[Tarık Burak yazdı] Hocaefendi hep ümit ve azimle yaşadı

Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi" serisinin 32'nci bölümünü yayımlıyoruz.

SHABER3.COM

 Hocaefendi hep ümit ve azimle yaşadı 
TARIK BURAK

“Mehlika Sultan’a  Aşık Yedi Genç” şiirinde anlatılan şey, Tanzimat’tan itibaren kendi değerlerinden kopan neslimizin hikâyesiydi. Bu yüzden Türk toplumu, manevi açıdan oldukça fakir, fikir yapısıyla olabildiğine sığ, lider ve aydınları itibariyle sahipsiz ve acınacak haldeydi. Bu durum toplumu ümitsizliğe, isyana itiyordu.




SIZINT VE AĞLAYAN ÇOCUK FOTOĞRAFI (1979)

1970’li yıllarda üniversite ve liselerde hatta ortaokullarda bile siyasî çatışmalar sahneleniyor, pozitivist, Marksist fikirler ve Darwin Teorisi ile gençlerin dimağları zehirlendikçe zehirleniyordu. Türkiye Öğretmenler Vakfı (TÖV) çatısı altında toplanan bir avuç insan da aynı sıkıntıdan muzdaripti. 

Fethullah Gülen Hocaefendi, bir an önce harekete geçmenin gereğini vurguluyordu. Önce ‘Zuhur’ isimli bir bülten doğdu. Ancak 5 sayı yayımlanabildi. Çünkü istenilen etkiyi sağlayamıyordu. 

Hocaefendi daha ötesini, hatta 1960’larda Kemal Ural’ın yayımladığı, Risale-i Nur’dan bölümlerle süslü ve beğeniyle takip ettiği ‘Şule’ dergisinin de daha ilerisini arzuluyordu.

Neticede Hocaefendi’yle birlikte Abdullah Aymaz, Şerafettin Kocaman, Dr. Kudret Ünal ve Mehmet Atalay amatör ruhla yola çıktılar. Kısa sürede derginin muhtevası belirlendi: Başyazı, hayatın inceliklerini sergileyen ilmî makaleler, sonraları ‘Ölçü veya Yoldaki Işıklar’ ismiyle kitaplaşacak özlü sözler; edebî ve tarihî yazılar; zihin bulandıran pozitivist sorulara verilen ruhları rahatlatıcı ilmî cevaplar…

İddiasız, mütevazi bir isim de bulundu dergiye: Sızıntı. Fethullah Gülen Hocaefendi, ilk sayısı Şubat 1979'da çıkan Sızıntı Dergisi'nin başyazılarını ve daha sonra orta sayfa yazılarını yazmaya başladı. 

İslami değerler ile bilimin verilerinin birbirleriyle çatışmadığını, tam tersine birbirlerini tamamladığını yeni nesillere aktarmayı hedef edinen dergiye Sızıntı adının verilmesinin özel bir anlamı vardı. Sızıntı kelimesi “reşha”dan geliyordu. 

Dergi, Allah’ın varlığını gösteren gerçeklerin okyanusundan gelen “Sızıntı”lar olacaktı. Bir başka anlatımla, eğer İslam güneşse Sızıntı bu güneşin ışınlarını olduğu gibi yansıtma görevini üstlenmişti. Böyle bir durumda Sızıntı sadece bir yansıtıcıydı, varlığı bile söz konusu edilmemeliydi.

Nasıl ki güneşe dönük su kabarcıkları güneşin ışıklarını yansıtıyorsa ve bu kabarcıkların güneşle ilgisi kesilince yansıma da bitiyorsa, Sızıntı da aynen böyleydi. Derginin yapacağı şey, İslami değerleri bilimsel verilerin desteğiyle sunmaktan ibaretti. 

Böylece Sızıntı, bilim ve felsefeden kaynaklanan inkârcılığa karşı iman ve maneviyatın simgesi olacak, insanlara Allah’ın varlığını duyuracak, onlara Allah’ı sevdirecekti. Hocaefendi, “Bir gün gelecek kütüphanelerinizi Sızıntı ansiklopedileri dolduracaktır” diyordu. 
Sonraki yıllarda Hocaefendi’nin Sızıntı başyazıları da ayrıca kitaplaştırıldı. Bu seriye verdiği isim de anlamlıydı: Çağ ve Nesil. 

Sızıntı’nın ilk sayının kapağında ağlayan bir çocuk resmi vardı. Hocaefendi, bu resmin altına İstiklal Marşı şairi Mehmed  kif Ersoy’un şu dizelerini yazmıştı:

Merhametin yok diyelim nefsine
Merhamet etmez misin evladına.

İnsana ve yeni nesle verdiği önemden ötürü ilk başyazı 'Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru' adını taşıyordu. 

İlk sayısı 6 bin adet basımı yapılan ve daha sonra 1 milyon civarında aylık tiraja ulaşan Sızıntı’daki bu ilk başyazısında Hocaefendi, Türk gençliğinin içinde bulunduğu inanç buhranına işaret ederek, “Ağlayan çocuk”la sembolleştirdiği Türk gencine şöyle sesleniyordu:
“Senin için bu yola atıldık. Acılarına ortak olmak ıstıraplarını dindirmek, gönlünü abad etmek için... Bize gönül koyma, vaktinde imdadına yetişemedik (...) Buruk boynun ve mahzun bakışların karşısında kaç defa kaddim büküldü, gözlerim doldu. Her feryadıma senin türkünden bir nağme katıp destanını dile getirmek istedi isem de iniltin içimi yaktı; derdin gözümde büyüdü, içim burkuldu. Hem de sana el uzatmaya utanıyordum... Zira sana, gözümün önünde kıydılar... Beynini söndürürken, kalbini kursağına yedirirken görmüştüm olup bitenleri ve uzatamamıştım günahkâr elimi eline.. Sızlanışına rağmen uzatamamıştım... Kader’in, Faust’un kaderi, ama Mefisto’n kim?..  Kim reva gördü bunları sana?.. Yolların ayrımındasın yavrucuk!.. Şimdi bana müsaade et de şu badirede Bahadır’ın olayım. Mızrabımı senin için vurup, feryadımı ruhuna duyurayım. Bu fırtına ve bu yangında gerektiği an imdadına koşamadığım için de kaldırım taşı gibi şu mücrim (günahkâr) başımı ayaklarının altına koyayım. Ve bütün mücrimler adına senden özür dileyeyim: Bir keyif uğruna varlığına sebebiyet verenleri, etine kemiğine bağlanıp gönlünü unutanları, bir geçici dem için ebediyetine kıyanları, ruhuna hoyratlık aşılayıp sefaletini hazırlayanları affeyle yavrucuk!..”
 
SIZINTI BİR BOŞLUĞU DOLDURDU

‘Sizlere ne kadar dua etsem azdır; sayenizde ailemle kulluğun zirvelerini bulduk. Ancak aynı ölçüde kızıyorum. Niye, büyük oğlum ateist ölmeden önce bize ulaşmadınız?…’ 

Şubat 1979’da yayın hayatına merhaba diyen Sızıntı’ya gelen okur mektuplarından biri böyle sesleniyordu. Asker emeklisi babanın feryadını okuyan Fethullah Gülen Hocaefendi hıçkırıklara boğuluyordu. O hâliyle arkadaşlarına dönüp “İmanın hangi kalbe, ne zaman gireceği belli değil” diyebiliyordu sadece…

Eylül rüzgârlarına, Şubat soğuklarına, Haziran fırtınalarına, yezidlerin, tiranların kinlerine, nefretlerine aldırmadan hakikat seyrine devam etti Sızıntı. Mütevazi ruhların gayretiyle Meksika’dan Endonezya’ya kadar dünyanın dört bir yanına farklı güçlü seslerle ulaşmaya çalıştı ve o Sızıntı şimdi Çağlayan oldu… 

Evet, yaklaşık 40 yıl önce büyük bir ümit ve azimle:
Sıza sıza göl olur  
Akar akar yol olur  
Yaradan dileyince   
Az; çoklardan bol olur” 
diye dua gibi güzel bir temenni ile başlayan Sızıntı, şimdi artık ummanlar dolduran bir “Çağlayan” oldu. 

Yıllardan beri aka aka oluşan bu gözyaşı gölü artık yol bulup Çağlayanlar misali akmak istiyor her tarafa. Çağlayan’a sadece bir dergi nazarıyla bakmak yanlış olur. 

O, bu süreçte yaşanan onca şeye rağmen Hizmet’in duruş ve tavrının değişmediğini gösterme azmidir. İnsanlığın önünü aydınlatacak bütün meş’aleleri yeniden tutuşturma gayreti... Herkesin başvuracağı bir güç ve ümit kaynağı… 


ASRIN GETİRDİĞİ TEREDDÜTLER 131 SORU)

Hocaefendi, toplumun her kesiminden ve her tarafından insanların geldiği Bornova Camii’ndeki sohbetlerinde her türden soruya cevap veriyordu. Bu konuşmalara Hocaefendi’nin o konuşmalarda cevapladığı soruların bir bölümü şöyleydi: 
“Allah’ın özü ve nitelikleri nelerdir? Allah bilinebilir ve tarif edilebilir mi? Bazı kimseler niçin ‘Biz Allah’ı görmüyoruz’ diyorlar? Allah her şeyi yarattı, onu kim yarattı? Allah kâinatı yaratmaya neden lüzum gördü ve neden daha önce yaratmadı da sonradan yarattı? Bütün peygamberler Arap Yarımadası’nda ortaya çıktığına göre, peygamber gönderilemeyen diğer kıtalarda yaşayanları inanç ve amel açısından sorumlu tutmak nasıl hak ve adalet olur? Kutuplarda bazen altı ay gece, altı ay gündüz olur. Burada beş vakit farz olan namaz nasıl kılınacak? Allah çok insanlara araba, apartman, mülk, itibar, arkadaş, şan şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş. Sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor? Allah niçin kullarını bir yaratmadı da kimisini kör kimisini topal olarak yarattı?”… bunun gibi 131 soru…

Hocaefendi’nin cuma akşamları verdiği bu cevapların 131 tanesi; yıllar sonra Asrın Getirdiği Tereddütler ismiyle dört cilt halinde kitaplaştırıldı. 

Bu süreç devam ederken Amerika’da manevi olarak kavrulan Türklere, 1980’li yıllarda Hocaefendi’nin vaaz kasetleri ulaşınca bu ülkedeki insanlar büyük bir ferahlığa kavuştular.




BABRAK KARMAL'IN ELİNDEN TUTULSAYDI

Afganistanlı bir öğrenci olan Babrak Karmal, 1952-1954 yılları arasında burslu olarak Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okumaya gelmişti.  

Fakat bursu kesilince ortada kaldı. Sağa sola başvurdu, hiçbir maddi destek bulamadı. 

Bir tek el uzatan olmadı. En son Rus Konsolosluğu'nun burs verdiğini öğrenince oraya başvurdu. 

Onlar kendisine, "Burs veririz ama bir şartımız var. Ankara'da tıpta değil; Moskova'da uluslararası ilişkilerde okuyacaksın." dediler. 

O da çaresizlikten kabul edip, dedikleri fakülteye gitti. İstedikleri tipte kendisini yetiştirdikten sonra, onu geriye, ülkesi Afganistan'a gönderdiler. Babrak Karmal bürokraside yüksele yüksele, 1979 yılında Afganistan’da zirveye ulaştı. 

Onu yetiştirenler, zamanı geldiğine inandıkları anda da düğmeye bastılar. Rus ordusu bir türlü giremediği Afganistan'a onun davetiyle girdi. Ve Afganistan için trajik zaman dilimi 1979’da başladı. 

Sovyet işgaline uğrayan Afgan halkı, bir milyon kayıp verdi, üç milyon Afgan mülteci durumuna düştü. Bir zamanlar Mevlânâ'ları yetiştiren Afganistan'da artık durum içler acısı bir haldeydi.    

12 EYLÜL ÖNCESİ BÜYÜK SIKINTILAR

Fethullah Gülen Hocaefendi, ülkeyi sarsacak büyük umumi hadiselerin sıkıntısını çok önceden ruhunda hissediyordu. Bu hal, büyük zatlara has bir keyfiyetti. Nitekim Bediüzzaman’da da aynı ruh hali vardı. 

Bu ruh halini şöyle anlatıyor Hocaefendi: “Tarih hemen hemen 12 Eylül ihtilalinden iki sene kadar önceydi. İşte ta o zamanlarda, bende, büyük hadiselerden önce başlayan sıkıntılar başlamıştı. Antalya'ya giderken geçirdiğim sıkıntı da, bunlardan birisiydi. Yolculuğa çıkmıştık ki, kalbim sıkıştırdı. 

Biraz moladan sonra tekrar denedik yine aynı şey, İzmir tarafına dönünce kendimi iyi hissediyor, tekrar geriye dönünce de fenalaşıyordum. 'Demek ki, oraya gitmem istenmiyor' dedim ve İzmir'e döndüm. 

Zannediyorum yüzüm, gözüm, kaşım her tarafım atıyor ve gözlerimde tikler oluyordu ve hele şiddetli baş ağrıları tahammül edilir gibi değildi. Bilhassa yemeklerden sonra tuhaflaşıyor, bunalıyor, boğuluyor gibi bir hale giriyordum. Tabii bunlar bendeki sıkıntının sadece dışa yansıyan kısımlarıydı. Bir de iç âlemim vardı ki tam patlamaya hazır mağmalar gibiydi! 

Evet, dayanılmaz ölçüde şiddetli bir sıkıntı içinde bulunuyordum. Arkadaşlar ise sadece dışarıya lav çıkınca muttali oluyorlardı. Ben yemez-içmez ve yer yer sinirlenirsem, onlar, o zaman farkına varıyorlardı. Hiç uyumadığım günler pek çoktu. 

Bazen kalkıp dolaşıyor ve Rabbime tazarru ve niyazda bulunuyordum. Ve bu arada ciddi bir musibet varmış da buna karşı alakasız kalıp uyuyanlara çok canım sıkılıyordu. 'Niye bu kadar dertsiz ve gamsız bu adamlar', diyordum kendi kendime. Sıkılıyordum ama ne olacağını katiyen kestiremiyordum.. kestiremezdim de; zira, olacağı sadece Allah bilir. 

Osman Kara Hocaefendi felç olmuştu. Bu da bana çok dokunmuştu. Osman Kara Hocaefendi kadim bir arkadaşımdı. Ben ta askerden önce Edirne'de bulunurken o ve Salih Özcan Bey, Tekirdağ'da yedek subay olarak askerlik yapıyorlardı. Bir gün beraberce gelip beni ziyaret etmişlerdi. Kendisiyle o gün tanışmış, dost olmuş ve bir daha da irtibatımızı hiç kesmemiştik. 

Ben İzmir'e geldiğimde o da İzmir'deydi. Karşıyaka'da vaizlik yapıyordu. Daha sonra da Karşıyaka'ya müftü olmuştu. Çok iyi bir dostluğumuz vardı. O evlenmişti. Bazen evine gidip-gelirdim. O da bana sık sık uğrardı. Hele İzmir'deki ilk günlerimde çok yardımını görmüştüm. Adeta bir mihmandar gibi önüme düşmüş, her gideceğim yere beni o götürmüştü...

Onun birdenbire felç olması beni iyice sarstı. Böyle hadiseler insanda şok tesiri yapar ve şuuraltına yerleşir. Nitekim daha sonra bir kardiyolog kalbimden dolayı beni muayene ederken; 'Yakınlarınızdan birisi yakında felç oldu mu?' dedi. 

Doktorun psikanaliz yanı da iyiymiş. Ben de 'oldu' demiştim. 'Sizde kalp yok' dedi. Oysa ki, kalpten dolayı gelmiş ve onun için randevu almıştık. -Allah rahmet etsin- randevuyu Eymen Topbaş Bey almıştı. Evet, işte yola çıkacağım güne kadar bunlar olmuştu. Ve biz Ayrancılar'ı geçmiştik ki, kalbim sıkıştırdı. Zaten bunalıyordum. Biraz yürüyelim dedim. 

Galiba müsaade etmediler. Daha önce birisinden duymuştum, sırtüstü yatıp ayakları yüksekçe bir yere koymanın kalbe faydası olduğunu. Bu mülahaza ile bir parka gidip oradaki banklardan birine uzandım ve ayağımı denilen şekilde bir bankın üzerine koydum. 

Yanımda Köse Mahmud ve Pekmezci Beyler vardı. Biz bir-iki araba beraberdik. Diğer arkadaşlar şehirlerarası otobüslerle gitmişlerdi. 

O gidiş işte böyle hadiseli olmuştu. Biraz daha yola devam ettim. Baktım yine sıkışıyorum, 'Artık gelemeyeceğim' dedim. Aydın'da bir eve gidip geceyi orda geçirdik. Sabah namazına kadar istirahat ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra geriye dönmeye karar verdik. Adeta İzmir tarafına dönünce kendimi iyi hissediyor, tekrar geriye dönünce de fenalaşıyordum. 

Teşe'üm doğru değil ama ben şahsen öyle yorumladım; ne bileyim ufkumuz kapalı. 'Demek ki, oraya gitmem istenmiyor.' dedim ve İzmir'e döndüm. Sonra öğrenildi ki, yolda arabaları aramışlar. Muharrem ve Nur Sungur için biraz sıkıntı vermişler. 

Bülent Ecevit Bey'in orada o gün mitingi varmış. Giden herkesi aramışlar. Tabii bizim orada bulunmamız, yanlış yorumlanabilir, hatta provoke edilebilir ve işi ağırlaştırabilirdi. Hayırlısı öyleymiş; biz o gün Antalya'ya gidememiştik.”




TERÖRE KARŞI İŞBİRLİĞİ ÇAĞRISI (5 Ocak 1980)

AP genel başkanı Süleyman Demirel, CHP genel başkanı Bülent Ecevit'in teröre karşı işbirliği önerisini reddetti. Bu arada iyice gerilen ülkede partiler bir isim üzerinde uzlaşamadığı için 23 Mart 1980’de yapılan turlarda Cumhurbaşkanı seçilemedi. Meclisin, sokaklara ve üniversite koridorlarına yansıması bir başka oluyordu tabii. 

Fethullah Gülen Hocaefendi’ye göre Türkiye’nin sorunu, gençlerin “inançsızlık” boşluğuna düşmüş olmasıydı. 

Nitekim ihtilalden birkaç ay önce 25 Mayıs 1980 günü Denizli’de verdiği vaazda şunları söylemişti:“Kendi evlatlarınızın okuduğu okullarda siz var mısınız? Okullarınızda okuyan talebelerinizin kafasında sizin dünyanız, bu milletin dünyası, bu milletin mazisi ve geçmişi, Fatih’ler, Yavuz’lar, Kanuni’ler var mı? Senin neslinin kalbinde cami aşkı ve neşesi var mı?.. Değilse şayet, öyle korkunç bir vebal altındasınız ki yeminle söylüyorum, hayatınızın sonuna kadar Kâbe’nin etrafında dönüp dursanız sorumluluktan kurtulamazsınız.” 

Binlerce gencin hayatını kaybettiği 12 Eylül öncesindeki toplumdaki kamplaşmalara ve bütün bu olumsuz şartlara rağmen Hocaefendi, ümidini daima muhafaza ediyor ve 10 Ağustos 1980 tarihinde Bursa’da verdiği vaazda şöyle diyordu: “Aziz Müslüman, muhteşem şafak çoktan açmıştır. O şafağın horozları çoktan ötmeye başlamıştır. Filizler çoktan çıkmıştır…”

Hocaefendi’ye göre çok sert bir şekilde ayak sesleri duyulan bu kaosa karşı yeni nesillere aşılanması gereken en önemli şey Peygamber sevgisiydi. O gençlik, Peygamber Efendimiz’in (sav) çizdiği doğrultuda bir hayat sürmeliydi. “İçinizde birlik meydana getirmek için cesetlerinize Hazreti Muhammed’i can yapacaksınız.” diyordu. 

Bağnazlığın ortadan kalktığı, kardeşlik ruhunun egemen olduğu, tıpkı cennetteki gibi bütün insanların aynı iklimi paylaştığı bir Türkiye ancak böyle ortaya çıkabilirdi. Ve Hocaefendi, kendisini dinleyenlere ağlayarak şu çağrıyı yapmıştı: “Eğer ben o günleri göremezsem bu camilerin kubbeleri altında toplandığınız zaman bu sesimi kulaklarınızda canlandırın.”

YİNE BİR İHTİLALİN AYAK SESLERİ… 

Türkiye’de tırmanan anarşinin ülkeyi bir ihtilale doğru götürdüğünü fark eden Hocaefendi, 5 Eylül’de 1980’de Bornova’da son vaazına çıktı ve buradaki vaazlarını bitirdi. Bu son vaazın konusu ahlaktı. Hocaefendi, insan fıtratının negatif tarafları olan kibir ve ucub üzerinde durdu. 

Vaazdan sonra Hocaefendi ve Özal camide görüştü. 

Özal, “Türkiye’nin durumunu iyi görmüyorum. Türkiye çok kötüye gidiyor” dedi. Hocaefendi ise, Ege Bölgesi’nde filizlendikten sonra bütün Türkiye’ye yayılmakta olan eğitim kurumlarının gelecek kuşakları yeni bir anarşi dalgasından kurtaracağını düşünüyordu. Özal’a, “Türkiye’de şu anda anarşi var, kargaşa var, ama yine de gelişmelerin genel olarak iyi olacağı kanaatindeyim.” karşılığını verdi. 
ÜMİTSİZLİK VE BEDBİNLİK

Hocaefendi’ye göre, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkılmış Fransası’nda ortaya çıkan bir akım olan varoluşçu yazarların kitapları, Türkiye’de bir dönem boşluğa düşen gençliğin kafasının bulanmasında etkili olmuştu.

Bunu, “Varoluşçuluğu sıksanız, içinden inançsızlık damlayacaktır” sözleriyle anlatıyordu. Sartre’da da, Marcus’de de, Camus’de de aynı boşluk vardı. Ümitsizlik ve bedbinlik, yüzyılımızda en görkemli ifadesini varoluşçularda bulmuştu. Onlar için hayat anlamsız bir süreç, varlık anlamsız bir boşluk, intihar bir değer, ölüm tek ve kaçınılmaz gerçekti. Çünkü birey, korkunç savaşların enkazı altında kalmıştı.
O yüzden vaazlarında Allah’ın varlığını anlatırken, bu konuları da sık sık işliyordu.

Hocaefendi, bu yazarların bazı görüşlerine yönelik eleştirilerini, Sızıntı dergisine yazdığı başyazılarda da sürdürdü. Örneğin bazı yazılarına Sartre’dan pasajlar alarak, bunlara cevap verdi. Çünkü dini tamamen sosyal hayattan dışlayan bu felsefenin Türk aydınları üzerinde büyük etkisi olmuştu. 

Hocaefendi, Fransa’da ortaya çıkan ve Türk aydınları üzerinde büyük etki yapan bu akımla eşzamanlı olarak Batı dünyasında yaşanan manevi değerlere dönüşe de işaret ediyordu. 

“Batı’da dine dönüş, Rusya’da komünizmin çözülmesinden önce başladı” diyen Hocaefendi, buna Amerikalı psikiyatr Henry Link’in İkinci Dünya Savaşı’ndan önce 1936’da yazdığı ve satış rekorları kıran Dine Dönüş kitabını örnek gösteriyordu. Link, bu kitabında insanlara kiliseye gitmelerini, maneviyatla ilgilenmelerini tavsiye ediyordu.  

Batı dünyasında genel olarak manevi değerlere dönüş yaşanırken, ne var ki Türk aydınları Fransa’da ortaya çıkmış akımın etkisinde kaldı. Dini dışlayan bu akım Türkiye’de özellikle aydınlar ve üniversite gençliği üzerinde etkili olmuştu. Jean Paul Sartre’ın kitaplarını okuyan gençler, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu ortaya atıyorlardı.

Örneğin Cezayir doğumlu “varoluşçu” Fransız yazar Albert Camus’nün 1947’de yayımlanan "Veba" isimli romanındaki anlatımlar, dinin gerekliliğinin sorgulanmasına yol açıyordu. 

Cezayir’deki bir veba salgınını konu alan romanın iki kahramanı, vebaya karşı savaş açan dürüst Doktor Bernard ile Rahip Paneloux’tu. 

Rahip bir vaazında, İncil’in Göç bölümünde anlatılan Mısır’daki vebayı hatırlayıp şöyle diyordu: "Allah, Firavun gibi kibirlilere veba felaketiyle diz çöktürdü. Şimdi biz felaketin içindeyiz ve bunu hak ettik. Allah’ın ışığından mahrum bir halde vebanın cehenneminde uzun süre kalacağız."

Rahibin mesajı şuydu: “Çıkış yolu, Allah’a yönelmektir. Onun bağışlamasıyla bu felaket bitecektir.” Ancak, bir süre sonra rahip ve doktor, vebaya yakalanan bir çocuğun acılar içinde gerçekleşen ölümüne birlikte tanıklık ediyorlar ve bu olayın etkisiyle rahip de doktorun çizgisine geliyordu. En sonunda rahip de vebadan ölüyordu. 

Oysa Hocaefendi’ye göre, dünyanın karşı karşıya olduğu asıl veba inançsızlıktı. Evet, inançsızlık veba gibi bir tehlikeli hastalıktı ve insanlığın karşı karşıya bulunduğu problemlerin başında geliyordu. 

Celal Nuri, Tevfik Fikret, Beşir Fuad gibi Türk aydınlarının ilerleyen yaşlarda sürüklendikleri şey inançsızlık buhranıydı. Hocaefendi, “O dönemde aydınlar arasında bir kriz yaşanmış. Benim gençliğime kadar geldi bu” diyordu. Bu kriz inançsızlıktı ve toplumu ümitsizliğe, isyana itiyordu. 

Hocaefendi, 1979’da Profesör İbrahim Canan’ın "Sulh Çizgisi" isimli kitabına bir önsöz yazarken adeta ihtilali hissetmişti. Türk toplumunda bir “değerler anarşisi” bulunduğunu, dini dışlayan bir hayat felsefesiyle Türkiye’nin, “bin bir curcunanın sürdüğü perişan bir vatan” haline geldiğini vurguluyordu. 

Sosyoloji ve antropoloji uzmanları “Tarihin hiçbir devrinde, yeryüzünün hiçbir noktasında şimdiye kadar dinsiz bir topluma rastlanmamıştır” gerçeğini tespit etmişken, Türkiye’de bazı aydınlar hâlâ vatan denince “Turancılık”, millet denince “faşistlik”, din denince “gericilik ve irtica” düşüncesine kapılıyordu. 

Bu, Türk aydınının büyük çelişkisiydi. Çünkü Türk aydını 200 yıldır bir yandan Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan’a  şık Yedi Genç” şiirindeki sevdalılar gibi Batı’nın peşinden koşarken, diğer yandan bütün güçleriyle aynı Batı’ya “emperyalist” ve “kapitalist” diyerek “onikisinden” kurşun yağdırmaya başlamıştı. 

“Mehlika Sultan’a  şık Yedi Genç” şiirinde anlatılan şey, Tanzimat’tan itibaren kendi değerlerinden kopan bu neslin hikâyesiydi. Bu yüzden Türk toplumu, manevi açıdan oldukça fakir, fikir yapısıyla olabildiğine sığ, lider ve aydınları itibariyle sahipsiz ve acınacak haldeydi.

TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK BİR ÜMİT IŞIĞI

İhtilalden kısa bir süre önce disk kaymasından yatağa düşen Hocaefendi, 20 gün kadar yattı. Ayağını bile kımıldatamıyordu. İhtilalden az önce enteresan bir şey oldu. 

Hocaefendi ve arkadaşları bir binanın teras katında bir ramazan gecesi oturuyorlardı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Ay, âdeta Türk bayrağındaki şeklini almıştı. Yıldız gelip ayın önünde tıpkı Türk bayrağındaki gibi durmuştu. 

Ay ve yıldız ne zaman bu şekle bürünse Türk dünyası için ikbal dönemi başlıyordu. Gökyüzündeki bu manzara, ihtilal karanlığına sürüklenen Türkiye için büyük bir ümit ışığıydı.  

Hocaefendi’ye göre 12 Eylül, insanın kulak zarını yırtarcasına “geliyorum” diyordu. İhtilalden bir gün önce, 11 Eylül 1980 günü Hocaefendi’nin iki doçent arkadaşı İzmir’de yanındaydı. 

Bunlar Suat Yıldırım ve İbrahim Erkul’du. O gün Ankara’dan ziyaretine gelen iki arkadaşı Hocaefendi’ye ihtilal söylentileri olduğunu haber verdi. 

Hocaefendi, ihtilalin o gece olacağını düşündü, çünkü ihtilalcilerin önceki hareketlerde olduğu gibi cuma akşamını seçmeleri kuvvetle muhtemeldi.  
 
Devam edecek…

<< Önceki Haber [Tarık Burak yazdı] Hocaefendi hep ümit ve azimle yaşadı Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER