.s) diğer bir hadislerinde ise zimmilerin mal dokunulmazlığını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda onlara yapılacak her tür zulüm ve haksızlığı yasaklar: “Kim bir zimmiye zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım.” (Ebu Davud, Harac 33) Şu hadis ise zimmilerin ırz ve namusuna dil uzatılmasını yasaklar: “Kim bir zimmiye iftirada bulunursa, kıyamet gününde ateşten kamçılarla cezalandırılır.” (Heytemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6/435)
Allah Resûlü, Necranlı Hristiyanların gönderdiği heyetin Mescid-i Nebevi’de kendi dinlerine göre ibadet ve ayin yapmalarına müsaade etmiş (İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/574) ve daha sonra onlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın bir bölümü şu şekildedir: “Necranlıların malları, canları, arazileri, meskenleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri, kiliseleri, dinleri, rahipleri, ellerinde bulunan az veya çok her şeyleri, Allah Resûlü’nün teminatı ve koruması altındadır. Papazları, rahipleri ve mabetlerinin kayyımlarından hiç birisi değiştirilmez.” (Kasım b. Sellâm, Kitâbü’l-emvâl, s. 244)” (Zimmilere Tanınan Temel Hak Ve Özgürlükler)
Zımmîlerin din ve vicdan hürriyetine sahip olmalarının yanı sıra onların mabetlerine dokunulmamış ve hatta buna sebebiyet verebilecek şeylerin dahi önü alınmıştır. Bu durum İslâm’ın ve Müslümanların bu husustaki samimiyetinin bir delilidir:
“Onların mabetlerine dokunulmaz. “Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çokça zikredilen mescitler yıkılıp giderdi.” (Hac sûresi, 22/40) âyeti bize bunu telkin eder. Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Medine’de bulunan ve bir çeşit sinagog ve eğitim müessesesi olarak vazife gören Beytü’l-midras’a dokunmamıştır.
Aynı şekilde Kudüs’ün fethinden sonra şehre gelen Hz. Ömer, ezan okunduğunda, piskoposun bütün ısrarlarına rağmen kilisenin içinde namaz kılmayı reddetmiş ve gerekçe olarak da ileride gelecek Müslüman nesillerin kiliseleri kendileri için ibadet yeri yapmalarından korktuğunu belirtmiştir.
İmam Ebû Yusuf, İslâm’ın ilk yıllarında, fethedilen ülkelerde bulunan ne Yahudilere ait havralara ne de Hıristiyanlara ait kiliselere dokunulmadığını ve bunların olduğu üzere bırakıldığını belirtmiştir. (Ebû Yusuf, Kitâbü’l-harâc, s. 152) Müslümanlar tarafından fethedilen çok geniş bir coğrafyada gayrimüslimlere ait mabetlerin günümüze kadar varlığını koruması da Müslümanların onların mabetlerine gösterdikleri saygının bir sonucudur.
Gayrimüslimlere ait mabetlerin yıkılması bir tarafa, din hürriyetinin bir gereği olarak çoğu İslâm beldesinde onların kiliselerde açıktan çan çalmasına bile müdahale edilmemiştir. Ancak Müslümanların ibadetlerine saygının bir gereği olarak, çanların namaz vakitleri dışında çalınması istenmiştir. İnsan hakları ve demokrasinin ağızlardan düşmediği günümüzde, çoğu Batılı ülkede Müslümanların minare yapmasına ve açıktan ezan okumasına izin verilmediğini hatırlatıp geçelim.” (Zimmilere Tanınan Temel Hak Ve Özgürlükler)
Raşid halifeler döneminde bu haklara uyma konusunda çok büyük bir hassasiyet gösterilmiştir. Sonraki asırlarda da bu en güzel örneklere bakarak bu devam ettirilmiştir. Şüphesiz ki insandan kaynaklanan arızalar da yaşanmıştır ama genel durum hep bu şekildedir:
“Hz. Ömer, Suriye valisine gönderdiği mektupta şu uyarıları yapmıştır: “Mu¨slu¨manların gayrimu¨slim halka zulmetmelerine, zarar vermelerine, yasal bir yol dışında mallarını yemelerine fırsat verme!” (Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Harâc, 82) Hz. Ali’nin şu sözleri de aynı noktaya işaret eder: “Biz onlara zimmet (hukuki kişilik) verdik, onlar da cizye vermeyi kabul ettiler. Böylece onların malları bizim mallarımız, canları da bizim canlarımız gibi dokunulmaz oldu.” (Serahsi, el-Mebsût, 26/85)
Hz. Ömer döneminde şöyle bir hadise yaşanır: Mısırlı Hristiyan bir kadın Hz. Ömer’e Mısır valisi Amr b. As’ı şikayet eder. Çünkü o, kadının evini zorla yıkarak arsasını camiye eklemiştir. Hz. Ömer durumu Hz. Amr’a sorar. O da Müslüman nüfusu çoğaldığı için caminin dar geldiğini, caminin yanında evi bulunan kadına evinin bedelini önerdiğini fakat kadının razı olmadığını, bu yüzden evi yıkmak zorunda kaldığını ifade eder. Fakat Hz. Ömer, kadını haklı bulur ve validen yeni yaptırdığı camiyi yıkarak kadına evini eskisi gibi teslim etmesini emreder.” (Zimmilere Tanınan Temel Hak Ve Özgürlükler)
İnşallah sonraki yazıda devam edelim…