Sosyal Medya açmazı ve gerçek sosyalleşme
İnsanın sosyal bir varlık olduğu fikri kadimden bu yana kabul edilmiş bir gerçektir. İnsan, tabiatını geliştirebilmek için müsait bir çevreye ihtiyaç duyar. Nasıl bir
tohum müsait şartlar altında toprağa ekilerek filizlenip
sürgün veriyorsa, insan da uygun bir çevre içinde beşeri karakterini geliştirebilir.
Yeni doğan bir insan, henüz hiçbir suret ve kademede sosyal uyumu gerçekleşmemiş bir varlıktır. Tam anlamıyla ego-centric yani ben merkezlidir. O, canlı ve cansız varlıkları birbirinden ayıramaz, etrafındakilere kendine verdiği zevk veya ızdıraba göre değer verir. Onlar ister canlı sosyal bir varlık olsun, isterse cansız, netice değişmez.
Sosyalleşme nedir?
Çocuğun bu benmerkezci karakterinden kurtulması, varlıklar arasında canlı-cansız ayrımı yapmasıyla başlar. Yani bir manada sosyalleşme, ferdin başka fertlerle sosyal münasebetlere girişebilmesi demektir. Sosyal münasebet ise, birbirinin mevcudiyetinin farkında olan, karşılıklı saygı ve manevi yönün idrakinde bulunan fertler arasındaki münasebetlerdir. Yani, bir insanın sosyalleşebilmesi için, kendi haricinde de belirli haklara sahip insanların mevcudiyetini kabul edip benimsemesi gerekir. Kendi dışındakilere, bir
takım hak ve vazifelerle mücehhez varlıklar olarak bak(a)mayan, onları adeta bir
eşya gibi kabul edip haksız muamelelerle ızdırap verdiğinde vicdanen rahatsızlık duymayan fertlerden oluşan bir
toplum tam anlamıyla sosyalleşememiş demektir. O halde sosyalleşme, insanın başkalarına bir eşya değil, şahıs olarak bakabildiği, şahsına veya mensup olduğu gruba ait peşin hükümlerden uzak olarak, etrafındaki diğer insanlarla karşılıklı anlayış ve müsamahaya dayalı sosyal münasebetler kurup bunu devam ettirebildiği bir konuma ulaşmasıdır.
Sosyal medya neden sosyalleştirmez?
Sosyologlar, insanın biri ‘iç’, diğeri ‘dış’ olmak üzere iki çevresi olduğunu söylerler. Evlerimiz, kullandığımız her türlü eşyalarımız, nakil ve
haberleşme vasıtalarımız,
yiyecek ve içeceklerimiz, içinde yaşadığımız coğrafi şartlar ve teneffüs ettiğimiz atmosfer dış çevremizi oluşturur. Sosyal hayatın
teşkilat ve nizamları, örf ve adetleri, kaideleri, müesseseleri, kıymet hükümleri de iç çevremizi meydana getirir. Dış çevreye ‘maddi kültür’, iç çevreye de ‘manevi kültür’ adı verilir.
İnsan, asıl benliğini ve şahsiyet özelliklerini ikinci çevre olan ‘manevi kültürde’ kazanır. Ancak, iç çevrenin bu manevi şahsiyet özellikleri dış dünyada gelişir. Ondan müstağni yaşamak mümkün değildir. Yani, insan hayatı hem iç hem de dış çevrede cereyan eder. Hayatın şu kadarı iç, şu kadarı dış çevreyi ilgilendirir diye bir ayrım yapabilmek mümkün değildir.
İşte sosyal medyanın en büyük açmazı bu noktada düğümleniyor. Bir taraftan, insanda binlerce insanla beraber olup, onlarla buluşup konuştuğu duygusu uyandırıyor. Diğer yandan da insanı gerçek benliğinden soyutlayıp çok farklı maskelerle buluşmayı mümkün hale getirebilmesi nedeniyle, bu ortamlar sosyalleşmenin en büyük engeli haline geliyor.
İnsanın asıl benliğini manevi kültürde kazandığını ve bu kültür sayesinde sağlıklı bir şekilde sosyalleşebileceğini yukarıda ifade etmiştik. Sosyal medyanın sunduğu sınırsız, yer yer şuursuzluğa varabilen ortamda, örf ve adetlerin, kaidelerin, manevi kıymet hükümlerinin de rahatlıkla yok sayılabildiğini göz önünde bulundurursak, bu ortamın nasıl bir sosyalleşme imkanı(!) sunduğunu daha rahat idrak edebiliriz.
‘İslami’ bir sosyalleşme
Pozitivist din anlayışına göre, insan, sadece vicdan işi olan (!) ibadetlerini bile ifa ederken vicdanının içine sıkışıp kalmış değildir.
Namaz, en basitinden ona
seccade ve tesbih gibi yeni eşyalar kazandırarak dış dünyasını zenginleştirir. Diğer yandan namazı beş
vakit cemaatle kılmayı kendisine şiar edinen İslami cemaat, bunun için camiler ve mescidler inşa eder. Ayrıca bu toplumun ferdi,
ilahi vazifeyi yerine getirirken çevresiyle girdiği sosyo-kültürel münasebetlerle kendinden beklenen olgunluğa da erişebilecektir.
İnsanın dünyevi meşguliyetleri yalnız kendini düşünmesini netice verip, çevresinde olan bitenden habersiz olmasına neden olabilir. Bunun için İslam’a inanmakla yepyeni bir çevrenin elemanı olan müslümanın, sosyo-kültürel çevresiyle daima irtibat halinde olması gerekir. O, namazlarını cemaatle kılmakla etrafındakilerle yakın ilişki kuracak ve olan bitene bigane kalmayacaktır.
Çevresindeki fakir-fukaranın halini oruç vesilesiyle hissedecektir. Etrafındakileri kırmamaya, incitmemeye özen gösterecek, “hakiki müminin, diğer
Müslümanların elinden ve dilinden gelebilecek zararlardan emin olduğu kişi” düşüncesiyle attığı adımı atacaktır. Bütün müminlerin bir vücudun azaları gibi olduğu anlayışıyla, kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de arzu edecektir. İyiliği emredip, kötülükten sakındırmanın gereği olarak toplumda iyiliğin hakim olması için aksiyoner olacaktır…
Kısaca, Müslüman, ‘insanlar arasında çıkarılmış hayırlı bir toplumu’ oluşturmak amacıyla, bütün çevresiyle yakın ilişkiye girerek, hem ona göre benliğini ve mü’minin şahsiyet özelliklerini kazanacak, hem de kazandığı bu güzellikleri iletişime geçtiği insanlarla paylaşarak içinde yaşanır bir toplum için sosyo-kültürel çevresini kuracaktır.
Özetle, insan, karşısında ruh ve bedeniyle bir bütün olarak duran insanlarla girdiği münasebetlerle sosyalleşebilir. Can, kan, ruh ve manadan, yer yer manevi değer hükümleri ve insani meziyetlerden uzak bir ortamdaki sosyalleşme sadece bir yalan veya avunmadan ibarettir.
Taha ÜNAL-Din Sosyolojisi uzmanı
[email protected]