Kur’ân’da beş yerde, beş meselede “mübahele”nin (karşılıklı hak iddiasını Cenab-ı Allah’ın hükmüne bırakma) geçtiğini anlatan Ünal yazısını şöyle tamamladı: Netice olarak, ilgili âyetlerden açıkça anlaşıldığı üzere, mübahele, muhavele, Müslümanlarla kâfirler arasında olur diye bir şart yoktur. İftiraya ve haksız isnada maruz kalan ve masumiyetine delil de olmayan, masumiyetini ispatlayamayacak durumda bulunan herkes, mübahelede bulunabilir. Hocaefendi’nin mübahele ve muhalvelesine “Âmin!” diyemeden aynı suçlamalarına devam edenler, sadece yalancıdırlar ve müfterîdirler; aynı zamanda, Yargı’nın kendilerine isnat ettiği suçlamaları da kabul etmiş olmaktadırlar. İşte Ali Ünal'ın ilgili yazısı...
Hâlâ ‘âmin’ bekleyen mübahele veya muhavele
Hocaefendi’nin 17 Aralık operasyonundan üç gün sonra, bu üç gün içinde atılan ve tahammül sınırını aşan iftiralar karşısında mecbur kalarak yaptığı ve hiç de öyle olmadığı halde yine bir iftira ile beddua diye takdim edilen mübahele veya muhavelesi, son konuşmasından sonra bir defa daha çarpıtılıyor. O bakımdan, bu meseleyi aydınlatmak gerekiyor.
Önce hemen belirtelim ki, Kur’ân’da beş yerde, beş meselede “mübahele” (karşılıklı hak iddiasını Cenab-ı Allah’ın hükmüne bırakma) ve/veya Ebu’s-Suud Efendi’nin tabiriyle “muhavele” (niza konusu meseleyi karşılıklı Allah’a havale etme) ki, Hocaefendi de kendi yaptığını böyle niteliyor gerçeğini görürüz:
1. Habil ve Kabil olayında. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulur:
Onlara Âdem’in iki oğlunun yaşadığı önemli ve ders verici hadiseyi gerçeğiyle anlat: Birer kurban takdimiyle (Allah’a) yakınlaşma teşebbüsünde bulunmuşlardı da, birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine), “Öldüreceğim seni!” dedi. Kardeşi ise şöyle mukabelede bulundu: “Allah, ancak müttakîlerden (kalbi O’na karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten sakınanlardan (kabûl buyurur.” (Mâide Sûresi/5: 27)
Âyetten anlaşılıyor ki, Hz. Âdem’in iki oğlundan ve Kitab-ı Mukaddes’te geçen ismi sebebiyle İslâmî kaynaklarda Kabil olarak anılan kişi, kardeşi Habil ile bir yarış içindeydi. Çoğu müfessir bu yarışın aynı kıza talip olma etrafında cereyan ettiğini belirtse de, âyet, meselenin Allah’a yaklaşma üzerinde cereyan ettiği konusunda sarihtir. Dolayısıyla Kabil’in kendisini Allah’a yakın gören, belki ibadetlerine mağrur ve dolayısıyla halktan kabul bekleyen biri, Habil’in ise Allah’a gerçekten yakın, müttakî ve mütevazı, dinî hassasiyetlerinin ve yaşayışının kendisini daha çok mahviyet ve tevazua götürdüğü gerçek bir dindar olduğu sonucuna varabiliriz. Kabil’in, beklentilerine ulaşamayınca kıskançlık içinde Habil ile yarışa girdiği anlaşılıyor. Allah’a kimin daha çok yakın olduğunu sadece Cenab-ı Allah (c.c.) bileceği için mesele bir kurban takdimiyle Allah’a havale ediliyor ve Cenab-ı Allah, Habil’in kurbanını kabul edip, Kabil’inkini kabul etmiyor. Kabulün alâmetinin de Âl-i İmran Sûresi/3: 183’üncü âyetinde okuduğumuz üzere, gökten inen bir ateşin makbul takdimi yakıp yok etmesi olduğu anlaşılmaktadır. İşte, Habil ile Kabil’in aralarındaki meseleyi Cenab-ı Allah’a havale etmeleri, bir muhaveledir.
2. Mücadile Sûresi’nde: İkinci bir muhaveleyi Kur’ân-ı Kerim’de Mücadile Sûresi’nde okuyoruz: “Allah, kocası hakkında sana müracaat edip seninle tartışan ve halini Allah’a arz eden o hanımın sözlerini işitti (ve müracaatını kabul buyurdu). Allah, aranızda geçen konuşmayı işitiyordu. Hiç şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla görendir.” (Mücadile Sûresi/58: 1) Sahâbe-i Kiram’dan mübarek bir annemiz kocasıyla arasında geçen bir meselede zorda kalınca Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) başvurur. Meselenin çözümünü istediği şekil, henüz Allah tarafından Rasûlü’ne vahyedilmemiş, bir kaide olarak vaz’ buyrulmamıştır. Mübarek annemiz de, meseleyi Allah’a havale eder. Cenab-ı Allah (c.c.), onun müracaatını kabul buyurur ve vaz’ buyuracağı bir kaideyi bu münasebetle vaz’ buyurur. Yani, konumuz açısından, ortada yine çaresizliğin sebep olduğu bir havale, bir muhavele vardır.
3. Vâris ve kendilerine vasiyette bulunulanlar arasında: Üçüncü bir muhaveleyi, vefat eden bir insanın vârisleriyle kendilerine vasiyette bulunulan insanlar arasında görürüz (Mâide Sûresi/5: 106 108). Bir insan, vefatından önce malından en fazla 3’te 1 nisbetinde vasiyette bulunabilir; yani, geriye kalan malından, mirasından 3’te 1’i geçmemesi gereken bir miktarın bazılarına, bazı hayır işlerine verilmesini, harcanmasını vasiyet edebilir. Böyle bir vasiyete bilâhare mirasçılar itiraz eder ve ortada meselenin çözümü adına yeterli şahit veya şahitlik de olmazsa, bu defa taraflar bir namaz, tercihan ikindi namazı sonrası camide, cemaatin veya kadının, hakimin önünde bir araya gelirler. Önce, vasiyet iddiasında bulunan veya bulunanlara, “Yakınlarımızın çıkarı söz konusu bile olsa, yeminimizi hiçbir menfaat karşılığı değişmeyecek ve olup bitene şahit bulunan Allah’ın üzerimizde bir emanet, bir borç olan şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa kesinlikle büyük günah işleyenlerden oluruz.” diye Allah adına yemin verilir. Karşı taraf kabul etmezse, onlardan da iki kişi şöyle yemin eder: “Vallahi, bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha doğrudur ve bu şahitliğimizle kimsenin hakkına tecavüz etmiş olmayacağız. Aksi halde, mutlak surette zalimlerden oluruz.” Vârislerden iki kişi bu yemini yaparsa, vârisler lehine hükmedilir. İşte, bu da, ortada kesin şahitlerin bulunmadığı bir meselede bir muhaveledir.
4. Lian: Lian, kişinin Allah’ın lânetinin üzerine olmasını kabul etmesi demektir. Kur’ân-ı Kerim’de lian, evli eşler arasında bir hukukî prensip olarak zikredilir. Eşlerden biri, şahitleri olmadan diğerine zina isnadında bulunur ve aleyhinde isnatta bulunulan eş suçlamayı kabûl etmezse, isnatta bulunan dört defa yemin eder ve beşincide “Eğer yalan söylüyorsam, Allah’ın lâneti üzerime olsun!” der. Lânet, Allah’ın rahmetinden tardedilme demektir. Bunun üzerine karşı taraf, isnadı kabul etmezse, dört defa Allah adına yemin ederek isnadı reddeder ve beşincide şöyle der: “Eğer (bana yapılan) isnat doğru da, ben yalan söylüyorsam Allah’ın gazabı üzerime olsun.” Yani, isnatta bulunan taraf Allah’ın lânetinin, diğer taraf ise gazabının üzerine olmasını diler. (Nur Sûresi/24:6 9) Bu da bir muhaveledir.
5. Necran Hıristiyanlarına karşı: Beşinci muhavele veya mübaheleyi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) Necran Hıristiyanlarına çağrısında görürüz. Hicret’in 10’uncu yılında Necran Hıristiyanları Medine’ye bir heyet gönderdiler. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile heyet arasında Hz. İsa’nın mahiyeti konusunda konuşmalar geçti. Necran heyeti, Hz. İsa (a.s.) ile ilgili haşa “tanrı, tanrı oğlu” gibi iddialarında direniyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yanına Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (Allah, hepsinden razı olsun!) alarak, Necran Hıristiyanları heyetine şöyle konuştu: “(Madem iddianızda ısrarlısınız,) gelin öyleyse: oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, hem bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra gönülden Allah’a dua ile, Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.” (Âl-i İmran Sûresi/3: 61) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kendi inancının mutlak doğruluğu, karşı tarafın inanç ve iddialarının mutlak yanlışlığından o kadar emindi ki, farz-ı muhal yanlış olması halinde hem kendisini, hem damadı ve amca oğlu Hz. Ali’yi, hem de kendisinden birer parça olan kızı Hz. Fâtıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, yani bir manâda bütün zürriyetini Allah’ın lânetine terk edebiliyordu. Necran Hıristiyanları heyeti, bu meydan okumaya cevap veremediler.
İşte, 17 Aralık operasyonu sonrası iktidar, bilhassa Başbakan Erdoğan, Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında en yüksek perdeden hâlâ sürdürdüğü iftira ve suçlamalara devam edince, hadiseyle alâkalı masumiyetinden emin olan ve suçlamalar karşısında bunalan, masumiyetini başka türlü ispatlaması mümkün bulunmayan, esasen olmayan bir şeyin ispatlanması mümkün olmadığı için müşahhas delillerle ispatlaması da imkânsız olan Hocaefendi, meseleyi bütün samimiyetiyle Allah’a havale etti; yani, Peygamber Efendimiz’in yaptığının aynısını yaptı; Kur’ân’ın verdiği bir hakkı kullandı. İktidar, başbakan, bunu da beddua olarak çarpıttı, Hocaefendi’nin mübahele veya muhavelesine “Âmin!” diyemedi ve mübahele ortada, suçlamalarına hâlâ devam ediyor. Hocaefendi, aynen şöyle demişti:
Bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar (ilgili savcılar ve Emniyet mensupları), kimse onlar, tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, Din’in ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken Din’in ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa... bize de nispet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. Din’in ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslâm’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, demokratik telâkkilere aykırıysa Allah, bizi de, onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin!
Netice olarak, ilgili âyetlerden açıkça anlaşıldığı üzere, mübahele, muhavele, Müslümanlarla kâfirler arasında olur diye bir şart yoktur. İftiraya ve haksız isnada maruz kalan ve masumiyetine delil de olmayan, masumiyetini ispatlayamayacak durumda bulunan herkes, mübahelede bulunabilir. Hocaefendi’nin mübahele ve muhalvelesine “Âmin!” diyemeden aynı suçlamalarına devam edenler, sadece yalancıdırlar ve müfterîdirler; aynı zamanda, Yargı’nın kendilerine isnat ettiği suçlamaları da kabul etmiş olmaktadırlar.