İslâm’da aslolan barıştır. Her şey insanlar arasında bu barışı gerçekleştirmeye ve onların saadet ve mutluluğunu sağlamaya yöneliktir. İslâm peygamberi (SAV) hayat-ı seniyyeleri boyunca hep bunu hedeflemişler ve stratejilerini buna göre kurmuşlardır. Şefkat, merhamet ve muhabbetle yoğrulmuş olan bu dinin en temel gayesi, insanlığa giden yoldaki engelleri kaldırmak suretiyle insanlığın gerçek saadet ve mutluluğunu sağlamaktır.
Allah Rasûl’ünun peygamberliği içerisinde savaşlar çok az bir zaman dilimini kapsadığı halde, her nedense bu savaşlar çok fazla nazara verilmektedir. Reşit Haylamaz Hoca’nın “Şefkat Güneşi” adlı kitabında bu konu çok detaylı bir şekilde ele alınmaktadır:
“Bütünüyle Saâdet Asrına bakıldığında Bedir ve Uhud dâhil seriyye ve gazvelerin bütününde, kılıçların çekilip de aktif savaşın cereyan ettiği süreyi hesap ettiğimizde çok dikkat çekici bir sonuçla karşılaşmaktayız; ikinci güne sarkan Mûte’yi istisna ettiğimizde toplamda bu süre, bir günü doldurmamaktadır ki Mûte'yi de dâhil ettiğimizde maksimum üç gün olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaklaşık 8 bin günlük Risâlet günleriyle kıyaslandığında bu, Allah Resûlü'nün hayatını sadece savaşlara inhisar ettirerek anlatmanın ne kadar yetersiz ve yanlış bir yaklaşım olduğunu ortaya koyan açık bir bilgidir. Hâlbuki İslâm, seriyye ve savaşların dışında kalan 7 bin 997 günde temeli atılıp inşa edilmiş müstesna bir medeniyettir! Üstelik, savaşın aktif yaşandığı zeminler bile, hassas kurallara bağlanmış, öldürmekten ziyade yaşatmaya odaklı ve kuşatıcı bir şefkatin hüküm sürdüğü zaman dilimleridir.
Başka bir ayrıntı olarak savaşın gündeme geldiği andan itibaren hazırlık süreçleri, yol, karşı tarafı savaştan vazgeçirebilmek için yaşanan ikna süreci, saf düzeninin alınması, savaş, savaş bittikten sonra söz konusu alanda üs gün bekleme, şehit ve ölülerin gömülmesi, geriye dönüş, ganimet ve esirlerle ilgili sürecin neticelenmesi gibi unsurlar nazara alındığında Efendimizin gündemini 79 gün gibi bir süre meşgul etmiştir. Savaşın olmadığı İkinci Bedir ve Tebûk’ü de dâhil edecek olursak Asr-ı Saâdet'in gündemini savaş, toplamda 14 gün meşgul etmiştir. Kendisinin bizzat bulunmayıp da ashâbın gönderdiği güvenlik timlerinin yaşadıkları süreçler ile devletine isyan eden terör faaliyetlerine yönelik kuşatma harekatları da buna ilave edildiğinde karşımıza, toplamda 392 gün gibi bir süre çıkmaktadır ki bu sürenin büyük çoğunluğu, haftalarca devam eden yollarda veya insan ölümü olmasın diye uzatılan kuşatmalarda geçmiştir.
Bu kadar harekât, kuşatma ve karşılaşmaya rağmen on yıl içinde Efendimiz'in (SAV) bulunduğu ortamlarda yaşanan can kayıpları da dikkat çekicidir; 108 şehîd ve 111 ölü. Mekke Fethi, kuşatma ve seriyyeleri de buna ilave ettiğimizde ise toplam 217 şehîd ve karşı taraftan öldürüldüğü bilinen 287 insan vardır. Pusuya düşürülerek şehid edilen 97 sahâbi ile işledikleri suçlardan dolayı hükmen öldürülenlerle birlikte bu rakam, 296’ya karşılık 701 kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre iki tarafın toplam kaybı 997’dir.
İnsanlık tarihi içinde birbiri ardına devam eden hiçbir savaşta bu kadar az can kaybı yaşanmamış ve hiçbir ideoloji, devlet veya medeniyet bu kadar az zayiatla vücuda gelmemiştir. Allah Resûlü’nün bu alanda ortaya koyduğu strateji ve hassasiyet ile "yaşatma ideali" istikametinde örgülediği müstesna medeniyetin farkına varabilmek için tarih içinde karşımıza çıkan ve sadece asker değil, aynı zamanda kadın ve çocuklar basta olmak üzere milyonlarca sivilin yitirildiği acı tablolara bakarak bir kıyas yapmakta fayda olsa gerek…
Bütün bu hamlelerde sulhun esas olduğu ve adaletin terazisinden milim şaşılmadığının en temel göstergesi, yaklaşık üç buçuk yıl devam eden bu gerginliklerin sonucunda, Medîne'deki bütün Yahudi kabileleriyle yeniden anlaşmaların yapılması ve geçmişe ait bütün olumsuzluklar, mazinin derinliklerine gömerek, Resûlullah'ın (SAV) "yüce dostluk" ufkuna yürüyeceği ana kadar yine yaklaşık üç buçuk yıl kadar süren yepyeni ve huzurlu bir hayatın yasanmış olmasıdır. Ne yazık ki bugün biz, Allah Resûlü’nün her türlü problemi çözdüğü bu son dönemine bakma yerine problemlerin öne çıktığı ve gel-gitlerin yaşandığı zamana bakmakta, çözüm yerine sürekli problem üretmekteyiz. Hâlbuki esas olan, problemlerin çözüldüğü yere ve söz konusu problemlerin çözüm sekline odaklanmak ve günümüzdeki problemleri de ayni nebevî metodlarla çözebilmektir!”
Bahsi geçen hususların detaylarını Şefkat Güneşi kitabına havale ederek konuya devam edelim…
Şefkat Güneşi (SAV) taraflar arasında kin ve nefreti arttıracak her türlü eylemden uzak durmuşlar, sürekli olarak barış ve diyalog ortamını korumayı hedeflemişlerdir. Mecbur kalmadıkça savaşlardan kaçınmış ve savaşların meydana gelmemesi için çok büyük gayretler göstermişlerdir. Dikkatlice analiz edildiğinde savaşların koruma amaçlı oldukları görülecektir:
“İslam’daki savaşlar müdafaa amaçlıdır. “Ebedî Risâlet”inde Abdurrahman Azzam’ın ifade ettiği gibi, İslam’daki savaşlar, tedâfuî savaşlardır, müdafaa savaşlarıdır; ya muhakkak bir saldırıya karşı veya yüzde yüz ihtimal ile olması muhtemel bir saldırıya karşı bir tavır alma, bir yönüyle onları püskürtme demektir.” (Talebin Kıymeti ve Niyetteki Derinlik)
İslâm’da savaş arzu edilmez ve edilmemelidir. Mecbur kalınca başvurulan savunma savaşları can, din, akıl, nesil, mal ve hürriyetin korunması adına yapılan meşrû savaşlardır:
“İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (SAV) “Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin!” beyanında aynı zamanda çok latif bir işaret de vardır. Peygamber Efendimiz (SAV) bu ifadeyle, İslam’daki savaşların tedafüî (kendini savunmaya ve gelen bir tehlikeyi bertaraf etmeye yönelik) olduğuna vurguda bulunmaktadır.
Malumdur ki, zarurî olan maksat ve maslahatlar (zarûriyyât), olmazsa olmaz hususlardır; din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı bunlara bağlıdır. İslâm âlimleri bunları din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlemişlerdir. (…) bazı eserlerde bunlara hürriyet de dâhil edilmektedir. Belki buna insanın neş’et ettiği (doğup büyüdüğü) ülke, vatan da ilave edilebilir. İslam, bu maslahatları teminat altına almıştır. Bir taraftan “Bunlar kutsaldır, bunların korunması lazımdır.” demiş; diğer taraftan da bunların müdafaası uğrunda ölenin şehit olacağını belirtmiştir. İslâm’da barış esastır, savaş ise ârızî (asıl olmayan) bir durumdur ve tarih boyunca yüzde doksan müdafaaya matuf (yönelik) cereyan etmiştir.” (Herkül Nağme: Kılıçların Gölgesinde)
Günümüz dünyasında çok kabul gören “Acırsan, acınacak duruma düşersin!” anlayışı veya kendi milliyetinden, dininden, tarafından olan insanlara başkalarını kurban eden düşünce İslâm’da şiddetle reddedilmektedir:
“Bir de hoyratça bir düşünce var: “Acırsan, acınacak duruma düşersin!..” Bu kadar hoyratça bir ifade, bir laf olamaz. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Merhamet edip mahlûkata acıyanlara Allah rahmetiyle muamelede bulunur. Siz yeryüzünde bulunanlara acıyın ki, sema ehli de size merhamet etsin.” buyuruyor.
Yeryüzünde bulunanlara merhamet… Karıncadan sineğe, ondan bilmem neye, ondan neye kadar… Ve en sonunda “ahsen-i takvîm”e mazhar -bir yönüyle- “İlahî ayna” diyebileceğimiz “insan”a kadar. Onlara merhamet etmeyene, acımayana; acınmaz! Burada öyle acımamaya kilitlenmişse bir insan, öbür tarafta o merhametten, o şefkatten, o mülayemetten -çoğaltabilirsiniz- o Rahmâniyetten, o Rahîmiyetten, o Hannâniyetten, o Mennâniyetten, o utûfetten (lütuf, şefkat) mahrum olur, tepetaklak gayyâya yuvarlanır…
Hani ekosistemciler bir ağacın kesilmesi, bir yerin -bir yönüyle- harap olması, ekosistemde dengenin bozulması gibi hususlar karşısında bile baş kaldırıyorlar. Ee bunların içinde en önemli unsur, “insan”dır; ne olursa olsun, insan!.. Bizim milletimizin karakterinde de vardır bu: Ülkeyi işgal etmek için Çanakkale’ye kadar gelenler, orada yaralanınca, karşı taraftan yaralanan ve ölümle pençeleşen insanları gören bizimkiler, mevzilerinden fırlayarak, kendilerini öldürmeye gelen o düşmanı, kendi tabyelerine alır, onun yarasına pansuman tedavisi yapar, su içirip onu bağırlarına basarlar. Çünkü savaş başka şeydir fakat insana acıma hissi başka bir şeydir. İnsan, hâlâ insan ise, insanlık his ve insanlık karakterini yitirmemişse, bu hissini devam ettirecek demektir.” (Acımasızlar ve Merhamet)
“Benim rahmetim, gazabıma sebkat etmiştir. (Rahmetim, gazabımın önündedir)” kudsî hadisi şerifiyle ve “Rahmetim, her şeyden geniştir, her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) ayetiyle rahmetini bize anlatan Allah (CC), değil sadece insana, bütün hayvanlara ve bitkilere de şefkat ve merhametle davranılmasını kullarına emretmektedir. İslâm bu emre uymanın gereği olarak İslâm savaşlarda bile insafla, adaletle ve şefkatle hareket edilmesini istemiş ve buna göre savaş hukukunu düzenlemiştir.
İnşallah sonraki yazıda bu konuya devam edelim…