[Tarık Burak yazdı] Birlikte yaşama tecrübesi: Hizmet

Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi' serisinin 41'nci bölümünü yayımlıyoruz.

SHABER3.COM

BİRLİKTE YAŞAMA TECRÜBESİ: HİZMET
TARIK BURAK

‘Yapılan işler isabetli miymiş, değil miymiş? Bugün insaf etmeyen bir kısım kimseler buna “evet” demeyecekler; ama gelecekteki nesiller ve tarih, yapılan yanlışlıkları lanetle yad edecek, “Bir boşluk meydana getirdiniz, yazıklar olsun size!..” diyecektir…


REFİA GÜLEN HANIMEFENDİ VEFAT ETTİ (28 Haziran 1993) 

Hocaefendi’nin annesi Refia Gülen Hanımefendi, 28 Haziran 1993 Pazartesi günü saat 12.20 sularında İzmir'de vefat etti. Refia Gülen Hanımefendi'nin cenaze namazını, 30 Haziran 1993 Çarşamba günü Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii'nde Fethullah Gülen Hocaefendi kıldırdı. Cenaze, Yamanlar Örnekköy mezarlığına defnedildi. 

Hocaefendi, annesi için şu değerlendirmelerde bulunuyor:
“Annemin benim arkadaşlarıma ayrı bir teveccühü vardı. ‘Seni ve arkadaşlarını günde birkaç defa duadan dûr etmeden yad ediyorum.’ derdi. Her zaman arkadaşımız, diyeceğimiz bu daire içindeki herkesi, kardeş, dost, muhib herkesi dualarında yad ederdi. Gözü yaşlı çok rakikatül kalb biri idi.” (17 Aralık 1996)

“Benim çok dua kaynaklarım vardır. Annem vefat ettiği zaman Kırkıncı Hoca bana dedi ki ‘Bir dua kaynağını daha kaybettin.’ Hiç unutmam bu sözü… Ben zannediyorum annem benim için dünyevi uhrevi saadet dilekleri istikametinde ellerini açıp Allah’a yalvardığında ortaya döktüğü samimiyet hiçbir zaman kendi yaptığı dualarda ortaya dökmemiştir. Bilerek konuşuyorum bunu çünkü ölesiye bir dua yapar.” (1 Eylül 2005)

“Hayatımda bir iki şeyden dolayı kendimi affetmiyorum. Ailemden sadece hizmet için ayrıldım. Ne maaş, ne izdivaç, ne çoluk çocuğum için, ne malım için… hizmet dedim. Annem babam buna belli ölçüde inanmışlardı. Beni öyle gönderdiği zaman vefat ederken yanında olamadım. İçimde bir ukdedir, kendimi hiç affetmiyorum… Geldim, bir hafta kaldım konferanslar bitti hemen gidecektim. Telefon ettiler, valide vefat etti. Yanında değildim. Bugün beş sene olmuş ama ben kendimi affetmiyorum. Yuh diyorum, sen hizmet dedin burada durdun, annen orada sahipsiz öldü. Kendimi hiç affetmiyorum. O affeder mi, affetmez mi? Ablam bir iki defa dedi, anneler büyük olur, şefkatli olurlar ama ben kendimi affedemiyorum. Kaldı ki nefsim adına değildi. …Ben annemden hiç acı bir şey görmedim. Hep dua ederdi bana. Hatta bana bu kadar şey yapıyorsun derdim kendi içimden, Allah sevmeyebilir bunu… Alsaydım anne babamı ömür boyu omzumda gezdirseydim, kalbim taşır mı, soluklarım biter mi, zannediyorum yine haklarını verdim diyemezdim.”(5 Kasım 1998)

Kırkıncı Hocaefendi “Hayatım- Hatıralarım” adlı anı eserinde şunları ifade etmekte: Yıllar sonra annesinin vefatı üzerine Osman Hoca ile birlikte taziye için gittik. Üç-dört saat yanında kaldık. Çok güzel sohbetler oldu. Birkaç gün önce bir rüya görmüştüm. Rüyada geniş bir bina, ucu bucağı görünmüyor, zemini de halı gibi döşenmiş. Hocaefendi birden yanımda durdu ve binayı bana anlatmaya başladı.
Dedim: “Buraya gelmeden önce böyle bir rüya gördüm. Tabiri nedir?”
Dedi: “Estağfurullah, siz daha iyi bilirsiniz.”
Ben de “Sizin hizmetinizden çok gelişeceğine işarettir” dedim.
Hocaefendi: “Bu sizin hizmetiniz , sizin , sizin...”diye ağlamaya başladı.

Ben, “Cenabı-ı Hak, Bediüzzaman’ı kendisini anlatmak için yaratmış, Fethullah Hocayı da hizmet için yaratmış.” diyorum. Benim inancım bu...” (Nur’un Büyük Kumandanı-İhsan Atasoy-s:118-119-Nesil Yayınları-İst-2006)

Kırkıncı Hocanın hizmetlere dair gördüğü iki rüyasını Hocaefendi bir sohbetinde şöyle anlatıyor: “Benim öteden beri hep kendisine saygı duyduğum bir zat. 5–10 yaş benden ilerde olmasının yanı başında aynı zamanda 5–10 sene evvel de Hazret-i Bediüzzaman’ın dünyasına erken uyanmış olması itibarıyla benim saygı hisleri, saygı duygularıma bir o kadar daha saygı ilave ettiren bir insandır. İki sene evveldi, bu müesseselere gelmişti. Bana iki enfes şey anlattı. Bunlardan bir tanesi şuydu:
Gözyaşlarıyla, 60 yaşındaki insan hıçkıra hıçkıra anlattı…Dedi ki; “Bu müesseseleri gördüm. Her birisi dünyayı idare edecek büyük saraylar gibi geldi. O saraylarda beni gezdirdiler. Bir yere gelince o saraylarla alakalı insanları, görünce, anladım ki meğer dünyayı idare eden o saraylar bu hizmet ve bu hizmetin arkasındaki insanlarmış” dedi. Ve hıçkıra hıçkıra ağladı. 
Ve sonra arkasından ayrı bir şey anlattı: “Gördüm ki yine” dedi. “Anadolu seller içinde, seylâplar içinde. O seller binaları önüne katıp bir kütük gibi sürükleyip götürüyor. Ve herkes endişe telaş içinde. O esnada ümitlerin ayakta kalması düşünülemez. Herkes sarsık, belki her vicdanda yeis yaşanıyor. Fakat o esnada nereden çıktığı belli olmadan birden Bediüzzaman belirdi. O selin içinde, sizin yurtlarınızı, pansiyonlarınızı, evlerinizi, kaya gibi kucaklıyor, selin önüne koyuyor ve bir baraj yapıyor. GAP barajı gibi bir baraj yapıyor. Derken sular çekildi. Zararlı olma durumu inkitaa uğradı. Ve faydalı bir baraj haline geldi. Anadolu da seylâpların erozyonundan kurtuldu.” 

Ve bugün, o kurumların hepsi talan edildi…yakılıp harabeye döndürüldü. ‘Yapılan işler isabetli miymiş, değil miymiş? Bugün insaf etmeyen bir kısım kimseler buna “evet” demeyecekler; ama gelecekteki nesiller ve tarih, yapılan yanlışlıkları lanetle yad edecek, “Bir boşluk meydana getirdiniz, yazıklar olsun size!..” diyecektir, diyor Hocaefendi. 

SİVAS KATLİAMI (2 TEMMUZ 1993)
Ülkeyi sürekli karıştırmak isteyen karanlık güçler yine iş başındaydı. Sivas'ta Pir Sultan etkinliklerine katılan Aziz Nesin ve bir grup aydın-sanatçı, kaldıkları Madımak Otel'de bu karanlık kişiler tarafından yakılmak istendi. Olay sonucunda 37 kişi dumandan boğularak öldü.

(Bu arada, Turgut Özal’ın vefatından sonra, 16 Mayıs 1993 Süleyman Demirel Türkiye Cumhuriyeti'nin 9. Cumhurbaşkanı seçilmişti. Demirel'den boşalan DYP genel başkanlığına ise Tansu Çiller getirilmişti.)

TEŞEKKÜR MESEJI (7 TEMMUZ 1993)

Hocaefendi, annesinin vefatı üzerine gerek cenazeye katılan ve gerekse taziye mesajı gönderen herkese 7 Temmuz 1993’te Zaman gazetesinde bir teşekkür mesajı yayımladı.

ANADOLU İNSANININ HİMMETİ BOŞA ÇIKMADI

1992 yılında yurt dışına hicret eden kahraman öğretmenlere Yüce Allah kısa sürede büyük lütuflarda bulundu. Onların gayretini ve Anadolu insanının himmetini boşa çıkarmadı. Türkiye’deki kolejlerde okuyan öğrenciler gibi yurtdışındaki Türk okullarında okuyan öğrenciler de dünya bilim olimpiyatlarında büyük başarılar elde ettiler. 

Örneğin, sadece iki yıl sonra 1994 yılında yapılan Dünya Biyoloji Olimpiyatları’nda Azerbaycan’daki Türk okulunun öğrencileri iki altın, bir gümüş, bir bronz madalya kazandılar. Türkmenistan’daki Türk kolejleri 1994-2008 arasındaki bilim olimpiyatlarında bu madalyalardan tam 130'unu aldılar. 

1996 yılında Dünya Bilim Olimpiyatları’nda iki altın ve bir bronz madalya kazanan Kazakistan’daki Türk okulları 2001 yılında Washington’da yapılan Dünya Matematik Olimpiyatları’nda dört altın madalya aldılar. Bunlar sadece birer örnek. 

Daha ilk yıllardan itibaren kazanılan başarılara misal olsun diye verildi. Yoksa 173 ülkede faaliyetlerini başarıyla yürüten ve 200’den fazla ülkeye ulaşmayı kendisine hedef koyan hizmetin sadece başarılarını yazmaya kalkışsak yüzlerce kitaba dahi sığmaz. 

“OKUL FİKRİ BU HOCANIN KAFASINDAN MI ÇIKTI?”

1985-87 yılları arasında Jandarma Genel komutanlığı yapmış olan Orgeneral Adnan Doğu, 1994’te Yüksek Öğretim Kurulu üyesi Şerif Ali Tekalan ile birlikte İstanbul’da Fatih Koleji’ni ziyaret ettiğinde okulda Yakutistan’dan gelen bir heyeti gördü. 

Orgeneral Doğu, Sibirya’da bulunan Yakutistan’da da bir Türk koleji açıldığını öğrendiğinde şaşırdı.

1994 sonu itibariyle, dünyanın 32 değişik ülkesinde açılan Türk okulu sayısı 146’ya yükselmişti. Türkiye’ye 15.000 kilometre uzaklıktaki Yakutistan da okul açılan yerlerden biriydi. Türkiye’nin birkaç katı toprağa sahip Yakutistan’daki Saha Türk Koleji 1993 yılı Şubat ayında açılmıştı. 

Orgeneral Doğu, yanındaki Profesör Tekalan’a dönerek, “Bana haritadan Yakutistan’ı göster deseniz gösteremem. Bütün bu okulların açılması fikri, bu hocanın kafasından mı çıktı? Onu görmek ve tanımak istiyorum” dedi.

Orgeneral Doğu İzmir’de, dünya bilim olimpiyatlarında madalya alan kolej öğrencileri için düzenlenen törende Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanıştı. Doğu, yurtiçindeki ve yurtdışındaki kolejlerde okuyan başarılı öğrenciler için memnuniyetini ifade etti.

Hocaefendi, o günün akşamı ziyaretine gelen işadamlarına Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde işyerleri kurmaları, oralarda açılan Türk okullarına sahip çıkmaları çağrısında bulundu.  Hatta Hocaefendi birkaç yıldır bu konu üzerinde durmasına rağmen, bu çağrısının Türk iş dünyasında yeterince yankı bulmadığını düşündüğünden bu ziyaretçilerine şöyle dedi: 

“Tabii size bütün bunları bir ekonomi profesörü değil, bir hoca söylüyor. Şimdi oralarda iş kurduğunuz zaman, beş on sene sonra oraların en zenginleri olacaksınız desem de sizi ne kadar inandırabilirim bilemiyorum.”

Hocaefendi’ye göre Türk insanı, dört beş yıl içinde bu ülkelerde binlerce okul açacak kadar büyük düşünmeliydi. Çünkü Türk insanı komünizmin pençesinden yeni kurtulmuş bu ülkelere bu yoğunlukta gitmese, başka ülkelerin devreye girerek buralarda yeni bir “sömürü süreci” başlatması kaçınılmazdı.

YEREL SEÇİMLER (27 MART 1994)

27 Mart 1994’te yapılan yerel seçimlerin galibi RP oldu. İstanbul dahil 5 büyükşehiri Refah Partisi kazandı. Böylece, 28 Mart 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep T. Erdoğan oldu.

GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI'NIN AÇILIŞ TOPLANTISI (1994)

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Onursal Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, dünyanın büyük ihtiyaç duyduğu "Birlikte Yaşama Tecrübesi"nin dünyaya sunulmasına katkıda bulunmak amacıyla 1994 yılında kuruldu. 

Vakfın açılışı dolayısıyla, 29 Haziran 1994’te İstanbul Dedeman Otel’inde ilk defa, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren yemekli bir toplantı düzenlendi. 

Bu yemeğin davetlilerinden biri de Türk solunu Bülent Ecevit’ten önce halkla buluşturan kişi olarak bilinen Kasım Gülek’ti. Ankara’ya yaşayan Gülek, davet için Hocaefendi’nin yakın arkadaşı Alaattin Kaya’yla birlikte İstanbul’a geldi. Davetlilere Hocaefendi’nin de yemeğe katılacağı bildirilmişti.

Fethullah Gülen Hocaefendi, o günlerde İzmir’den İstanbul’a gelmişti, ancak yemeğe katılmak düşüncesinde değildi. Yakın arkadaşlarının bütün ısrarlarına rağmen, törene katılmamaya kesin kararlıydı, sadece bir mesaj gönderecekti. Yıllarca camilerde ve konferans salonlarında halkla birlikte olmasına rağmen, gazeteler ve televizyonlardan uzak durmayı tercih ediyordu.

Hocaefendi, Ankara’dan birçok politikacıyı bu yemeğe davet eden Alaattin Kaya’yı cep telefonundan arayarak toplantıya gelemeyeceğini bildirdi. Alaattin Kaya üzgündü. En azından Kasım Gülek’i Hocaefendi ile tanıştırmak istiyordu. 

Çünkü Gülek’i, onunla görüştürmek üzere İstanbul’a getirmişti. Telefonda Hocaefendi’ye, “Kasım Gülek sizinle tanışmaya gelmişti, hiç olmazsa biz size gelelim.” dedi. Hocaefendi, “İftardan sonra buyurun gelin” dedi. Alaatin Kaya, “Şimdi gelmek istiyor, akşam uçağıyla Adana’ya dönmek zorunda” dedi. Hocaefendi, “O halde gelin” dedi.

Kaya ve Gülek, Altunizade’ye ulaşana kadar arabada Kaya, Kasım Gülek’e, “Kasım Bey ne yaparsan yap, Hocaefendi’yi mutlaka iftara katılmaya ikna et.” dedi. 

Gülek daha içeri girip Hocaefendi ile karşılaşır karşılaşmaz, “Hocaefendi Hazretleri bu akşam mutlaka oraya gelmeniz lazım. Bu kadar insan sizin için gelmiş. Başka çaresi yok” dedi. Hocaefendi, Gülek’in bu sürprizi karşısında şaşırmıştı. Ama Ankara’dan kalkıp yanına kadar gelmiş olan 84 yaşındaki Gülek’i kırmak istemedi. Dostça kucaklaştığı Gülek’e o anda, “Sizin gibi bir üstat buraya kadar gelmiş, gelirim” dedi.

Böylece, Hocaefendi ile Kasım Gülek Dedeman Oteli’ne giderek yemeğin verildiği salona birlikte girdiler.

Programda Yazar Vehbi Vakkasoğlu, konukları teker teker kürsüye çağırıyordu. İzmirli politikacı Işılay Saygın’ın, Hocaefendi’ye büyük saygısı vardı. “Lütfen beni Gülen’den önce kürsüye çağırmayın. Onun önünde konuşamam” demesine rağmen kürsüye davet edildi.

Saygın’ın konuşması bitince kürsüye davet edilen Fethullah Gülen Hocaefendi, o günlerde büyük yankı yapan “Demokrasiden geriye dönülemez” konuşmasını yaptı. Sürekli “şeriat” korkusunun dile getirildiği Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa Üstad Bediüzzaman gibi Hocaefendi de “Demokrasiden dönüş yoktur” diyordu.

Bediüzzaman’ın Cumhuriyete ve demokrasiye bakışı şöyleydi: 
“O zaman (1892) –şimdiki gibi– hâli bir türbe kubbesinde (Tillo’da) inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: 
– Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum. 
Sonra dediler; 
– Sen selef-i salihine (İslâmiyet’in ilk rehberlerine) muhalefet ediyorsun. 
Cevaben diyordum; 
– Raşid Halifeler hem halife, hem cumhurbaşkanı idiler. Sıddik-i Ekber (radiyallâhu anh) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette cumhurbaşkanı hükmünde idi. Fakat, manasız isim ve resimler şeklinde değil, belki gerçek adaleti ve dinî hürriyeti taşıyan dindar anlamında cumhuriyetin reisleri idiler.’ (Şuâlar, On İkinci Şuâ, s. 270-71)

Hocaefendi de konuşmasında:
“Artık du¨nyada demokrasiden do¨nu¨s¸ so¨z konusu degˆildir. Bu demokrasi su¨reci ic¸inde aynı zamanda dindar insanlar da dinleri, diyanetleri adına demokratik hak ve hu¨rriyetlere sahip olacaklar. Bo¨ylece daha engin hizmet etme imka^nı bulacaklardır… Biz demokrasiden yanayız. Bizi demokrasinin öşrüne bile layık görmüyorlar…” diyordu. Hocaefendi bu sözleriyle, şeriat düzeni istemekle suçlanan dindar insanların, aslında demokrasiye ne denli ihtiyaç duyduklarını ifade ediyordu. 

Hocaefendi, İstanbul’daki bu toplantıdan sonra yazar Ali Ünal’la birlikte tekrar İzmir’e döndü. İzmir Bozyaka’da Hocaefendi’nin ikamet ettiği yere geldiklerinde asansörde Ünal’a, “Bu toplantılar bana göre değil” dedi. Toplantılarda bu kadar ön plana çıkmayı kişiliğiyle ve hayat tarzıyla bağdaştırmıyordu.

CEM KARACA NASIL ETKİLENDİ?

Robert Kolej mezunlarından olan Cem Karaca, Hocaefendi ile 1994’te tanıştı. Karaca’yı en çok etkileyen şey, Hocaefendi ile tanışma sahnesiydi. Bunu şöyle anlatıyordu:

“Benim için insanlarla tanışırken geçerli bazı kriterler vardır. Bunlardan en önemli iki tanesi şu: Bir, elimi nasıl tutuyor, elimi nasıl sıkıyor? İki, gözüme nasıl bakıyor? Bu çok önemlidir. Çünkü kimisi elini muhatabının avucuna âdeta iyice dövülmüş bir biftek parçası gibi yumuşacık bırakır ve bunu nezaket zanneder. Çok yanlıştır. Halbuki el tutulur ve sıkılır. Hayvan pazarında at alır satar gibi sallamanın âlemi yok ama tutulur ve sıkılır. Ne fazla acıtarak, ne fazla da yumuşacık. Sayın Fethullah Gülen’in elini uzatışı, artı göz göze geldiğimizde gözünde ışık gördüm. Baktım ki karşımda yüksek voltta bir ışık var.” 

Sonraki tarihlerde, Türkçe Olimpiyatları’nda Cem Karaca’nın “Allah Yâr” şarkısını okuyan Kenyalı öğrenci Samuel Olero’yu Abd’de televizyondan izleyen Hocaefendi “Cem Karaca da son günlerinde hep böyle Allah Allah diyordu. Öyle de vefat etti” diyerek duygularını dile getiriyordu.

TERÖRLE MÜCADELE KANUNU (1994)

Fethullah Gülen Hocaefendi, Terörle Mücadele Kanunu’yla yeniden getirilmek istenen düşünce suçlarına hep karşı çıktı. Zira kendisi de bu madde mağduru olan Hocaefendi’ye göre bu çabalar, eski 163'üncü Madde’nin hortlatılması girişimlerinden başka bir şey değildi. 

Oysa artık Türkiye’de fikir suçları tarihe karışmıştı. Başbakan Tansu Çiller’in görüşme teklifine “evet” deyip Ankara’ya giderek 30 Kasım 1994 günü Çiller’le görüşmesinin temel sebeplerinden biri de buydu. Meclis’te Doğru Yol Partisi “evet” demediği sürece bu düzenlemelerin geçmesi mümkün değildi. Hocaefendi, “Bu terör kanunu söz konusu olunca, 163’ün gadrini yaşamış, Sefiller’deki gibi 6 yıl adım adım takip edilmiş bir insan olarak, bir daha böyle bir şeye meydan verilmemesi, benim için önemli bir meseleydi.” diyordu.

Hocaefendi, ayrıca 1994 yılındaki bir konuşmasında, bölgesel güç olmak isteyen Türkiye’de Avrasya bölgesine de hitap eden bir haber ajansının önemini anlatıyordu. 

“Kehkeşanlara (gökyüzündeki yıldız kümesi’ne) bile istasyon kurun” diyerek 2004 ve 2006 yıllarında da ısrarla bu konu üzerinde duruyordu. Zira, dünyadaki olaylar belli ajansların eliyle yansıtıldığı için onlar nasıl aktarırsa dünya öyle bakıyor ve inanıyordu. Bu yüzden güvenilir ve tarafsız bir haber ajansına çok büyük ihtiyaç vardı.

Devam edecek…

<< Önceki Haber [Tarık Burak yazdı] Birlikte yaşama tecrübesi: Hizmet Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER