Al-i Beyte yaplan lanet, sövme ve zehirleme olayı

Prof. Dr. Osman Şahin

Prof. Dr. Osman Şahin

18 May 2023 12:24

  • SAHABENİN KIRILMAK İSTENEN KAPISI 6

    Allah Rasûlü’nün (SAV) “Benim şu şanlı torunum var ya!.. Bu, bir dönemde fitne zuhur ettiği zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, o fitneyi önleyecek, iki büyük İslâm grubunu barıştıracak” şeklinde verdiği habere uygun olarak, Hz. Hasan efendimiz hilafet makamından kendi rızası ile çekilerek hilafeti Hz. Muaviye’ye devretmişlerdir. Bunun üzerine, bu hadisenin gerçekleştiği bu yıl “birlik yılı” olarak isimlendirilmiştir.


    Hz. Hasan’ın hilafeti devretmesinden sonra, Hz. Muaviye bütün Müslümanlar tarafından meşru bir halife olarak kabul edilmişlerdir.


    Hz. Muaviye’nin 20 yıl süren ve hicri 60 yılında sonlanan bu hilafetine, başta Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimiz olarak sahabelerden hiç kimsenin bir itirazı olmamıştır.


    Sahabelerin Hz. Muaviye’nin hilafetini kabul ettiklerini gösteren bir örnek olarak, Hz. Ebu Hureyre ile alakalı anlatılan şu olay önemlidir:

    “Ebû Hüreyre sokaklarda gezer ve: “Allahım, beni 60. yıla (yani  çoluk çocuğun emirlği zamanına) çkarma'  diyerek dua ederdi. Onun bu dileği, o kadar meşhurdu ki, Ebu  Hüreyre’yi gören herkes, aynısını mırıldanırdı. Allah, Ebu Hüreyre’nin bu duasını kabul buyurmuş  bu şanlı sahabiyi, Hicret’in 59. senesinde vefat ettirmişti ki, 60. sene de ümmetin başına çoluk çocuktan Yezid geçmişti.” (Sonsuz Nur)

    HAZRET-İ HASAN’IN ZEHİRLENMESİ


    Hz. Hasan efendimiz zehirlendiğinde, Hz. Hüseyin efendimize kendisinin katilini bildiğini ifade etmiş ve fakat Hz. Hüseyin’in bu işten uzak durmasını ısrarla istemişlerdir.


    Şia’nın iddia ettiği gibi, Hz. Hasan efendimizin karısının Hz. Muaviye’nin Yezid’le evlendirilme ve para teklifleri üzerine Hz. Hasan’ı zehirlediği doğru değildir. Rivayetinde büyük çelişkiler içeren Ebü’l-Ferec el-İsfahânî dışında bunu rivayet eden kaynakların hepsi böyle bir şeyin varlığını gösteren kesin delillerin olmadığını ifade etmektedirler. Var olan rivayetler ise şer’i bir delil ile sabit olmayıp sağlam bir nakille aktarılmamışlardır.


    İbn-u Haldun, Ebubekr ibn-ul Arabi, ibn-i Kesir ve ibn-i Teymiyye gibi birçok kimse ise kesinlikle böyle bir olayın olmadığını söylemişlerdir.


    Hz. Hasan’ı zehirlediği iddia edilen, Eşas bin Kays’ın kızı Cade’nin bu olaydan sonra iki defa daha evlenmiş ve ikinci eşi ise Hz. Hasan’ın kuzeni Abdullah bin Abbas’ın oğlu Abbas’dır. Böyle bir zehirleme olayı söz konusu olsa ve bilinen bir mesele olsa böyle bir evliliğin gerçekleşmesi şansı var mıdır?


    Hz. Muaviye’nin Hz. Hasan’ı zehirlemesi gibi bir durum söz konusu olacak ve sahabeler ve en başta da zalimler karşısındaki duruşu ile meşhur olmuş Hz. Hüseyin efendimiz sessiz kalacaklar ve Hz. Muaviye’ye baş kaldırmayacaklar, bu ise asla mümkün değildir. Sahabeden kimse böyle bir iddia ve dava ile ortaya çıkmamıştır.


    Ebubekr ibn-ul Arabi “El-Avâsım mine'l-Kavâsım’da” bu olayı şöyle açıklamaktadırlar: “Hz. Hasan'ı zehirleyecek birini gizlice onun yanına soktuğu şeklindeki iddialara gelince; Buna şöyle cevap veririz: Bu iddia şu iki sebepten ötürü imkânsız ve muhaldir: Birincisi; Hz. Hasan, Muâviye lehine hilâfetten feragat ettiği içindir ki, Muâviye'nin ondan çekinmesini gerektirecek bir durum yoktu. Çünkü hilâfeti Muâviye'ye bizzat teslim eden o idi.


    İkincisi ise; bu olay ispatı mümkün olmadığı için ancak Allah Teâlâ'nın bilebileceği gaybi olaylardandır. Şimdi siz elinizde hiçbir delil olmadan, çok öncelerde yaşanmış bir olayla ilgili olarak birini nasıl sorumlu tutar veya sorumluluğu onun üzerine nasıl yükleyebilirsiniz?


    Hevâ ve heveslerine tabi olan pek çok topluluğun boy gösterdiği fitne-fesad ve taassup dönemlerinde nakledilen her söze güvenmemiz mümkün değildir. Zira böyle zamanlarda fertler birbirlerine olmayacak şeyleri bile isnat edebilmektedir. Bunun içindir ki, nakledilenlerden ancak her türlü şaibeden uzak rivâyetler kabûl edilebilir ve yine her türlü tarafgirlikten uzak samimi kişilerin sözlerine itibar olunur.”


    HAZRET-İ ALİ VE HZ. MUAVİYE ARASINDA OLDUĞU İDDİA EDİLEN SÖZDE LANETLEŞME


    Şiilik taassubunda çok ileri olan Ebu Mihnef’in ve bu rivayetleri kendisinden aldığı ve kendisi gibi kezzap (yalancı) olarak ifade edilen hocası Habbab El-Kelbi, Hakem olayından sonra önceleri Hz. Ali’nin ve sonra da Hz. Muaviye’nin karşılıklı olarak lanetleştiklerini ve birbirlerine sövdüklerini ve bunlara Âl-i Beyt’in diğer fertlerinin ve Hz. Amr bin As’ında dahil edildiğini söylemişlerdir.


    İbn-i Kesir bunların sahih olmayıp uydurma olduklarını ifade etmektedirler.

    İmam En-Nevevi Müslim’de geçen “"Muâviye Sa'd bin Ebi Vakkâs'a dedi ki: "Sen neden Ebû Turab'a (Ali'ye) sövmedin" hadisini açıkladığı yerde, burada kastedilen sövmeden anlaşılması gereken mananın “Neden Ali’nin, bu olaylardaki görüşünün ve içtihadının hatalı olduğunu gösterip, halka bizim görüş ve içtihadımızın isabetli ve Hz. Ali'nin hata ettiğini göstermedin” şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir.


    Bu iki büyük sahabe arasındaki birbirleri aleyhinde sarf ettikleri sözler, toplum idaresine bakan yönleriyle itibarı ile olup manevi şahsiyetleri ve adaletleri hususunda olmadığını bilmek gerekir.


    Daha sonraki bazı Emevi halifeleri veya taraftarları arasında bu işte ifrata kaçanlar olsa da Ömer bin Abdülaziz hilafete gelince bu çirkin adetleri yasaklayarak sonlandırmıştı.


    “Selef-i sâlihîn dönemi olayları nasıl anlaşılıp, yorumlanabilir?” yazı serisinin dördüncü yazısı olan “Hazret-i Ali’nin karıştırılmaması gereken iki şahsiyeti” başlıklı yazıda ele alınan, Hazreti Ali ile Emeviler arasındaki yaşanan olaylara Hazret-i Bediüzzaman Said Nursi’nin getirdiği enfes yorumlar bu konuyu çok güzel açıklayıp ortaya koymaktadırlar: “Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali’nin (radiyallahu anh) harika kemalatına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmaya çalışmışlar, hata etmişler.”


    Ayrıca İbn-i Haldun’un Mukkadime’sinde geçen konu hakkındaki yorumlar da bu noktalara temas etmektedirler: “Asabiyetin icabı olarak Ali ile Muaviye arasında fitneler başladıktan sonra bile, her iki taraf dinî anlayışına göre hareket ederek, hak yolundan ve içtihadlarından ayrılmadılar, savaşları dünyevî maksatlar için olmadığı gibi bâtılı üstün kılmak, öç alma duygusuyla da değildi. Vehme kapılanlar veya dinden bir yana sapan mülhidler bu fikre kapılmış iseler de doğrusu anlattığımız gibidir.
    Hak anlayışları ve içtihadları birbirininkine uymadığı için her iki taraf kendi içtihadıyla diğerini doğru yoldan sapmış diye iddia etmiş, Ali fikir ve içtihadında isabet etmiş, Muaviye yanılmış ise de her iki taraf kendi kanaatine göre savaşmıştır.


    Muaviye bâtıl bir maksat için savaşmıyor, o hak ve hakikat için savaşıyorum kanaatinde idi. Her iki taraf niyetleriyle hak üzere idiler. (sf. 507)


    “Hz.Ali'ye, Cemel ve Sıffin vak'alarında maktul düşenler hakkında sorulduğunda o: "Ruhumu kudretli elinde tutan yüce zata hamdolsun ki (iki fıkrayı işaret ederek) bunlardan hiçbiri yoktur ki, kalbi temiz olarak (hak için savaştığına inanarak) ölmüş olsun da cennete girmesin." demiştir. Ali'nin bu sözü Taberî ve başkası tarafından nakledilmiştir. Bunlardan her biri adaletli kimselerdir. Sen bundan şüphelenme ve bunları kınama.


    Bunlar iyiliklerini bildiğin insanlardır. Bunların her işi ve hareketleri delillere dayanarak işlenmiştir, bundan dolayı Ehl-i sünnete göre, adaletleri ve dürüstlükleri tartışılamaz.


    Ancak Mu'tezile mensupları, Ali'yle savaşanları kınarlar. Fakat hak ehlinden kimse Mu'tezile'nin bu fikrine kulak asmamıştır.


    Sen insaf gözüyle bakarsan bunların Osman hakkındaki düşüncelerinden ve Osman öldürüldükten sonraki ihtilâflarından dolayı sahabeleri mazur görürsün.” (sf. 550) (Mukaddime, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık 2013)


    Muhammed Ma’sum Fârûkî Hazretleri’nin, Şerhi Divan-ı Kütüb-i Tevârih’de geçen, Hz. Ali ve Hz. Muaviye (R.anhüma) arasında karşılıklı olarak birbirlerine lanet okuttukları ile ilgili rivayetlere cevap verirken, dinde lanet etmenin çirkinliği, sahabelerin böyle bir çirkinliği işlemekten uzak oldukları ve böyle bir yola asla başvurmadıklarının delillerini açıkladıktan sonra şu önemli tespitleri yapmaktadırlar (Bu serinin ikinci yazısında bu kısmı daha detaylı bulabilirsiniz): “Tepeden tırnağa kadar rahmet olan Hazret-i Emir (Hz. Ali- kerremallahü teala vecheh) -hâşâ ve kellâ- herhangi bir Müslümana bile lanet etmemiştir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin ashâbına ve hele çok kere hayır dua ettiği Muaviye’ye lanet etmiş olsun. Hazret-i Emir, Muaviye ile birlikte olanlar için, ‘Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İçtihadları ile hareket ediyorlar’ buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaştırmaktadır. O halde, niçin lanet etsin?


    Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, Hazret-i Emir’e iftiradır. Onu kötülemektir. Bundan başka, Muaviye, Hazret-i Emire, Hasan ve Hüseyin’e ve diğerlerine lanet etmeğe başladı demek de, Muaviye hazretlerine iftira olur. Tarihçiler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dinin esasları tarihçilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu meselede, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ve O’nun eshâbının sözlerine bakılır.”


    Daha sonra, Hz. Ömer bin Abdulaziz tarafından yasaklanarak kaldırılan ve bazı zalim Emevi idarecileri ve taraftarlarının yaptıkları lanet okumaları ve sövmeler yer yer çirkinleşse de umumi manada toplum idaresine bakan yönleri üzerinden Hazret-i Ali’ye yapılan tenkitler ve eleştiriler şeklinde gerçekleşmiştir.


    Sonuç olarak, bu iki sahabe arasında bahsi geçen sövme olayı, günümüzdeki küfürleşme olarak anlaşılan şekliyle asla olmamıştır.

    18 May 2023 12:24
    YAZARIN SON YAZILARI