Fortis, GE
Capital, Banque National de
Paris,
Dexia,
Citibank, National
Bank of Greece, Merill Lynch... Bunlar sadece son 1-1.5 yıl içinde
Türkiye’de
banka alan veya ortak olan
yabancı dev bankalar... Koç Finansal Hizmetler’e yüzde 50 ortak olan, bu
ortaklık yoluyla
Yapı Kredi’yi bünyesine katan İtalyan
Unicredit, Türkiye’yi ilk grupta saydıklarımızdan daha önce keşfeden bir başka dev... Tabii,
TMSF’nin el koyduğu Demirbank’ı satın alan
HSBC de...
Sadece bankalar değil Türkiye’ye olan ilgisi artan çokuluslu devler, Örneğin
Telsim’i alan dünyanın en büyüğü
Vodafone. Türk
Telekom’un yüzde 55’ini alan
Lübnan merkezli Oger Telecom. Akmerkez’e ortak olan emlak devi Corio,
Petrol Ofisi’nin hissedarı OMV, İtalyan,
Fransız ve İsviçreli çimento devleri...
Medya sektörüne yatırım yapan dünya medya kralı Murdoch’un News Corp’u ile
Kanada merkezli CanWest. Son olarak Döktaş’ın çoğunluk hisselerini satın alan Finlandiyalılar...
AVRUPA HIZLA YAŞLANIYOR
Peki ne oldu da, Türkiye yabancı
sermayenin yeni cazibe merkezi oldu? Yıllardır, yüzde 20-30 reel
faiz veren
Hazine kağıtlarından alan yabancılar, neden şimdi ellerini taşın
altına koyarak Türkiye gibi “istikrar sicili pek de parlak olmayan bir
ülkeye” geliyor?
Aslında lafı uzatmaya gerek yok. Bu sorunun cevabını önceki gün
İstanbul’da
Denizbank’ı satın alınmasıyla ilgili basın toplantısında bir konuşma yapan Dexia’nın CEO’su
Alex Miller’ın şu sözlerinde buluyoruz:
“
Avrupa yaşlanıp, eskiyor. Türkiye ise hem
genç ve dinamik hem de nüfusu yüksek bir ülke. AB yolunda ilerliyor. En hızlı büyüyen
pazar. Ekonomik ve politik alanda kaydedilen gelişmeler bizi çok etkiliyor.”
Aynı yönde bir örnek daha verelim. Bu da
Reuters Haber Ajansı’ndan Andrew Hurst’ün
Zürih mahreçli haberinden. Standard and Poor’s yöneticisi John Gibling, Citibank gibi dev bankaların neden Türkiye’deki bankalara yüksek
fiyat önerdiğini açıklıyor: “Refah seviyesi artan ve orta
sınıfı yükselen çok büyük nüfusu var.”
İki önemli figürden iki
kilit ipucu: Avrupa eskiyor, Türkiye’de orta sınıf yükseliyor.
Bu ipuçlarını biraz açalım. Avrupa gerçekten eskiyor. Zengin Batı Avrupa ekonomilerinde yıllık
büyüme hızı yüzde 2’ler seviyesinde. Batı Avrupa’da nüfus artış oranı neredeyse sıfır. Bu ülkeler giderek yaşlanıyor...
YUNANLI’NIN TÜRKİYE İTİRAFI
Türkiye’de ise son 4 yılda ortalama büyüme hızı yüzde 7.
Nüfus 70 milyonun üzerinde ve
nüfus artışı ise yüzde 2’ye yakın. Ve hepsinden önemlisi nüfusun çok büyük bölümü genç (Nüfusun yüzde 73’ü 40 yaşın altında. İstikrarsız ve riskli de olsa bu genç nüfus ile dinamizm, kasalarından nakit para fışkıran çokuluslu şirketlerin ilgisini çekiyor.
National Bank of Greece (NBG),
Finansbank’ın çoğunluk hisselerini aldığında
Yunanistan’da
gürültü kopmuş, eleştiriler artmıştı.
Bu eleştirilerin cevabını, ABD merkezli haber ajansı
Bloomberg’ün çalışanlarından Yunan vatandaşı
Maria Petrakis’in 29
Eylül tarihli haberinden aktaralım:
“
Yunanistan ekonomisi yavaşlıyor. GSYİH 2005’te yüzde 3.7 büyüdü. 1999’dan beri en düşük büyüme hızı. 2006’da yüzde 3.5 büyüme bekleniyor. Bu yüzden Yunan bankaları Türkiye gibi yılda ortalama yüzde 7 büyüyen pazarlara yöneliyor.”
Gelelim, ikinci kilit cümleye: Orta sınıfın
refahı artıyor ve
tüketici haline geliyor.
Önce rakamlar. Türkiye’de 2001 yılında 2 bin 105 dolar olan kişi başına
milli gelir bu yıl tahminen 5 bin 300 dolar seviyesini geçecek. Dört yıllık artış oranı yüzde 150’yi aşıyor. IMF tahminleri, Satın Alma Gücü Paritesi’ne göre kişi başına milli geliri 2006 için 8 bin dolar olarak gösteriyor. Son dört yılda kişi başına yaklaşık 3 bin dolarlık gelir artışı söz konusu.
Şu çok net ki, son dört yılda Türkiye’de sokaktaki vatandaşın refah seviyesi yükseldi. (Buna
itiraz edenler çıkacaktır, ancak fiyat ve gelir istatistikleri ortalama olarak bu gelişmeyi çok net ortaya koyuyor. )
Peki, kişi başına gelirin 8 bin dolarlara çıkması herbiri yüzmilyarlarca dolarlık devin, altın madeni bulmuş gibi Türkiye’ye koşması için yeterli mi? Değil. Peki o zaman neden geliyorlar?
Şundan: Bugünkü Türkiye 1990’ların sonundaki Türkiye olsaydı, kişi başına gelir yine 8 bin dolarlarda gezinseydi gelmezlerdi. Bugün farklı olan, bankaların düzenli geliri olan insanların borç vermesi. Düzenli geliri olan insanların da geleceklerine -eskiye oranla daha çok- güvenerek bankalardan borç alma istekleri. Bu karşılıklı
alışveriş başta
finans sektörü olmak üzere, konut, otomobil, beyaz
eşya,
elektronik gibi ekonomiyi sürükleyen sektörleri harekete geçiriyor. Medya,
sigorta gibi sektörler de bu dinamizmle ekonomideki genel büyümenin üzerindeki oranlarda büyüyor.
ORTA SINIFIN ÖNEMİ
Somut bir örnek verelim. 2001 yılında ortalama bir otomobilin fiyatı yaklaşık 20 bin dolardı. O dönemde satın alma gücü paritesine göre milli gelir 5 bin dolar seviyesindeydi. Yani ortalama bir vatandaş ancak 4 yıllık geliriyla otomobil sahibi oluyordu. Faizler hem astronomik, hem de belirsiz olduğu için bankalar uzun vadeli
kredi vermiyor, vatandaş da “döviz artar, neme lazım” deyip varolan kısa vadeli kredilere bile talep göstermiyordu.
Bugün
rekabet nedeniyle benzer otomobiller hemen hemen aynı fiyatta. Kişi başına gelir ise 8 bin dolar. Yani bir otomobil fiyatı 4 yıllık gelirden 2 buçuk yıla inmiş durumda. Ama fark şurada, bugün 36 aya uzanan ve faizi 3 yıl önce kimsenin aklına bile gelmeyecek kadar düşük olan kredi imkanları var.
Aynı örnekler beyaz ve kahverengi eşya gibi rekabetin yoğun olduğu sektörler için de geçerli. (
TÜİK’in sitesinde 2003 Ocak’tan 2006 Eylül’üne kadar
TÜFE’de yer alan tüm malların tek tek fiyatları var. İsteyen karşılaştırabilir. 2003 başındaki dolar kurunu 1.6 YTL alırsanız, bazı ürünlerde dolar bazında fiyat düşüşleri dahi var.)
İşte, doymuş zengin ülke pazarlarına göre Türkiye pazarını cazip kılan iki faktör bu. Gelir düzeyinin artması ve ortalama gelir düzeyinin yetmediği noktalarda uzun vadeli finansmanın devreye girmesi.
Doymamış pazar herkesi cezbediyor
Türkİye pazarının hemen hemen her sektörde doyum noktasının çok uzağında bulunduğunu gören yabancılar, işte bu açıkları kapatmaya talip oluyor. Çok basit bir örnek: Türkiye’de toplam reklam harcamalarının milli gelire oranı yüzde 0.46 seviyelerinde. Bu oran reklamla 1990’da tanışan eski Doğu Bloku, yeni AB üyesi ülkelerde yüzde 1.2 ile yüzde 2 arasında değişiyor. Murdoch ve CanWest onun için burada. Yenileri de sırada...
Türkiye ekonomisinin üçte birinden fazlası İstanbul’dan yönetiliyor. Onun için dev alışveriş merkezlerine yabancı talipler çıkıyor, Harvey Nichols gibi dünya markaları, çok popüler lakantalar birbiri ardına İstanbul’da açılıyor.
Birkaç örnek de bankacılıktan verelim. Hep diyoruz ya “Neden bizim bankalar
teker teker gidiyor” diye...
Örneğin Türkiye’de konut haricindeki tüketici kredilerinin milli gelire oranı sadece yüzde 6. Bu oran
Bulgaristan’da yüzde 11,
Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 8,
Malezya’da yüzde 22,
Tayvan’da yüzde 32.
Konut kredilerindeki boşluk çok daha çarpıcı. Konut kredilerinin milli gelire oranı bizde sadece yüzde 4. Örneğin
İngiltere’de bu oran yüzde 86,
Hollanda’da yüzde 100 seviyesinde.
2001’DEN SONRA DEĞİŞTİ
Türkiye’nin yatırım için cazip hale gelmesinin bir başka nedeni de, enflasyon ve devalüasyon oranlarının düşmesiyle şirketlerin temettü dağıtır hale gelebilmesi. Bu önemli, aksi halde Citibank
Akbank’ın
azınlık hissesine 3.1 milyar dolar yatırmazdı. Oysa 2001 öncesinde, bankaların kurucu ortakları bile düzgün temettü alamıyordu. Temettüdeki artış temettüyü gelir yazan çokuluslu şirketlerin, ortaklarına Türkiye’deki yatırımını izah ederken kolaylık sağlıyor. Görünen o ki,
Kemal Derviş’in temelini attığı, AKP’nin de “bozmama becerisini gösterdiği” istikrar programı yabancı sermaye akışını daha da hızlandıracak. Hem de büyük
yerli patronların “gönlünden geçen” fiyatlarla...VATAN