Ben fakir, günah işleyen, cürme giren, yanlış iş yapan ve mü'minlerin itibarlarını rencide eden kimseler hakkında ne kötü düşünür, ne de kötü bir şey söylerim.
Sadece şöyle bir duygu ve düşünce içinde olmak isterim: Dün
arkadaşlarımla aynı solukları alıyor, aynı heyecanı yaşıyor, aynı heyecanla belli bir istikamete doğru koşuyor, içimizde taşıdığımız bu muhabbetten etrafımızı haberdar kılmak istiyorduk. Bugün bu arkadaşlarımızdan bazıları baş aşağı gitti ve çamura düştü. Şimdi benim ona
tekme vurmam büyük bir mürüvvetsizlik, haknâşinaslık ve sadakatsizlik olur. Şayet o arkadaş bir çamurun içine düştüyse benim yapacağım şey, elini bana uzatacaksa elimi ona uzatmak olmalıdır. Hatta daha da ileri giderek, icabında belime kadar çamurun içine girmeye ve onu oradan çıkarırken boğulmaya da hazır olduğumu söyleyebilirim.
Kanaat-i acizanemce mü'mine düşen de bu olmalıdır. Aslında, bütün mü'min kardeşlerim için de düşüncem hep bu olmuştur. İster bir ışık arkasından gitsin, ister bir nur'a ve cı'ya bağlansın, isterse bir cu'nun etrafında helezonlar çizsin, bu mücrimin günahkâr yüzü, hepsinin ayağını bastığı toprağı sürme diye gözüne çekmeye hazırdır. Ben daima mü'min kardeşlerim hakkında, "
Allah hepsinin makamlarını âlî etsin, cennetü'l-firdevsiyle mesut ve bahtiyar kılsın." diye dua ederim. Dinime
hizmet eden kimseleri -şayet varsa- kusurlarıyla serrişte etmez, takdirle alkışlarım.
İsterseniz
küçük bir örnekle konuyu müşahhaslaştırayım: Nuayman, Bedir ashabındandı, Allah ve Resûlü'nü çok seviyordu. Ancak onun bir zaafı vardı. İçki
yasak edilmiş olmasına rağmen yasak edildikten sonra da birkaç defa
sarhoş olacak kadar nebiz içmişti. Bunun üzerine Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna getirildi ve kendisine had vuruldu. Had vurulurken kendisine
hakaret edenler de oldu. Bunun üzerine Allah Resûlü kaşlarını çattı ve şöyle buyurdu: "Susun, ona bir şey söylemeyin. Zira o, Allah ve Resûlü'nü sever."
Başka bir misal: Hatip bin Beltea da Bedir ashabındandı. O,
Mekke Fethi'nin hazırlıkları aşamasında "Resûlullah Mekke'nin fethi için geliyor. Başınızın çaresine bakın." şeklinde bir
mektup yazıp Mekke'ye göndermişti. Vâkıa bu, hakiki mü'min için bir hıyanettir. Mektup, Allah tarafından Efendimiz'e bildirilir. Allah Resûlü, Seyyidina Hz. Ali ve Mikdat İbn Esved'i vazifelendirdi, onlar mektubu bir kadının saçları arasına gizlenmiş olarak bulup getirdiler. Bunun üzerine Allah Resûlü, Hatip'i çağırıp bu hareketinin sebebini sorunca Hatip bin Beltea şöyle
cevap verdi: "Ya Resûlallah! Hüküm vermede acele etme. Benim çoluk çocuğum Mekke'dedir. İstedim ki bazı kimselere bu gelişi haber vereyim de
aile efradımı himaye etsinler."
Hatip fedakâr bir sahabiydi. Hanımını ve çocuklarını Mekke'de bırakıp gelmişti ve onların Mekke fethi esnasında kâfirler tarafından
ihanet edilip öldürülmelerini istemiyordu. Ne var ki onun yaptığı bu iş bir içtihad hatasıydı. O esnada orada bulunan Hz. Ömer kılıcını yarıya kadar çıkardı ve "Ya Resûlallah! İzin ver şu münafığın boynunu vurayım." dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdu: "
Hayır ya Ömer! Allah nazar-ı muallâsıyla Ashab-ı Bedre teveccüh buyurdu ve "Bedir'de bulunanlar ne yaparsa yapsınlar hepsini affettim" dedi."
Allah Resûlü'nün Ashabına Bakış Keyfiyeti
Bu misallerden, Resûl-i Ekrem'in kendi safındaki insanlara olan bakış keyfiyeti çok net bir şekilde anlaşılmaktadır. Aynı zamanda Allah'ın nasıl muamele yaptığı da müşahede edilmektedir. Bize düşen de Allah ve Resûlü'nün ahlakıyla ahlaklanmaktır.
Hâsılı, biz, kim olursa olsun mübtediliğimizin, rüşde eremeyişimizin ve henüz bedeviyette bulunuşumuzun muktezası, klikler arasındaki farklılığı ciddi cephe farklılığı halinde mütalaa ve mülahaza ederek birbirimize hücum ediyoruz. Bu mücrim ve günahkâr kardeşiniz belki kendi anlayışına
muhalif bir meşayih tarafından beklemediği yerde en büyük hakarete maruz kamıştı. Elini öptüğüm, iki defa alnıma koyduğum ve kendisinden beni bir
iftar sofrasına davet etmesini beklediğim zâtın,
mübarek bir
Ramazan-ı Şerif ayında yanlışlıkla beni büyük gören arkadaşlarımın yanında "Falan Efendi sizi ziyarete gelmiş" diye takdim ettikten sonra benim mücerred oluşumu serrişte ederek bana bir mücrim nazarıyla bakması beni iki büklüm etmişti. Bununla beraber öyle demeyeceğini bilsem -Allah biliyor- gider o zatın elini bir daha öper, onun gönlünü almaya çalışırım.
Bir başkası ise yakama sarılmış, beni sarsmış ve zındıklara yapmadığı bir muameleye tabi tutmuştu. Bununla beraber kalbimde herhangi bir değişme olmamış, sadece bakış, zaviye farklılığı var demiştim. Mübtedilikten kurtulamamış, mü'minlere karşı müsamaha keyfiyetini kavrayamamış bu insanlara, şayet seviyem müsait olsaydı el kaldırıp "Ya Rabb'i! Bu insanları irşad ve hidayet eyle." diye dua edecektim.
Evet, tekrar edeyim; ben mü'minlere karşı asla kırılmam. Bütün kardeşlerime de bunu
tavsiye ederim. Ellerini, ayaklarını öpme pahasına bana küfretsin, hakaret etsinler fakat hiç kimse mü'min kardeşlerine karşı cephe almasın ve onlarla asla vuruşmasın...
Bu konudaki hükmümü tekrar ederek bu faslı noktalamak istiyorum: Başı külahlıların, çenesi sakallıların vuruşmaya karışmaları karşısında da ben "bunlar dış mihrakların tahrikiyle hareket ediyorlar" deyip hidayet dileklerimi tekrarlayacağım.
1- Mü'min kişi de bazen hatalar yapabilir. Ayağı sürçüp düşebilir. Bize düşen ona bir tekme de bizim vurmamız değil, elinden tutup kaldırmaya çalışmamız olmalıdır.
2- Allah, imanlı kişiyi saygıdeğer kılmıştır. Bu saygının gereği olarak da mü'minlerin birbirlerine karşı daima affedici, hoşgörülü ve merhametli olmalarını istemiştir.
3- Allah Resulü, onunla kader birliği yapmış insanlara karşı son derece vefalı davranıyor ve onların küçük-büyük bütün hatalarını affetmeyi
tercih ediyordu.
ZAMAN