M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Gurbet Ufukları isimli kitapta, başlangıcı yenilik, neticesi derinlik olan bir gerçeği şöyle anlatıyor: “Hemen her hareket, her cereyan mebde’de saflığı ve duruluğuyla, müntehada da kemmî (sayı çokluğu) derinlikleriyle tarih boyunca tekerrür edegelmiştir. SAHABÎ (Efendilerimizin) SAFLIĞI ve DURULUĞU bu çizgide gösterilebilecek en iyi misaldir. İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde hemen her alanda TECDİD (Yenileme) hareketleri olmuştur; ama ne devlet yapısı, ne mektep medrese sistemi ne de değişik düşünce, ekolleri bakımından İslâmın o İLK DÖNEMİNE AİT SAFVET ve DURULUK yakalanamamıştır. Belki gönül hayatının yoğun olarak yaşandığı tekke ve zâviyelerde kısmen bu SAFVET duyulmuş olabilir.
“Başlangıçta insanlar içtenlik ve candanlıklarından olsa gerek, genelde BOŞLUKLARININ farkındadırlar. Kendi güç ve kuvvetlerine güvenmezler dayanmazlar, onlara bağlı iş görmezler. BOŞLUKLARINI sadece Cenab-ı Hakkın sonsuz kudreti ve kuvvetiyle doldurmaya çalışırlar. ‘Kudret-i nâmütenâhî’ye sonsuz itimatları, güvenleri vardır. Bu BİRİNCİ HUSUS…
“İKİNCİ HUSUS: Din adına her şeyi başta duyuyor olmanın ORİJİNALİTESİ vardır onlarda. YENİDİR herşey onlar için… Mesela KUR’AN, YENİDİR. Dolayısıyla bu yenilik bir şekilde onların hayatına akseder. Eski düşünceler, inançlar bu YENİLİK karşısında NAKAVT olmuştur. Artık Farklı bir Hayat Yorumuna, dünyaya değişik bir Bakış Açısına sahiptirler. Her şeye o gözle bakarlar. Allah’ın kainat düzeninde Kendisini bu şekilde ifade ettiğine ilk defa duyar ve hissederler. ‘Bak biz bunları hiç düşünmemiştik!..’ derler ve kendilerinden geçerler. Sonra da uzun zaman bu duyuş ve hissedişin neşvesini yaşarlar.
ÜÇÜNCÜ HUSUS: İnsibağdır (bulundukları atmosferin renkleriyle boyanmaktır). Bu İNSİBAĞ Peygamber Efendimizin (S.A.S.) huzurunda oturan Sahabelerin ancak anlayabilecekleri, hissedebilecekleri ve hakikî mânâ ve muhteviyatı ile yine ancak onların anlatabilecekleri bir keyfiyettir. Ona, ister sadece Huzurunda Bulunma deyin, ister Teveccüh deyin, isterseniz Nazar deyin -ki bu daha ziyade sofîlerin iç, vicdanî sezişlerinin karşılığıdır ve bana uygun gelen mânâ da budur – bugünkü Müslümanların mahrum olduğu bir özelliktir bu.
“Hâsılı, başlangıçtaki insanlar her an semâvî bir sofranın yere konduğuna şâhit olur, kabiliyetleri nisbetinde o sofradan istifade ederler ve o istifadelerini hemen tavırlarına aksettirirler. Yerinde bir teşbih olur mu bilemiyorum; ama hani bilim kurgu filmlerinde birisi bir şey yiyor ve hemen ardından birden mahiyet değişikliğine uğruyor, aynen öyle bu semavî sofraya el uzatan herkes birden bire iç yapısı itibariyle bir mâhiyet değişikliğine uğruyor; potansiyel insan olmadan hakikî insan olmaya yükseliyor; duyguları ve düşünceleri inkişaf ediyor.
“Meseleye bu zaviyeden bakınca başlangıçtaki insanlar çok şanslı çünkü hemen her gün o güne kadar bilmedikleri, akıl ve vicdanlarının da reddedemeyeceği, ORİJİNAL ve SÜRPRİZ şeylerde karşı karşıya kalıyorlar. Mesela semadan bir haberin gelmesi, SÜRPRİZ bir hadise onlara göre. Biz hâlâ sırrını kavramış değiliz; bizim gibi etten kemikten bir insanın semalar ötesi, ötelerinde de ötesi varlıklarla münasebete geçmesini, bir yönüyle KELÂM TEÂTİSİNDE; ‘Şöyle dedim, şöyle dedi; şöyle istedim, şöyle cevap verdi…’ demesi. Bunları anlayabilmiş değiliz henüz.
“Şöyle düşünün, o güne kadar ne sözlerinde, ne tavırlarında, ne de davranışlarda, olduğunun dışında bir şey görmedikleri bir insan, Allah hakkında diyor ki; ‘O isimleri ve sıfatlarıyla muhattır, Zât’ı ile ihata edilemez. Bu sebeple onun eserlerini düşünün, fiillerini üzerinde fikir üretin ve geliştirin, ama Zât’ı hususunda düşünmeyin. Çünkü sınırlı, nihayetli bir varlık sonsuza, nâmütenâhiyi idrak edemez.’ Bunlar ulûhiyet meselesine put ve putperestlik perspektifinden bakmış insanlar için o kadar orijinal şeyler ki. Hatta tek başına bir ‘nâmütenâhî’ sözü bile fevkalâde ORİJİNAL onlar için… (…)
“İNSİBAĞ’a gelince, peygamberliğin mukaddes dairesine mahsus bir şey o. Bu yüzden onun kendi ulviyet ve enginliği içinde kabullenilmesi, müteal (aşkın) olduğunun, dolayısıyla ulaşılmazlığının idrakinde olunması gerektiğine inanıyorum. Bununla beraber şunu ilave edelim; peygamber olmayan insanların da İNSİBAĞ’ları vardır. Mesela, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynelâbidin Hazretleri… Hemen hepsinin huzurunun kendine göre bir İNSİBAĞI vardır… Ebu Hanife Hazretlerinin veya Bediüzzaman’ın huzurunda oturma imkânı olsaydı, huzurun insana ifaza ettiği İNSİBAĞ’ın, sizin çehrenize uhrevîlik adına çaldığı BOYA’nın ne demek olduğunu, sizi uhrevilik adına nasıl plastize ettiğini görecektiniz, duyacaktınız. İç âleminizde meydana gelen değişiklikler itibariyle belki de kendi kendinize hayranlık duyacaktınız.
“Evet BAŞLANGICA geriye dönelim. Bana göre her mebde’de aynı şey vardır. Bundan 80 YIL öncesini düşünün. İslam yeni bir ses ve soluk ile, yeni bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış. İnsanlar birilerinin etrafında halelenmiş. Sahabeye benzeyen AK ALINLI, AYDINLIK YÜZLÜ, GÖNÜL İNSANLARI, hayatlarını koymuş bu işe. İleriye matuf, şahısları adına değil; ama DİN adına bir kısım beklentileri olmuş.
“Yakînim var ki, istikbal semâvât u zemin-i Asiyâ-bâ / Hem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslam’ai “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sada İslâm’ın sadâsı olacaktır’ gibi sözler onların beklentilerini körüklemiş. Bir beklenti, bir ümit cemaati olmuşlar.” (Gurbet Ufukları, Muhasebe Kuşağı)
M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu tesbitlerinin üzerinde çok dikkatli müzakerelerimizin olması gerekmektedir…