Dokuz Yüz Katlı İnsan

Samanyoluhaber.com yazarı M. Ertuğrul İncekul'un yazısı

SHABER3.COM

M. ERTUĞRUL İNCEKUL

Mustafa Merter'in ben ve ötesini tasavvufi, psiko-sosyolojik açıdan ele aldığı geniş hacimli kitabının ismi Dokuz Yüz Katlı İnsan. Bediüzzaman'ın Yaradanı bilmede kıyasi bir çizgi dediği çok önemli bir ölçü benlik, ego. Ben" ile "hiçlik" arasında bir bağlantı veya çizgi kurmaktır. Kısacası, "ene" ile "hiçlik" arasındaki ilişki veya benzerlik üzerine bir düşünce sürecidir. Bu kıyas, varoluşsal felsefe veya mistisizm bağlamında kullanılabilir ve insanın kendi benliğiyle evrensel bir varlık veya sonsuzluk arasındaki ilişkisini anlamaya çalışabilir. Bediüzzaman, insanın kâinatla olan ilişkisini, kendi varoluşunu ve Allah'a olan bağlılığını anlatır. Ene, insanın iç dünyasına, ruhuna ve ilahi varlıkla olan ilişkisine odaklanır. Bediüzzaman, insanın kendi varlığını ve kâinatın yaratılışındaki amacını anlamasıyla Allah'a yaklaşabileceğini ifade eder. Yani neden varım? Neden yaşıyorum? Gayem nedir? Yolculuğum nereye? Sorularına cevap bulmaktır egoyu anlamak, benliğin katmanlarını çözmeye çalışmak.

Hayatın ve karşımıza çıkan soruların tek cevabı yoktur. Yaşadıklarımız, tecrübelerimiz, okuduklarımız, geleneklerimiz, inandıklarımız, kültürümüz, coğrafyamız, içinde olduğumuz aidiyetler bizim benliğimizi inşa sürecine katkıda bulunurlar. Ruhumuzun, benliğimizin heykelini ikame ederiz, çünkü kemale giden bir süreçtir bu yolculuk. Çevremizde neyin iyi veya kötü olduğunu tecrübe ederek öğreniriz. Kimin veya kimlerin iyi ya da kötü, zararlı olduğunu da bize kim telkin ediyor? Bazen zihinlerimizdeki prangalar bize yanlış önerilerde bulunuyor. Laik, dindar, milliyetçi gibi sınıflandırmalar, insanların inançları, düşünceleri ve kimlikleri hakkında yanlış genelleme yapma eğilimindedir. Bu sınıflandırmalar insanların farklılıklarını ve zenginliklerini görmezden gelir, önyargıları körükler ve ayrımcılığa yol açabilir. Her bireyin benzersiz olduğunu ve tüm kimliklerin tek bir etiketle sınıflandırılamayacağını unutmamak gerekir. Hayata çok yönlü bakabilirsek, hayatın renklerini de görebiliriz. Diğer türlü etiketlemenin darlığı içinde hayatı ve varoluş gayemizi ıskalayabiliriz.

Bilgi toplumu olurken acaba duygu toplumu olmaktan kopuyor muyuz? Fast food, fast delivery, fast cars, fast music gibi hayatı hıza indirgeyen bir çağda yaşıyoruz. Adeta duygularımızı yaşamaya zaman kalmıyor. Hep bir şeyleri bir yere yetiştirme telaşındayız. Halbuki hayatımız gökyüzünü gören bir pencere altında acı ya da tatlı bir finalle bitecek. Yaşam aslında çok dijital ve sahte olmaya başladı bu çağda. Şimdilerde yapay zeka sizin veya ünlülerin sesini, görüntüsünü de değiştiriyor ve insana ait bir şey bırakmıyor neredeyse...

Bir dostun sıcak selamı, tebessümü, bir akarsuyun yanı başında hazin şırıltısı ya da özgürce uçan bir kuşun kanat çırpması, bir ağacın sizi kucaklayan gölgesi ya da bir dağın eteğinde ana kucağı gibi hissedeceğiniz duyguları hangi teknoloji, hangi sanal platform bize sunabilir? Sanal dünyadan hangi duyguyu gerçek hayata bu canlılıkta copy, paste yapabiliriz? İçinizi ısıtan sıcacık güneş ışınları, doğadaki binbir renk ve enfes kokuları mail atabilir miyiz? Islak toprak kokusunu hangi dijital ekrandan tüm tazeliği ile koklayabiliriz? Koklamak, öpmek, dokunmak, hissetmek ne muhteşem ve hayata anlam katan duygular.

Bilgi bilgeliğe kapı aralıyorsa işe yarıyor demektir. Varlığın peçesini kaldırabiliyorsak, sevebiliyorsak güzeldir. Hasetlerimizle, düşmanlıkla, dedikodularla, beklentilerle, merhametsizlikle, sui zanlarla, hırslarla, öfkelerle heba edilen bir hayat ve sonunda keşkeler, ahu vahlarla sonuçlanan bir final, şeytandan başka kimin işine yarar ki? İnsan bu, binbir alem ve her aleminde bir düğüm gizli, bir alem gizli... Ve bizler yaptıklarımız ve söylediklerimizle hikayelerimizi yazmaya devam ediyoruz. 

<< Önceki Haber Dokuz Yüz Katlı İnsan Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER