Güzel İnsanlar Güzel Atlara Binerek Gidiyorlar

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısında geçtiğimiz günlerde vefat eden Hayırsever iş insanı Mustafa Kavurmacı'yı anlattı

Güzel İnsanlar Güzel Atlara Binerek Gidiyorlar


Bir sonbahar sabahında perdeyi aralıyorum. Bahardan ve yazdan ne varsa bağrına alan toprak, üzerine incecikten yağan karı, kefen gibi üzerine çekerek soğuk ve tatlı bir uykuya dalmış.
Ağaçların dallarındaki son yorgun yapraklar da sislerin arasında sabah rüzgarının minik dokunuşları ile bembeyaz karların üzerine kralların cenaze törenlerindeki konfetiler gibi saçılıyor.
Sisli bir aydınlıkta kuşlar uçuyor, konuyor, kavisleniyor.  
O an telefonuma bir mesaj düşüyor: ‘‘Mustafa Kavurmacı Ağabey’i kaybettik.’’
Şairin o sözleri geliyor hatırıma. 

“Güzel insanlar, güzel atlarına binerek bir bir gidiyorlar.” 
O güzel insanlardan biri olan Mustafa Şevki Kavurmacı Ağabey’i en son adliye koridorunda bir bankın üzerinde göklerden yere düşmüş bir melek edası ile Cevşen okurken görmüştük.
Ölüme yazgılı bir hayatımız var. Doğduğumuz andan itibaren ölüme doğru bir yürüyüş başlıyor. 
Her insan gidiyor ama bazı insanlar giderken pek çok şeyi de alıp götürüyor. Sanki koca bir medeniyet onlarla birlikte çekip gidiyor. Bu sade bir insanın ölümü değil sanki eskilerin dediği gibi bütün bir alemin ölümü. Bütün yıldızlar sönüyor, bütün çiçekler soluyor sanki. Dünya bomboş hale geliyor. Bir daha hiç bahar gelmeyecek gibi toprak, bembeyaz örtüsünü üzerine çekip derin bir uykuya dalıyor.
Mustafa Kavurmacı Ağabey, ıstırap okulunun müritlerindendi. İncelik ve zarafet sahibi idi.
İnanmış adamın güzelliği vardı simasında. Gazeteciler Yazar Vakfı’nın bütün toplantılarına katılırdı. Iftar sofralarına, bilimsel toplantılara bir sülün gibi süzülüp gelirdi. Üzerindeki lacivert takım elbiseyi tamamlayan beyaz gömlek ve kravatı ile mahşere yürüyor gibi yürürdü.
Tatlı, cömert bir gülümseyişle ya da anlayış dolu sessiz bir bakışla karşılaştığı her insanın gönlünü alırdı.
Her halinde bir yumuşaklık, derin bir huzur ve sükûn vardı.
Kalabalık iftar sofralarına kendi görkemli dinsel kıyafetleri ile gelen ruhani reisleri, sanatçıları, iş adamlarını görünce mutluluğu yüzünden okunurdu.
Bazen Büyük Çekmece ’deki Ay Merkez’de ziyaret ederdik onu. Uzun uzun konuşurduk.
Bir keresinde uğradığımızda Çantacı Necmi Ağabey de oradaydı. 
Necmi Ağabey beni görünce, “Harun Kardeş geleceğini duyunca, bekledim. Seni göresim geldi. Neredeyse otuz yıl oldu görüşmeyeli.” dedi. 
Çantacı Necmi Ağabey’le İzmir’den tanışıyorduk. Kabına sığmayan küheylan yaşlanmıştı. 
Üniversitede okurken Basmane Garı’nın karşısındaki dükkanına sık sık uğrardım. 
Dükkanına alışverişe gelen hemen herkese mutlaka iman adına bir şeyler anlatmaya çalışırdı. 
O yıllarda Nur talebelerinin iş yerleri bir medrese, bir mektep gibi çalışırdı.
İkindi vakti girince birlikte namaz kıldık. Biz işleri vardır diye normal tesbihatımızı yaptıktan sonra kalkmak istedik. Mustafa Ağabey, “Uzun tesbihati da dersimizi de yapalım.” dedi. 
Cacharel, Pierre Cardin, Polo gibi pek çok dünya markasının ya ana lisans sahibi ya da lisans temsilcisi olan Aydınlı Giyim’in sahibi olan Mustafa Kavurmacı’nın, 57 ülkede 650 dolayında mağazası vardı. Beş bin dolayında kişiye istihdam sağlıyordu. Sahibi olduğu şirket Türkiye’nin en büyük 200 şirketinden biriydi ama o, bunca varlığın arasında ne tesbihatını ne de teheccüdünü aksatıyordu. 
Babasının “Oğlum, üzerine güneş doğmasın.” nasihatini bir ömür boyu tutmuş ve her gece erkenden kalkarak teheccüdünü kılmış, bir cüz Kur’an okuyarak güne başlamıştı. Gecelerde Allah’ın sonsuz rahmetine sığınan, seherin bereketine inanan bir insandı.
Seherin aydınlık ve bereketli memelerinden emdiği sütler, gün boyunca gül yanaklarında taze bir allık ve enfes bir sima güzelliği oluştururdu. 
İbadet ve evratları ile gecelerin sessiz karanlığını aydınlatan bir kandil gibi yanardı yüreği. 
Onu bazen Ay Merkez’in açılışında başbakanların, cumhurbaşkanlarının karşısında konuşma yaparken bazen İstanbul Boğazı’na nazır Çırağan Sarayı’nın görkemli salonlarında Fransız moda devi Pierre Cardin’le “Dünden Bugüne Pierre Cardin” defilesini izlerken görürdük. Ama o gönlünü ne Boğaz’ın büyülü güzelliğine ne de altın suyu ile tezyin edilmiş görkemli kubbelere asılı avizelerin parlak ışıklarına kaptırmıştı. 
O, gönlünü gök kubbeye asılı parlak yıldızların sahibine kaptırmıştı. 
Bir yandan ticaretini geliştirirken öte yandan Zübeyir Gündüzalp, Mustafa  Sungur, Bekir Berk gibi Nur kahramanları ile  irtibatı kavi tutar, diğer islamî camialarla da haşir-neşir olurdu. Sabahattin Zaim, Nevzat Yalçıntaş, Esat Coşan gibi hocalarla, MTTB, daha sonra Birlik Vakfı gibi çevrelerin de faaliyetleri ile ilgilenirdi.
O, soylu bir iş adamı, bir kültür insanı, bir mütefekkirdi. Mütebessim ve mahzun bir Osmanlı beyefendisiydi.
Günümüzün Hazreti Ebu Bekir’i, Hazreti Osman’ıydı. Serveti insanlığa ve İslam’a çok yararlı oldu.
Bütün arzusu erdemli, imanlı bir neslin yetişmesiydi.
Kendi deyimi ile en büyük hobisi birilerine el uzatmak, ihtiyaç sahibi öğrencilere burs vermekti. On beş binden fazla öğrencinin okumasına destek olmuştu. Giydirdiği öğrencinin, fakir fukaranın haddi, hesabı yoktu.
Pek çoğu onun elbiselerini giyen iktidarın idarecileri tarafından bütün servetine el konuldu. Kadir Topbaş’ın damadı olan oğlu ile birlikte hapis yattı ama eğilmedi. Mahkemedeki müdafaası muhteşemdi:
“Muhterem heyet! Hayatta insanı yaşatan değerler vardır. İnsan; izzeti ile, şerefi ile Allah, peygamber aşkı ile, vatan sevgisi ile yaşar. Hayatımı ülkem için çalışarak geçirdim.”
Duruşma çıkışında gazetecilere, “Hayatımın hiçbir mevkiinde mahkemeyle muhatap olmadım. Çok alacaklarımı dahi mahkemeye vermeksizin sildim. Ben bu değerlerle yaşadım. Bu değerlerin yaşatılması adına müessesemde hiçbir gayrete bigâne kalmadım. Ama ülkemi, vatanımı, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin geleceğini, bu ve buna benzer şeylerle meşgul edilmesini hiçbir zaman istemem. Bütün güzellikler inandığını yaşayan insanların olsun.” demişti.
Sadece bir insanı değil, çok daha fazlasını, yürüdüğü yolların çiçek çiçek açtığı, bir medeniyet, bir kültür adamını, bir gönül sultanını kaybettik. 
Bazı insanların aramızdan ayrılmasına, onu bir daha göremeyecek olmamıza inanmak çok güç oluyor. Onlar yaptıklarıyla ve yaşadıkları hayatlarıyla aramızdan ayrıldıktan sonra da hep bizimleymiş gibi bir his oluyor içimizde. Bir yerlere gitmişler de geri döneceklermiş gibi. Profesör Saffet Solak Hoca, tıp fakültesini bitirince tayini Konya’nın küçük bir kasabasına çıkıyor.
Gecenin bir yarısı trenden iniyor. Yağmur çiselemektedir. Etraf oldukça ıssız ve karanlıktır. Yalnız ileride bir ışık görünüyor. Çamurlara bata çıka o ışığa doğru yürüyor. Kapıyı çalıyor. Yaşlıca bir kadın açıyor kapıyı.
‘Buyur evladım!’
Anacığım, filan beldedeki sağlık ocağına hekim olarak atandım. Oraya gideceğim ama nasıl gideceğimi bilemiyorum;
‘Hele gir içeri oğul. Oraya bu saatte gidemezsin. Sabah ola hayrola.” 
İçeri giriyor, yanan sobanın yanı başında ısınmaya çalışıyor.
Yemekten sonra çaylar içiliyor, sohbetler ediliyor. Üzerinde yol yorgunluğu da olan Saffet Hoca;
“Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor” Diyor.
“Evlâdım, az sonra bir tren gelecek. Onu bekliyoruz”
“Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?”
“Hayır, evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak ve sapa bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte yakınlarda ışığı yanan bir ev bulamazsa, yazı yabanda tek başına kalır. Işığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz,”    
Yıllar sonra Saffet Hoca bu hatırasını kaleme aldığı yazısında soruyor;
 “Konya ovasında ve ülkemizin başka yerlerinde, trenden inen yabancılar için ışığı yanan evler hâlâ var mı? Yabancılar yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyor mu?
Yoksa şairin dediği gibi, ‘Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler mi? Bu insanlar niçin atlarına binip gittiler? Onları bezdiren neydi de bir daha dönmemek üzere sessiz sedasız uzaklaştılar?”
...
Sisli bir sonbahar sabahında perdeyi aralıyorum. Bahardan ve yazdan ne varsa bağrına alan toprak, üzerine incecikten yağan karı kefen gibi üzerine çekerek soğuk ve tatlı bir uykuya dalmış.
Ağaçların dallarındaki son yorgun yapraklar, sabah rüzgarının minik dokunuşları ile bembeyaz karların üzerine bir tabuta atılan güz gülleri gibi konfetiler saçıyor.
O an telefonuma bir mesaj düşüyor: ‘‘Mustafa Kavurmacı Ağabey’i kaybettik.’’
Kelimeler kor gibi dökülüyor dudaklarımdan:
Güzel insanlar güzel atlarına binerek bir bir gidiyorlar.

<< Önceki Haber Güzel İnsanlar Güzel Atlara Binerek Gidiyorlar Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER